İlk Dönem Kelâmî Şahsiyetler – Kelama Giriş 3.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

Yabancı din ve kültür mensuplarıyla karşılaşmalar neticesinde gerek merak, gerek İslam’ı savunma amacıyla daha teorik konulara girilmiş; sıfatların, halku’l-Kur’ân gibi konular tartışılır olmuş; bazı kişilerce Allah’ın sıfatları inkâr edilmiş, bu düşüncenin uzantısı olarak Kur’ân’ın mahlûk olduğu iddia edilmiştir.

Felsefî eserlerin tercümeleri bir takım kimselerin, iman esasları etrafında o döneme kadar ifade edilmemiş farklı konuları, farklı içerik ve üslupla ifade ve izah etmelerini de beraberinde getirmiş oldu. Nasslarda zikredilen müteşabih ifadelerin farklı ve aşırı yorumlanmaları mesela teşbih ve tecsime düşen anlayışları ortaya çıkardı.

Hasan-ı Basrî ve Ebû Hanîfe gibi Ehl-i Sünnet’in öncü ve makbul olarak kabul ettiği şahsiyetlerle Ma’bed el-Cühenî, Cehm b. Safvân, Ca‘d b. Dirhem, Gaylân ed-Dımaşkî gibi Ehl-i Sünnet tarafından bidat düşüncelerin öncüleri olarak kabul edilen şahsiyetler ele alınacaktır.

Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi kelâmcılar da ilk dönemde gelmiş olmalarına rağmen Mu‘tezile içinde anlatıldıkları için burada kendilerinden söz edilmeyecektir.

MA’BED el-CÜHENÎ

Kaderin olmadığı, ezelde kulların fillerinin belirlenmediği fikrini toplumda yüksek sesle ilk ortaya atanın Ma’bed el Cühenî’dir (80/699). Gaylân ed- Dımaşkî (ö. 120/738 civarı) de bu konuda benzer fikirleri savunmuştur.

İki şahsın kader konusunda müslümanlar arasında ilk defa konuşanlar olmaları, kaderi inkâr ederek insanı fillerinde hür kabul etmeleri ve insanı kudret sahibi olarak görmeleridir. Bu iki zatın kader ile ilgili görüşleri Kaderiyye mezhebinin aslını teşkil etmiş, bu görüşü benimseyenlere kaderî denilmiştir.

Kader ile ilgili bu görüşlerin ortaya çıktığı dönemde Ebû Hureyre (ö. 59/ 678), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Enes b. Mâlik (ö. 93/712) gibi büyük sahabîleri henüz hayattaydı. Onlar bu gelişme karşısında kendilerinin böylelerinden uzak olduklarını ilan ettiler. Sorular karşısında da bu fikri savunanlara selâm verilmemesi, cenaze namazlarının kılınmaması ve uzak durulması tavsiyesinde bulundular.

Ma’bed, eylemci bir kişiliğe sahipti. Basra’ya intikalinin ertesinde Emevî hükümdarlarının ilâhî adalet adına yaptıkları zulümlere karşı çıktı ve başlatılan isyan hareketine katıldı. Hasan-ı Basrî’nin isyana katılmaması yönündeki telkinlerini de dikkate almadı. Ma’bed’in, isyanın ardından Mekke’de yaralı olarak ele geçirildiğinde Hasan-ı Basrî’nin tavsiyelerine uymadığından dolayı pişmanlığını dile getirdi. Buna rağmen Haccâc’ın kader ve kaza konusundaki alaycı soruları karşısında fikrinin arkasında durdu ve yılgınlık göstermedi. Siyasî düşünce ve faaliyetleri sebebiyle idama mahkûm edildi.

Öyle görünüyor ki, onun kaderi yok saymasının ardında yatan neden Emevîlerin keyfî yönetim şekli ve haksız uygulamalarıdır. Çünkü onlar bu haksız uygulamalarının sorumluluğunu kadere yükleyerek işten sıyrılmak istiyorlardı. Buna karşılık Ma’bed, hangi konumda olursa olsun insanların kendi yapıp-ettiklerinden sorumlu olduğunu söylüyordu.

GAYLÂN ed-DIMAŞKÎ

Başlangıçta Gaylân’ın Emevî halifeleriyle yakın ilişkisi vardı. Ancak sonraları kaderi inkâr düşüncesine gitti. Bu fikrini halka açıklayıp onları yönetime karşı kışkırttı, Emevîlerin parasal politikalarını eleştirdi. Daha da ileri giderek Emevî halifeliğini tanımadığını ilan etti. Bu da onun idamını getirdi.

Gaylân, kelâm ilmi ve tarihi bakımından, Kaderiye ve Mu‘tezile’nin benimsediği prensipleri daha önce ortaya koyması bakımından önem arz eder. Nitekim Mu‘tezile’nin “el-usûlü’l-hamse” diye anılan beş temel prensibine temel teşkil eden görüşleri ilk önce o dile getirmiştir. Öte yandan onun ilâhî sıfatların zatın aynı olduğu ile Kur’ân’ın yaratılmış olduğu şeklindeki görüşleri Mu‘tezile’nin tevhid prensibinin temelini oluşturmuştur. Aynı şekilde onun, irade hürriyeti konusundaki fikirleri Mu‘tezile’nin adalet prensibinin teşekkülünde önemli rol oynamıştır. Bu yüzden, Kaderiye’nin öncülerinden sayılmakta, Ma’bed el-Cühenî’den sonra ikinci önemli isim olarak anılmaktadır.

Gaylân, imâmet konusunda liyakat ve vasıf ilkelerine ağırlık vermiştir. Bununla o, Emevîler’e karşı bir siyasî muhalefet sergilemiştir. Ona göre halife Kitap ve Sünneti iyi bilmelidir. Ümmet üzerinde ittifak ettiği takdirde Kureyş’e mensup olmayan bir kişi de halife olabilir.

CA‘D b. DİRHEM

Tabiûn neslinden olup, İslam düşünce tarihinde ilâhî sıfatlar, halku’l-Kur’ân ve insanların fiilleri gibi itikadî konuları ilk defa tartışmaya açan kelâmcılardan biridir.

Cehm b. Safvân’a ilâhî sıfatların reddi ve Kur’ân’ın yaratılmış olduğu konusunda tesir etmiştir. Ca‘d b. Dirhem’in bazı kelâmî görüşlerini şu noktalarda toplamak mümkündür:

1- Allah Teâlâ’nın zatı dışında kadîm olarak kabul edilebilecek birtakım sıfatları yoktur. Eğer Allah’ın kadîm sıfatları bulunsaydı bu, Allah’tan başka kadîm varlıkların kabul edilmesi demek olduğu için tevhidi ortadan kaldırırdı.

2- Allah, yaratıklara asla benzemez. Buna göre dinî metinlerde zikredilip de Allah’ı yaratıklarla benzerlik taşıyacak şekilde niteleyen “yed”, “vech”, “ayn” gibi tabirlerin Allah’ın zatına yaraşır biçimde tevil edilmeleri gerekir.

3- Kur’ân-ı Kerîm kadîm değil hâdistir, yaratılmıştır.

4- İnsanın fiilleri tamamen kendisine aittir; o, fiil işleme gücüne (istitâat) ve iradesine özgürce sahiptir.

Kendisine nisbet edilen görüşlerin ona ait olup olmadığını, ayrıca eski kültürlerden ne ölçüde etkilendiğini belirlemek oldukça güçtür. Bununla birlikte Ca‘d’in, inançla ilgili konuları aklın ışığında açıklamaya çalışan ilk kelâmcılardan olduğunda şüphe yoktur.

CEHM b. SAFVÂN

Cehmiyye fırkasının kurucusudur. Cehm’in, sıfatların inkârı, Kur’ân’ın yaratılmışlığı ve insan iradesini kabul etmeme (cebr) gibi düşünceleri en belirgin özelliklerini oluşturur. Onun adıyla anılan Cehmiyye mezhebi, insan iradesini inkârı ve tam bir cebr anlayışı cihetinden Cebriye ile sıfatların inkârı yönünden Mu‘tezile ile örtüşür.

Cehm, çağdaşı Ebû Hanîfe ve Vâsıl b. Atâ ile de fikir alışverişinde bulunmuş ve talebeleriyle tartışmıştır. Ayrıca ünlü tefsirci Mukâtil b. Süleyman ile de münazaralarda bulunmuştur. Onun görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:

1. Ulûhiyet: Cehm b. Safvân’a göre, Allah’a subutî ve haberî sıfatlar nisbet edilemez. Allah yaratıklara ait hiçbir sıfatla nitelendirilemez. Zira bu durum, teşbih, yani Allah’ı kullara benzetme anlamına gelir.

Allah’tan başka her şey sonradan yaratılmıştır. Allah, ezelde âlim ve kâdir sıfatlarına sahip değildir. Çünkü ezelde ilâhî ilim ve kudrete konu teşkil edecek bir nesne bulunmamaktadır. Dolayısıyla Allah’ın ilmi hâdistir; bu sebeple bir varlığı yaratmadan önce onun hakkında bilgi sahibi değildir. Çünkü var olmamış bir şeyi bilmek imkânsızdır. Her şeyi kuşatan sınırsız varlık olan Allah’ın bir yere inmesinden de (nüzul) söz edilemez. Kur’ân ve hadîslerde Allah hakkında zikredilen “yed”, “vech” vb. tabirler, zahirî manalarına alınamazlar. Bunlar akla uygun bir biçimde te’vil edilmelidir.

Allah’ı yaratıklara benzetmekten kurtulmak için Allah’a vücûd sıfatını bile isnat etmekten kaçınacak derecede aşırı bir tenzih anlayışı geliştiren Cehm b. Safvân’ın görüşleri daha ziyade ölümünden sonra yayılmış ve bir müddet müstakil bir fırka olarak Cehmiye adıyla devam etmiştir.

2. Halku’l-Kur’ân: Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesidir. Allah’ın sıfatları ve halku’l-Kur’ân hakkında ilk defa konuşan Ca‘d b. Dirhem olmuştur. Cehm b. Safvân, bu görüşleri ondan almış ve sistemleştirmiştir. Cehm b. Safvân’a göre Kur’ân mahlûktur. Zira kelâm yapılan, edilen, sonradan olma bir fiildir. Bu fiil cisimlerle birlikte bulunur. Dolayısıyla cisim olmaktan münezzeh olan Allah’a nisbet edilemez.

3. Kaza Kader: Cehm, kulların mutlak cebr altında olduklarını öne sürmektedir. O, insanın hiç bir gücünün olmadığını, fiillerinde mecbur olduğunu, fiillerini icra ederken hiçbir iradesinin bulunmadığını, onları Allah’ın yarattığını ileri sürmüş, fiillerin insana izafe edilmesinin mecazî olduğunu iddia etmiştir. Zira insanın fiilleri Allah tarafından takdir edilmekte ve yaratılmaktadır. İnsanın yaptığı fiiller, suyun akması, havanın cereyan etmesi, taşın ve yaprağın düşmesi gibidir.

4. İman: Cehm’e göre iman, Allah’ı bilmek, küfür ise bilmemektir. Diğer bir deyişle iman kalbin marifetidir, bilgisidir; tasdik olmaksızın Allah’ı ve Hz. Peygamberin haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir. Kim Allah’ı hakkıyla bilir ve tanır, daha sonra diliyle inkâr ederse, küfre düşmüş olmaz. Çünkü ilim ve marifet, inkâr ile yok olmaz.

İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel diye kısımlara ayrılamaz. Zira kalbin tasdiki, zihnin karar vermesinden başka bir şey değildir. Marifetin dışında kalan dil ile ikrar, organlarla amel imandan değildir. İman, gerçekte sadece hakkıyla ma’rifettir.

5. Ahiret: Cehm b. Safvân’a göre Allah, ahirette görülemeyecektir. Zira bir şeyin görülebilmesi için onun cisim olması; bir yön ve mekânda bulunması gerekir. Allah Teâlâ cisim olmadığı ve bir yönde bulunmadığı için görülemez. Öte yandan Cehm’e göre kabir azabı, sırat ve mizân da yoktur. O, Cennet ve cehennemin ebedî değil fani olduğunu, oraya gireceklerin bir süre sonra yok olacaklarını ileri sürmüştür. Cennete girenler, oradaki nimetlerden bir müddet faydalandıktan, cehenneme girenler de belli bir müddet oradaki azabı tattıktan sonra cennet ve cehennem son bulacaktır. Cennet ve cehennemin daimî bir ebedîliği söz konusu değildir. Çünkü evveli olmayan bir sonsuzluk düşünülemeyeceği gibi, sonu olmayan bir sonsuzluk da düşünülemez. Kur’ân’da cennet ve cehennemim ebedîliğiyle ilgili ifadeler hakikî değil, tekit ve mübalağa içindir.

6. Akıl-Nakil: Cehm, nasları serbest bir akılcılıkla yorumlamaya çalışan; akılla nassın çatışması halinde aklın esas alınması ve nassın buna göre te’vil edilmesi gerektiğini savunan ilk kelâmcılardan biridir. Onun, nasslar karşısında aklı yanılmaz bir hakem kabul ettiği anlaşılmaktadır. O, nakil olmadan, akılla iyi ve kötünün bilinebileceği görüşündedir.

EBÛ HANÎFE

Ebû Hanîfe Numan b. Sabit (80-150/699-767), h. 80 yılında Kûfe’de doğmuş, 150 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. O, Hanefî mezhebinin imamı ve büyükbir müctehiddir.

Ebû Hanîfe’nin kelâm ilmi ve metoduna yaklaşımının gerçekte ne olduğuyla ilgili bazı görüşler ileri sürülmüştür. Onun kelâmı öğrenilmesi caiz olmayan ilimlerden saydığı, hatta başta oğlu Hammâd olmak üzere öğrencilerine bu ilimle uğraşmayı yasakladığı, insanlara kelâmın kapısını aralayan Amr b. Ubeyd ile birlikte biri tenzihte, diğeri teşbihte olmak üzere iki aşırı ucu temsil eden Cehm b. Safvân ile Mukâtil b. Süleyman’ı sert bir şekilde tenkit ettiği söylenmiştir.

Ebû Hanîfe’nin, hayatının belli bir döneminden sonra fıkhî konularla fazlaca meşgul olması, kelâmı ilgilendiren meselelerle ilgilenmeyi caiz görmemesinden değil, akaide dair temel esaslar üzerinde görüşlerini ortaya koyduktan sonra bu alandaki çalışmalara fazla ihtiyaç hissetmemesinden, ayrıca çözüm bekleyen fıkhî-amelî meselelerin çokluğundan kaynaklanmış olmalıdır. Vefatından önce öğrencilerine yaptığı tavsiyeleri ihtiva eden el- Vasiyye ile er Risale’sinin itikadî meselelere dair olması kelâmî konularla ilgisini kesmediğini gösterir.

Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerinden özellikle, Ebû Yûsuf, Ebû Mutî el- Belhî ve Ebû Mukâtil es-Semerkandî gibi talebeleri tarafından yazılıp nakledilen el-Âlim ve’l-müteallim, el-Fıkhu’l-ekber, el-Fıkhu’l-ebsat, er-Risâleel-Vasıyye adlı beş akaid risalesi aracılığıyla haberdar oluyoruz. Ayrıca tabakât ve menâkıb kitaplarından da onun görüşlerini tesbit etmek mümkündür.

Ebû Hanîfe’nin akâid konularındaki görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:

1. Ulûhiyet: Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır. Her insan, mahlûkat üzerinde düşünerek Allah’ın var olduğunu idrak edebilir. Bundan dolayı dinî bir davetle karşılaşmasa bile yetişkin ve akıllı her insan, Allah’a inanmakla mükelleftir.

Allah’ın ilim, irade, hayat, kudret, kelâm, sem’, basar gibi zatî; yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme gibi fiilî sıfatları vardır. Akıl yürütmek suretiyle Allah’a isim ve sıfat nisbet edilemez; O sadece zatına nisbet ettiği isim ve sıfatlarla nitelendirilebilir. Allah’ın sıfatları zatından ayrı düşünülemez. O’nun bütün isim ve sıfatları ezelî olup hiçbiri hâdis değildir.

Allah’ın fiilî sıfatları ezelî olmakla birlikte bu sıfatların teallukuyla meydana gelenler (meful) hâdistir. Allah Teâlâ, sayı itibariyle değil eşi ve benzeri bulunmaması itibariyle birdir. Allah Teâlâ, zat ve sıfatları itibariyle yaratıklara ve sıfatlarına asla benzemez. Nasslarda Allah’a isnad edilen yed, nefs, vech, nüzul gibi sıfatların keyfiyeti bilinemez. Bu sıfatlara nasıl oldukları ve ne anlama geldikleri bilinmeksizin öylece iman edilir. Bunların te’vil de yapılamaz.

2. Halku’l-Kur’ân: Ebû Hanîfe’ye göre Kur’ân, Allah kelâmı olup mahlûk değildir, fakat Kur’ân’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur. Bununla birlikte Allah’ın kelâmı olan Kur’ân mahlûk değildir.

3. Kader: Kâinatta meydana gelen her şey Allah’ın takdiri ve kazasına göre cereyan eder. Zira Kur’ân ve hadîslerde her şeyin yaratılmadan önce yazıldığı ve meydana gelen şeylerin bu yazıya göre gerçekleştiği açıkça belirtilmiştir. Allah Teâlâ, hayır olsun ve şer olsun vuku bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmiş ve ilmine göre vasfederek levh-i mahfuza yazmıştır. Bununla beraber O, müminleri imana, kâfirleri de küfre zorlamamış, herkese fiillerini iradeleriyle gerçekleştirme imkânı vermiştir. Zira Allah, herkesin kaderini, kendi iradeleriyle gerçekleştirecekleri şekilde yazmıştır. Bundan dolayı kişi annesinden mümin veya kâfir (mutlu veya bedbaht) olarak doğmaz; kendi irade ve kudretiyle mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir. Kullarda fiillerini serbestçe yapabilme iradesi vardır; kul fiil yapmayı diler ve onu gerçekleştirir. Bununla birlikte kulun fiillerini yok iken varlık alanına çıkaran, onları yaratan Allah’tır. Kula, fiillerinin yaratıcısı vasfını vermek doğru değildir. Allah, kulun fiilinin halıkı, kul ise gücünü hayır veya şer yönünde kullanmakla fiilinin kâsibidir; Allah yaratandır, kul ise kendi iradesiyle yaptığı fiilinin iyi ya da kötü sorumluluğu üstlenendir.

4. Peygamberlik: Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de haktır. Hz. Peygamberin ayın yarılması (inşikâku’l-kamer) ve mi’rac mucizesi haktır, gerçektir. Peygamberler şirkten, büyük ve küçük günahlardan korunmuştur. Ancak onların küçük hatalar (zelle) işlemeleri mümkündür.

5. Ahiret: Kabir azabı haktır, gerçektir. İnsanların ölümden sonra diriltilmeleri ve amellerinin tartılması haktır. Müminlerin günahları sebebiyle âhirette tâbi tutulacakları muamele ise Allah’a kalmıştır. O, dilerse affeder, dilerse azaba uğratır. Sadece peygamberlerin ve naslarda haklarında açıklama bulunan kimseler doğrudan cennete gireceklerdir. Allah Teâlâ, dilediği şekilde ve keyfiyeti bizce bilinmeyen bir tarzda müminler tarafından cennette görülecektir.

6. İman-Amel İlişkisi: Ebû Hanîfe’ye bir insanda imanın gerçekleşmesi için onun şüpheden arınmış kesin bilgiye sahip olmasının yanı sıra bu bilginin doğruluğunu kesin olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak açıklaması gerekir. İman için bunların hiçbiri tek başına yeterli değildir. Aksi halde kalben tasdik etmedikleri halde inandıklarını söyleyen münafıkların ve Hz. Muhammed’in gerçek peygamber olduğunu bilmelerine rağmen nübüvvetini tasdik etmeyen Ehl-i kitap’ın mümin sayılması gerekir.

Ebû Hanîfe’ye göre günah işlemek mümini imandan çıkarmaz. Çünkü Kur’ân’da, zina eden ve adam öldürenler, kendilerinden iman vasfı alınarak zikredilmiş değillerdir. Hz. Ali de kendisiyle savaşanları mümin olarak adlandırmıştır. Eğer günah işlemek mümini imandan çıkarmış olsaydı şirkten sonra günahların en büyüğü sayılan adam öldürme fiilini işleyenleri Hz. Ali’nin kâfir kabul etmesi gerekirdi. Mümin bir kimsenin kararlı bir ifade ile “ben gerçekten müminim” demesi gerekir; zira iman şüphe kabul etmez.

7. Tekfîr: Ebu Hanîfe’ye göre insanların kendi beyanları, ibadet şekilleri ve dinî alâmet sayılan kıyafetleri tekfir sebebi olabilir. Mümin olduğunu söylese de, ilâhî sıfatlan inkâr eden veya bunları yaratıkların sıfatlarına benzeten, kadere inanmayan, Kur’an’da açıkça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur’an’ın bir harfini bile inkâr eden kimse tekfir edilir.

Kur’an’ı tefsir veya te’vil ederek ümmetin çoğunluğuna aykırı da olsa hükümler çıkaranlar yahut Hz. Peygamber’e nispet edilen hadîslere dayalı bazı itikadî hususları tevatüren gelmediği için kabul etmeyen kimseler tekfir edilemez.

8. İmamet: Ebû Hanîfe’ye göre devlet başkanı, müminlerin bir araya gelip istişarede bulunmaları yoluyla seçilmelidir. Hz. Ali, muhalifleriyle olan anlaşmazlıklarında haklıdır. Ali evlâdı, hilâfete, idareyi zorla ellerine geçiren Emevî ve Abbâsîlerden daha lâyıktır. Bu kanaatine bağlı olarak Ebû Hanîfe, İmam Zeyd’in ve Ehl-i Beyt’e mensup kişilerin mevcut idareye karşı giriştiği mücadeleleri meşru kabul etmiş, hatta onlara destek vermiştir.

HASAN-ı BASRÎ

Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), 21/642 yılında Medine’de doğdu. Babası ve annesi azatlı köle idiler. Bu yüzden mevâlîden sayılır. Annesi Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme’nin azatlısı ve hizmetkârıydı. Ümmü Seleme onunla yakından ilgilendi ve iyi yetişmesi için her türlü imkanı sağladı.

Hasan-ı Basrî, Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahâbînin duasını almıştır. Hz. Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya gitmiş ve oraya yerleşmiştir. Hasan-ı Basrî, ilmi ve zühdü ile tabiûnun en önde gelen simalarındandır.Pek çok sahabeden ilim almakla birlikte en çok Enes b. Malik’ten istifade etmiştir. Talebeleri arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b. Ubeyd. Vâsıl b. Atâ, Malik b. Dinar gibi alimler bulunmaktadır.

Hasan-ı Basrî’nin itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:

1. Ulûhiyyet: Allah Teâlâ’nın kemal sıfatları vardır, onlarla nitelendir. Allah Teâlâ ahirette müminler tarafından görülecektir.

2. Kader: Hasan-ı Basrî, Emevî idaresinin, siyasî iktidar ve icraatlarını meşrulaştırmak için bunların ilâhî irade doğrultusunda gerçekleştiğini iddia etmeleri karşısında öğrencileriyle birlikte mücadele vererek kulların kendi iradeleriyle yapmış olduğu fiillerin ilâhî takdirin zorlayıcı tesiri altında gerçekleşmediğini savunmuştur. Hasan-ı Basrî, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan’a yazdığı kaza kader içerikli mektupta, Selefin inancına aykırı olarak ortaya çıkan cebir telakkisini eleştirmektedir. Mektuba bakıldığında Mu‘tezile’nin kader konusunda muvafık kaldığı bir içeriğe sahip olduğu görülür.

Hasan-ı Basrî hakkında yapılan yeni araştırmalarda onun kader konusunda Mu‘tezile ile aynı görüşleri paylaşmadığı; bilakis, kaderin işlenen günahlar için bir mazeret olarak ileri sürülemeyeceğini vurguladığı belirtilmektedir. Bu açıdan bakıldığında bu görüşlerinin Ehl-i Sünnet anlayışıyla bağdaştığı söylenebilir.

3. Peygamberlik: Kadınlardan peygamber gönderilmemiştir. Hz. Peygamber’in isrâ ve mi’racı bedenen değil ruhen gerçekleşmiştir.

4. Âhiret: Hz. İsa, kıyametin kopmasından önce canlı olarak bulunduğu gökten inecek ve herkes ona iman edecektir. Kalbinde iman bulunup da günahlarının cezasını çekmek üzere cehenneme giren kimseler ilâhî şefaat sayesinde oradan çıkacaklardır. Ergenlik çağına girmeden ölen kâfir çocukları cehenneme girmeyecektir.

5. İman-Amel İlişkisi: Hasan-ı Basrî, gerçek imanın kişiyi dinin buyruklarına itaat etmeye sevk ettiğini belirtmektedir. Amelsiz imanın bir değeri yoktur. Bu sebeple iman artar ve eksilir. Büyük günah (kebire) işleyen kimse münafıktır. Ancak buradaki “münafık” kelimesini gerçekte kâfir anlamına dinî manada değil sözlük anlamında değerlendirmek gerektiği belirtilmektedir. Nitekim Hasan-ı Basrî’nin büyük günah işleyeni mümin olarak kabul ettiğini nakledenler de olmuştur.

DHBT Dersleri olarak DHBT Sınavlarında Bu Üniteden Mutlak Manada Soru Çıkmıştır. O yüzden Kelam’a Giriş dersimizin bu ünitesine ait çalışmamızı eksiksiz yapmamız gerekmektedir.

İlk Dönem Kelâmî Şahsiyetler – Kelama Giriş 3.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir