Allah İnancı – İslam İnanç Esasları 3.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Giriş

İlahî bir varlığa inanmak, bir inanca sahip olmak insanın temel özelliklerinden biridir. İnsan sürekli olarak varlık ve olaylar hakkında düşünerek içinde bulunduğu ortamı anlamaya çalışır. Böylece o tabiata hâkim olan, kudret sahibi bir yaratıcı fikrine kolayca ulaşır. Bu nedenle tarih boyunca tüm toplumlarda bir yaratıcı fikrinin olduğu görülür.

Tarihin çeşitli dönemlerinde puta, ateşe, güneşe ve yıldızlara tapınma şeklinde kendini gösteren bu ihtiyaç inanmanın tüm insanları kuşatan evrensel bir nitelikte olduğunu göstermektedir. İnkârın (inançsızlık) en uç noktasına ulaşmış olan kişiler bile zor durumda kaldıklarında yüce bir güce sığınmışlardır.

ALLAH’IN VARLIĞI

Allah’ın varlığına inanmak, zihinsel faaliyette bulunmanın yanında gönlün harekete geçirilmesi ve iradenin eğitilmesiyle mümkündür. İmanın asıl değerini de bu teşkil eder. Kur’anda, inancın duyularla idrak edilemeyen mutlak varlığa kayıtsız şartsız bağlılığı esas alan bu yönü, “gayba iman” olarak belirtilmiş ve müminlerin özelliklerinden sayılmıştır. (el-Bakara 2/3)

Tanrının varlığı meselesi ilk dönem Yunan Felsefesi’nin de temel konularından birini oluşturur. Bu dönemde Eflatun’un hareketin nihaî kaynağını ruha bağlaması ve Aristo’nun ilk sebep (illet-i ulâ) veya ilk hareket ettirici (muharrik-i evvel) teorisini benimsemesi ile birlikte Tanrı’nın varlığı konusu tartışılmaya başlanmıştır.

Allah inancı insanda doğuştan varolan bir özelliktir. Kur’ân-ı Kerîm’de yaratılış anında varolan bu duygu “fıtrat” kavramı ile ifade edilir (er-Rûm 30/84).

Bir hadiste her doğan insanın bu fıtrat üzerine doğduğu ancak ailesinin müdahalesiyle yahudi, hıristiyan veya Mecusî olmaya yöneltildiği bildirilmektedir (Buhârî, “Cenâiz”, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22).

ALLAH’IN VARLIĞINI KANITLAYAN DELİLLER

Allah zatı gereği akılla idrak edilemeyen bir varlık olsa da bu husus O’nu her türlü bilgi alanının dışına çıkarmayı gerektirmez. Akla inanç sahasında tam bir yetkinlik tanıyarak imanı salt bir bilgi düzeyine indirgemek yanlış olduğu gibi, aklın kullanımını sadece fizik alanla sınırlamak da doğru değildir.

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur” (Kaf 50/6).

“O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır. O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır” (er-Ra‘d 13/3).

“Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ibret vardır”(en-Nahl 16/11).

İslam’da Allah’ın varlığını ispatlamak için yapılan tüm faaliyetlere “isbâtı vâcip” denir. İslam âlimleri isbât-i vâcib’in gerekliliğini imanda taklitten tahkike yükselme, yani körü körüne bağlanmaktan bilinç seviyesine yükselme ihtiyacı ile açıklarlar.

Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın varlığından çok birliğine vurgu yapılmaktadır. Bunun sebebi, insanların yaratıcı gücü inkâr etmelerinin zorluğuna karşın ona ortak koşmaya (şirk) yönelik gösterdikleri eğilimdir.

Kur’anın geldiği toplumun çok tanrılı yapısı düşünüldüğünde bu hususun anlaşılması kolaylaşır. Cahiliyye Arapları Allah’a inanmakla birlikte ona ulaşmak için putları aracı kılıyorlar ve onlara bazı üstün özellikler vererek Allah’a şirk koşuyorlardı. Kur’an bu durumu açıkça şöyle ifade etmektedir. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez” (ez-Zümer 39/3).

Kur’an’da “âfâk ve enfüs” olarak ifade edilen, dış ve iç âlemin varlıkları arasında görülen düzen, ahenk ve güzellik yüce bir yaratıcının varlığına en açık delil olarak sunulmaktadır. (Fussilet 41/53) Ayetlerde belirli bir ölçü ve plan içerisinde yaratılan varlıklar, kendisi hakkında bilgi vermek için değil, Allah’ı gösteren bir işaret (âyet) olarak ele alınmıştır.

İslâm âlimleri Allah’ın varlığını genelde kozmolojik ve teleolojik delillere dayalı bir yöntem içinde ispatlamaya çalışmışlardır. Bu amaçla âlimler arasında hudûs, imkân ve gaye ve nizam delilleri şöhret bulmuştur.

a. Hudûs Delili: evrenin yaratılmış olduğu ve her yaratılmışın da bir yaratıcıya muhtaç olduğundan hareketle Allah’ın varlığını ispata çalışan bir delildir.

Kâinatı oluşturan cisimlerin sürekli olarak bir değişim içinde bulunduğu gözlenmektedir. Bu değişim, cansızlardan başlayarak bitkilere, hayvanlara ve insana doğru ilerledikçe giderek hızını artırmaktadır. Dağ, taş, dere, tepe vb. cansız varlıklar ile sistemin büyük parçalarını oluşturan gök cisimleri de bu kanunun içinde yerini alır.

Çevremizde salt gözlem metoduyla bile fark edilebilen bu hareketlilik kâinatın sonradan var olduğunu gösterir. Bu durumda tüm bu varlıkları hareket ettiren ve değişimlerini sağlayan bir gücün olması gerekir. Çünkü madde kendi kendisini var edemediği gibi sebepsiz yere meydana gelmesi de mantıksızdır. Bu akıl yürütmenin bir sonucu olarak o halde tüm varlıkların bir yaratıcının bulunduğu ortaya çıkar.

Kelâm âlimleri bu delili daha çok cevher-araz esasına dayalı bir yöntem içimde ele almışlardır. Buna göre kâinatı oluşturan cisimler bir öz (cevher) ile bu özün taşıdığı vasıflardan (araz) meydana gelmiştir. Bu yapı içinde arazlar kendi başlarına var olamayan nitelikleri oluşturur. Bu nedenle, arazlardan bağımsız varlığını sürdüremeyen cevherlerin de kendi başlarına varlıkları olamaz. Böylece cevher ve arazlardan oluşan cisimlerin var olmak için başka bir varlığa muhtaç olduğu ortaya çıkar ki, O da Allah’tır.

b. İmkân Delili:bir önceki delilin aksine daha çok İslam filozofları tarafından kullanılmıştır. Varlıkları zorunlu (vâcib) ve zorunsuz (mümkün) varlıklar olmak üzere ikiye ayıran bu delile Aristo’da da rastlanmaktadır. Âlimlere göre zorunlu varlık varlığı kendinden olan ve var olmak için bir başkasına muhtaç olmayan varlıktır. Bu özellik sadece Allah’ta mevcuttur.

c. Gaye ve Nizam Delili:teleolojik delil, temelde evrende bir düzenin olduğu ve bu düzendeki her varlığın belirli bir gayeye yönelik olarak yaratıldığı öncülünden hareket eder. Neticede, bu düzenin kendiliğinden meydana gelemeyeceği dolayısıyla da bir yapıcısının olması gerektiği sonucuna ulaşır. Buna göre âlemin varlıklarının belirli bir estetik bütünlük ve uyum içinde işleyişi sonsuz kudret sahibi bir varlığın kanıtıdır. Her şeyi yaratıp nizam veren ve her şeyin varlığını bir ölçüye göre belirleyen O’dur (el-Furkân 25/2).

İbn Rüşd bu delili hikmet ve inâyet delili olarak tanımlanmıştır. Yakın dönemde hızlanan tabiat araştırmaları nedeniyle evrende mevcut bu hassas düzen bütün açıklığıyla keşfedilmiş, dolayısıyla Allah’a giden yolda gaye ve nizam delili giderek ön plana çıkmıştır.

Tabiatı oluşturan tüm varlıklar belirli gayeleri yerine getirmek için önceden üstün özelliklere sahip bir varlık tarafından tasarlanmıştır. Kuş uçması için geniş kanatlarla yaratılmış, yılan sürünmeye elverişli bir yapıda var edilmiştir. Evrenin en küçük canlısında görülen bu nizam hiçbir şeyin başıboş olmadığını, gayesiz ve gelişigüzel yaratılmadığını ispatlamaktadır. Nitekim Allah bir ayette yedi kat göğü kat kat yarattığını ve Rahman’ın yaratışında bir uyumsuzluk ve düzensizlik görülemeyeceğini açık bir dille ifade etmektedir (el-Mülk 67/3).

“İnanmayanlar bilmiyorlar mı ki gökler ile yer önceleri bitişik bir halde iken biz onları ayırdık, canlı olan her şeyi de sudan yarattık? Hâlâ inanmayacak mı onlar?” (el-Enbiyâ 21/30). Bir başka ayette ise yeryüzü için suyun öneminden ve rüzgârların aşılamadaki etkisinden bahsedilmektedir: “Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz yeterli suyu depolayamazdınız” (el-Hicr 15/22).

Aşağıdaki âyette insan evrende Allah tarafından yaratılan bu eşsiz düzen üzerinde düşünmeye çağrılır: “O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır” (er-Ra‘d 13/3-4).

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için deliller vardır” (el-Bakara 2/164).

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığının, insanlar tarafından tabiî olarak kabul edilecek bir konu olarak telâkkî edilmesi ise fıtrat delilinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Buna göre ırkları, ülkeleri, dil ve dinleri farklı olmasına rağmen tarih boyunca bütün milletler evrende hakim bir yaratıcının varlığını zorunlu kabul etmişlerdir.

Allah’ın Birliği (Tevhid)

İslâm dinine “Tevhid Dini” denildiği de bilinmektedir. Bu inancın gereği olarak Allah, hem düşünce hem de davranış boyutunda tevhide zarar verebilecek her türlü fiilden uzak tutulur. Evrende olup biten her şeyi bir olan Allah’a dayandırmak insanı diğer tanrılara bağlılıktan kurtaracağı gibi onun gerçek anlamda özgürleşmesini sağlar. Bu gerçek “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” cümlesiyle Fatiha suresinde (1/4) belirtilmekte ve tüm müslümanlar tarafından günde yaklaşık kırk defa tekrar edilmektedir.

Hıristiyanlar, üçlü bir tanrı anlayışına (Baba, Oğul, Rûhu’l-kudüs) sahiptiler. Yahûdiler ise Uzeyr’i Allah’ın oğlu kabul ederek tevhid ilkesini ihlal etmekteydiler. Kur’an-ı Kerim ehl-i kitabı bu tür inanışlardan sakındırarak bir olan Allah inancı etrafında birleşmeye çağırmıştır (Âl-i İmrân 3/64). İslâm dini kendi tanrı inancıyla bağdaşmayan tüm bu sapmaları ve yanlış anlamaları bertaraf ederek Allah’ın birliğini şüpheye yer kalmayacak bir biçimde açıklamayı hedeflemiştir: “O, doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise O’nu vekil edin” (el-Müzzemmil 73/9) “O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yaşatır, öldürür. O, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir” (ed-Dûhân 44/8). “İlahınız tek bir Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O rahman ve rahimdir” (el-Bakara 2/163).

İslam âlimleri, Allah’ın birliği konusunu naklî deliller yanında aklî delillerle de ispatlamaya çalışmışlardır. Bu konuda, yeryüzünde Allah’tan başka tanrılar olması durumunda tabiattaki düzenin bozulacağını beyan eden ayetlerden (Ayetler için bk. el-Enbiyâ 21/22; el-İsrâ 17/42; el-Mü’minûn 23/91) yola çıkan âlimler “burhân-ı temânû” olarak bilinen bir delil oluşturmuşlardır.

Allah’ın İsimleri ve Sıfatları

a. Allah’ın İsimleri: Tek başına Allah’ın varlığına inanmak, O’nun bütün evreni yarattığını ve idare ettiğini kabul etmek yeterli değildir. Kulluk şuurunun oluşması için O’nun vasıfları hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Allah’ı tanıma konusunda tek bir vasıtamız kalmıştır ki, o da haberdir. Kâinatın yaratıcısı, bilgi edinme yollarından “doğru haber” vasıtasıyla yani vahiyle bizlere tanıtılmıştır.

Son peygamber olan Hz. Muhammed, Allah’tan aldığı talimatla bize O’nu öğretmiştir. Kur’anda Allah’ı en öz biçimde anlatan surelerin başında İhlâs suresi gelir: “De ki O Allah birdir. O Samed’dir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir” (el-İhlâs 112/1-5). Burada bizlere Allah’ın “tasvir”i değil “tavsif”i yapılmıştır. Tasvir “suretlendirmek, şekillendirmek” anlamına gelir ve bir şeyin zihinde çeşitli şekillerde canlandırılması için anlatımlarda bulunmayı ifade eder.

Tavsif ise vasıflandırmak, “bir şeyin özelliklerinden bahsetmek” demektir. Cenâb-ı Hakk’ın tavsifi, varlığına inandığımız zât hakkında bazı manalardan bahsetmektir. 

Allah’ın zâtını duyu organlarıyla kavramak mümkün olmadığına göre O’nun zâtı ve mahiyeti hakkında düşünmek de doğru değildir. Nitekim bir hadiste “Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, fakat zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” buyrulmaktadır. Allah O’nunla ilgili aklımıza ve hayalimize gelen her türlü suretten uzaktır. Bu konuda âlimler arasında “Hatırına gelen her şey, Allah ondan başka bir şey” cümlesi şöhret bulmuştur. Kur’an’da Allah’ın dünya hayatında duyu organlarıyla idrak edilemeyeceği vurgulanmaktadır. “Gözler onu idrak edemez, ancak O gözleri idrak eder” (el- En‘âm 6/103). Allah kalbi mutmain olsun diye kendisini görmek isteyen Hz. Musa’ya bunun mümkün olmadığını belirtmiştir (el-A‘râf 7/143)

İlâhî isimler Yüce Allah’ı tanıtması yanında O’nun kâinâtla ilişkisini kuran manalardır. Allah, el-Hayy isminin gereği olarak canlılara hayat vermiş, onları el-Hâlık ismiyle yaratmış, el-Kâdir ismi ile kâinatın devamını sağlamıştır. Bu isimlerin insan davranışları üzerinde de etkileri bulunmaktadır. Sözgelimi Allah’ın el-Basîr (gören), olduğunu bilen kimse her ortamda davranışlarında dinin belirlediği çerçevenin dışına çıkamaz. Allah’ın es-Semî’ (işiten) olduğuna gönülden inanan kişi, dilini kötü sözden alıkoyar, O’nun er-Rahmân ve er-Rahîm (esirgeyen-bağışlayan) olduğunu kavrayan ise asla ümitsizliğe düşmez, et-Tevvâb (tövbeleri kabul eden) olduğuna inanan ise tövbe kapısından uzaklaşmaz.

b. Allah’ın Sıfatları:Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın zâtı, çeşitli sıfatlarla nitelenmiştir. Allah’a nispet edilen bu manalar, müsbet cümlelerle ifade edildiği gibi menfi cümlelerle de ifade edilebilmektedir.

1. Selbî/Tenzihî Sıfatlar

Bu sıfatlar Allah’ı şânına yakışmayan, acziyet ve eksiklik ifade eden, yaratılmışlık özelliği taşıyan ve bu sebeple de O’ndan nefyedilmesi (tenzih) gereken sıfatlardır. Bu tür sıfatlar sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü ne kadar eksiklik ve acz kavramı varsa, ne kadar yaratılmışlık özelliği mevcut ise o kadar da selbî sıfat var demektir. Selbî sıfatların hedefi her türlü şirk şâibesini bertaraf ederek tevhid inancını tam manasıyla ispat etmek, yaratanla yaratılan arasında ortak bir noktanın bulunmadığını akıllara ve gönüllere yerleştirmektir. Bu nedenle “Hiçbir şey onun benzeri değildir” (eş-Şûrâ 42/11) âyeti tenzih akidesinin özünü oluşturur. İslâm âlimleri, eğitim öğretimde kolaylık sağlamak ve bu vasıfların anlaşılmasını temin etmek amacıyla ayetler ışığında bazı terimler tespit etmişler ve selbî/tenzihî sıfatları şöylece sıralamışlardır.

a) Vücud: Allah’ın varolması, yokluğunun düşünülmemesidir. Allah’ın varlığı kendine özel bir durumdur ve diğer varlıkların vücudundan tamamen farklıdır. Allah’ın vücûd sıfatı aynı zamanda nefsî yani sadece ona özgü bir sıfat olarak tanımlanır.

b) Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcının olmamasıdır. Cenâb-ı Hak bir zamanlar yokken sonradan var olan, başka bir deyişle yaratılan bir varlık değildir. O’nun gerek zâtı, gerek ise sıfatları için sonradan olmuşluk ya da yaratılmışlık söz konusu değildir. O, zâtı ve sıfatlarıyla kadîmdir, ezelîdir. “Evvel O’dur, Âhir O’dur, Zâhir O’dur, Bâtın O’dur. Her şeyi hakkıyla bilen yine O’dur” (el-Hadîd 57/3).

c) Beka: Allah’ın varlığının sonunun olmamasıdır. O’nun varlığı sonsuza kadar (ebedî) devam eder. O, fâni ve ölümlü değildir. O’ndan başka her şey fânîdir, yok olmaya mahkûmdur. Mezar taşlarına yazılan ve “Ölümsüz olan sadece O’dur” ifadesi bu gerçeği dile getirir. bâki kalacaktır” (er-Rahman 55/27).

d) Kıyam binefsihî: Allah’ın kendisiyle kâim olması ve bu hususta başkasına ihtiyaç duymamasıdır. Yüce Allah kendi kendisinin varlık sebebidir. Hâlbuki Allah’tan başka diğer varlıklar, hem var olabilmek hem de belli bir zamana kadar da olsa varlıklarını sürdürebilmek için başka sebeplere ve şartlara muhtaçtırlar. “Her şey fânîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı “Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise zengindir ve övülmeye layık olandır” (el-Fâtır 35/15).

e) Vahdâniyet: Tek ve bir olan, eşi, ortağı bulunmayan. Yukarıda, “Allah’ın Birliği” konusunda da anlatıldığı gibi Cenâb-ı Hak zâtında, sıfatların da, fiillerinde ve ibadet edilmede birdir. Onu eşi, benzeri, ortağı, yardımcısı ya da rakibi yoktur. “Eğer yerde ve gökte O’ndan başka tanrılar olsaydı ikisi de bozulurdu” (el-Enbiyâ 21/212).

f) Muhâlefetün li’l-havâdis: Allah’ın sonradan olan yaratıklara benzememesidir. Allah statü olarak yaratılmışlık özelliği taşıyan her şeyden uzaktır. “Hiçbir şey onun benzeri değildir” (eş-Şûrâ 42/11).

2. Sübûtî Sıfatlar 

a) Hayat: Allah’ın canlı ve diri olmasıdır. Cenâb-ı Hak ebedî ve daimî bir hayatla diridir. Canlılarda hayat vasfının devamı için çeşitli fizikî ve biyolojik şartlara ihtiyaç vardır. Yaratılmışlara ait olan bu şartların hiçbiri yaratan için söz konusu değildir. “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Daima diridir ve yarattıklarını gözetip durandır” (Bakara 2/255).

b) İlim: Allah Teâlâ’nın bilme sıfatıdır. O, gizli-açık, yakın-uzak, küçükbüyük her şeyden sonsuz ve sınırsız olan ilmiyle haberdardır. İnsanların bilgisi zaman, mekân gibi bazı şartlara, bunun gibi göz, kulak vb. vasıtalara bağlı kılınmıştır. Bu açıdan Allah’ın ilmi, insanların ilminden tamamen farklıdır. Allah Teâlâ’nın ilim sıfatı önünde zaman, mekân ve madde engeli bulunmadığı gibi O, bu konuda herhangi bir vasıtaya da muhtaç değildir. “O, her şeyi hakkıyla bilendir” (el-Bakara 2/29).

c) Semî‘: Yüce Allah’ın her şeyi işitmesidir. Allah’ın tüm sıfatlarında olduğu gibi işitme sıfatı da kemal derecesindedir. O, hiçbir vasıta ve şarta bağlı olmaksızın ve hiçbir engele takılmaksızın her şeyi işitir. İnsanlar ise sadece duyma eşikleri içinde bulunan sesleri işitebildikleri gibi bunun için bazı organlara ihtiyaç duyarlar. “Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir” (el-Bakara 2/181).

d) Basîr: Allah’ın her şeyi görmesidir. İnsanlarda görme olayının meydana gelebilmesi için belli fiziki şartların oluşması gerekir. Allah Teâlâ ise herhangi bir şarta bağlı olmasızın her şeyi görür. “Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür” (el-Bakara 2/110).

e) Kudret: Allah’ın her şeye gücünün yetmesidir. Allah’ın varlığına inanan ve bu harikulade kainatın nasıl yaratıldığını tefekkür eden her insan O’nun sonsuz bir kudrete sahip olduğunu şüphesiz kabul eder. “Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir” (Bakara 2/109).

f) İrade: Allah’ın dilemesi ve istemesi anlamına gelir. İrade sıfatı ilâhî fiillerin her hangi bir baskı ve zorlama olmaksızın O’nun arzu ve isteğiyle meydana gelmesi demektir. Evrende bulunan her varlık, O’nun iradesine tabidir. O’nun iradesi olmaksızın kâinatta tek bir yaprak bile kımıldamaz. Bunun gibi O’nun istek ve dilekleri önünde hiçbir engel yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir” (Yasin 36/82).

g) Kelâm sıfatı: Allah’ın konuşma sıfatıdır. Bu sıfatın bir eseri olarak elimizde kelâmullah dediğimiz Kur’ân-ı Kerîm vardır. Bundan öncede Allah insanlığa ilahi kitaplar aracılığıyla konuşmuştur. Allah Teâlâ’nın konuşması insanlarda olduğu gibi harfler, sesler ve konuşmaya yarayan organlar aracılığıyla değildir. Cenâb-ı Hak bunlardan münezzeh ve yücedir. “Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelince Rabbi onunla konuştu” (Araf 7/143).

Sübûtî sıfatlar Allah-âlem ilişkisi açısından önem taşımaktadır. İslam âlimleri Allah’ın âlemle ilişkisini bu sıfatları aracılığıyla sürdürdüğünü söylemektedirler. Bu sıfatlardan ilim, nesne ve olaylar üzerindeki bilinmezlik vasfını ortadan kaldırırken, kudret sıfatı yaratıcının kâinatın yaratılmasına güç yetirmesine olanak tanımakta, irade sıfatı ise ilâhî kudretin mevcut alternatifler içinden birini seçmesinde etkili olmaktadır.

Sıfatlar konusu içinde yeralan bir diğer husus ise naslarda geçen ve zahirî mânalarıyla Allah’a nisbet edilmesi mümkün olmayan kavramlardır. Bunlar sonraki dönem kaynaklarında “haberî sıfatlar” olarak anılmıştır. Ayet ve hadislerde zikredilen el (yed), yüz (vech), göz (ayn), ayak (kadem) gibi kavramlar İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu tarafından İslâmiyetin tenzih inancına uygun bir şekilde yorumlanmıştır.

3. Fiilî Sıfatlar

İlâhî sıfatlar içinde Allah-kâinat-insan ilişkisini ifade edenler, fiilî sıfatlar grubunu oluşturmaktadır. Bu sıfatlar da diğer sıfatlar gibi sonsuz olup daha çok “yapmak, yaratmak ve oluşturmak” anlamlarına gelen tekvîn kavramıyla ifade edilmektedir.

Matüridî âlimler tekvîn sıfatını sübûti sıfatlara dahil ederken, Eş’arîler onu müstakil bir sıfat olarak görmemişlerdir. Onlara göre fiili sıfatlar doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve irade sıfatlarının fonksiyonlarıdır.

Yukarıda da geçtiği üzere kâinatta mevcut oluşum, Allah’ın ilim, kudret, irâde ve yaratma fiillerinin bir sonucudur. O, yoktan varettiği kâinatı başıboş bırakmamış, hayatın sürekliliği adına müdahaleyi sürdürmüştür.

Kâinatta gerçekleşen her fiil, Allah’ın onu bilmesi, dilemesi ve kudretiyle yaratmasının bir sonucudur. Bu husus Kur’an’da şöyle bildirilmektedir:“Yaratmayı ilkin başlatan da tekrar eden de O’dur. Bu iş O’na pek kolaydır” (el-Ankebût 29/19).

Kaynak:DHBT ve AÖF sınavlarına hazırlanmak amaçı ile İslam İnanç Esasları 3. Ünite özeti www.dhbtdersleri.com sitesi adına Cüneyt Sönmez tarafından yazılmıştır.

Allah İnancı – İslam İnanç Esasları 3.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir