İslâm Ahlâk Teorileri – İslam Ahlak Esasları 3.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

Ahlâkın konusu olan iyi ve kötü, doğru ve yanlış, faziletler ve reziletler üzerine düşünme çoğu insanın zaman zaman yaptığı eylemdir. Bunlar plansız ve programsız, derinlemesine araştırma yapmaksızın olabileceği gibi, daha derinlikli ve sürekli bir çabaya dayalı, kavramsal analizlerle de yapılabilir. Birinci şekli günlük hayatımızda hemen herkes yapabilir, ama ikinci şekli belirli bir bilgi ve birikim gerektirdiği için düşünürler tarafından icra edilir. Böyle ahlâkın temel kavramlarını, ilkelerini ve kurallarını temellendiren düzenli ve tutarlı açıklamalara ahlâk teorisi denilir. Müslüman âlimlerin bu çerçevedeki fikri teemmüllerine de İslâm ahlâk teorisi denmektedir.

Ahlâk teorileri geliştiren düşünürler şu temel soruları dikkate alarak görüşlerini ortaya koymuşlardır.

1. İnsan nedir?

2. İyi ve kötü fiiller nelerdir?

3. Bir fiili iyi veya kötü yapan özellikler nelerdir?

4. Hangi sebeplerden dolayı iyi davranışlar tercih edilir, kötü davranışlardan da kaçınılır?

5. İyiyi gerçekleştirmek için insan ne yapmalıdır?

Ahlâk tek başına bir disiplin olmakla birlikte aynı zamanda pek çok ilim dalının kesiştiği ortak bir alandır. Bunun için bu konuda fikir yürüten İslâm düşünürleri de pek çok alanda söz sahibi önde gelen âlimlerdir. Bunların pek çoğu filozof, fakih, muhaddis, mütekellim ve mutasavvıftır. Bazen tek bir alimin bu sıfatlardan birkaçını kendi üzerinde taşıdığını da görürüz.

İSLÂM AHLÂK TEORİLERİ

İslâm düşünürlerinin ahlâk teorilerini farklı şekillerde tasnif etmek mümkünse de biz burada bunları önce iki grup altında toplayacağız: A. Kuralcı ahlâk teorileri; B. Karakterci ahlâk teorileri.

Ahlâk hakkında yazı yazan müelliflerin bir kısmı eserlerinde ahlâki ilke ve kuralları, K. Kerim’den iktibaslar ve Hz. Peygamber’in sözleri ve hayatından hareketle, önermeler veya davranış tasvirleri şeklinde ifade etmişlerdir. “Yalan söylemek kötüdür.” “Sadaka iyidir.” “Bozgunculuk yapma” gibi. Çok sayıda ahlâk kitabı Hz. Peygamber’in siretini -ilgili ayetleri de zikrederek- kendisine konu olarak seçmiştir. Bu tarz eserlere refakat eden diğer bir tür daha gelişmiştir ki, bu eserlerde Hz. Peygamber tarafından emredilen, tavsiye edilen veya yasaklanan fiillerin ahlâki konumları ve bunun makul gerekçeleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu tür eserler daha çok muhaddisler, fakihler ve kelam âlimleri tarafından yazılmıştır. Bu âlimler için tayin edici olan iyi ve kötü fiillerin ilke ve kurallarının bilgisidir. Akıl ve irade sahibi varlıklar olarak insanlar bu bilgiyle kendi hayatlarını düzene sokabilirler.

İkinci bir grup müellif ise iyilik ve kötülüğü insanın bir sıfatı olarak ele alır. Bunlar için birinci tarz eserlerde derlenen ilke ve kurallar meleke kazanma sürecinde önemli olsa da-, amaç, ahlâki faziletlerin insanın karakterinin bir parçası, yani ikinci tabiatı haline gelmesidir. O zaman iyi fiiller ahlâklı insandan düşünme ve plan sonucunda değil, kendiliğinden sadır olur. Bir anlamda ilke ve kurallar iyi insana yetişme sürecinde yol gösterirken, iyi insan veya kâmil insan ahlâki davranışın kurallarını belirleme konumuna gelir.

Bu yolu benimseyenler için önemli olan faziletli insanın özelliklerinin neler olduğunu ve nasıl yetişeceğini tespit etmektir. Bu tür eserler öncelikli olarak sufiler tarafından telif edilmişler; ama zamanla filozoflar da daha farklı bir kavramsal çerçeve ile ahlâk hakkında, ahlâklı insanı keşfetme amacına matuf nazari sistemlerini geliştirmişlerdir. İnsanın ne olduğu (mahiyet) problemi ahlâk alanının önde gelen meselelerinden olup, ahlâkla ilgili diğer pek çok mesele bununla irtibatlı olarak ele alınmıştır.

İnsan Nedir ?

İnsan mutlak iyi olmasa da, kötü değildir. İyiye de kötüye de meyyal olmakla birlikte, hayra daha yatkındır. İslâm ahlâkçılarının, Hıristiyanlığın itikad konularından birisi olan “ilk günah veya asli günah” meselesi gibi bir meselesi yoktur.Canlı varlık olmaları açısından bütün insanlar aynıdır ve herkes fıtraten eşyanın gerçeklerini tanıma kabiliyetindedir (istidad). İnsan cismani tarafıyla hayvanlara, ruhani tarafıyla da meleklere benzetilir. İnsan aklını ve iradesini “doğru bilgi”ve “salih amel” için kullanırsa ruhi ve ahlâki yüceliğe ulaşır ve insan olarak değer kazanır. İnsanın yaratılmasıyla ilgili bir başka soru da onun niçin yaratıldığıdır.

Bu soruya meşhur ahlâk âlimi Ragıb el İsfahani şu şekilde cevap verir: Allah yeryüzündeki her şeyi bir amaca yönelik yaratmıştır. Eğer o amaç olmasaydı, o varlık yaratılmazdı. İnsan da üç türlü görevi yerine getirmesi amacıyla yaratılmıştır:

1. Yeryüzünü imar etme. Bu görev sayesinde insan hem kendisinin, hem de başkalarının geçimini sağlar.

2. Allah’a ibadet etme.

3. Allah’ın halifesi olma. Yeryüzünde Allah’ın halifeliği görevini ifa, dinin ahlâki ilkelerini kullanarak insanın gücü ölçüsünde Yaratıcının emirlerine uyma şeklinde icra edilir. Bir varlık hangi amaç için yaratılmışsa, onun değeri ancak uğruna yaratıldığı vazifeyi hakkıyla yerine getirmesiyle tamamlanır. Değerini yitirmesinin nedeni de o amacın dışına çıkması veya yerine getirememesidir. İnsan da Allah’ın halifesi olmaya, ibadete ve yeryüzünü imara uygun bir varlık olma özelliğini yitirirse değerini kaybeder (İsfahani, 2003).

A. Kuralcı Ahlâk Teorileri

Kuralcı ahlâk teorilerinin ortak özelliği bunların ahlâki davranışları önermeler, emir ve yasaklar veya iyi ve kötü fiillerin tasviri şeklinde ifade etmeleridir.
“Yalan söylemek kötüdür.”
“Cömertlik iyidir.”
“Yalan söyleme”
“Dosdoğru ol”
“Hz. Peygamber muhatabı konuşurken onu dikkatlice dinler, sözünü kesmezdi.” gibi.

İslâm düşünürleri arasında genellikle hadisçi, müfessir, fukaha ve kelamcıların ahlâk alanında telif ettikleri eserler bu kategoride incelenebilir. İlk üç grup ahlâki konularda geleneksel, gramatik, edebi ve linguistik kullanımlara dayanarak Kur’an ve hadislere dayalı yorumlar ortaya koyar. Bunların eserleri İslâm ahlâkının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dini prensipleri içerir. Bu üç grubun Kur’an ve hadislerin ahlâki prensiplerini izah edip temellendirmeye çalıştıkları oranda ahlâki alana girmelerinden dolayı bu tür ahlâki yaklaşımlara “nassi ahlâk” da denmektedir (Fahri, 2004,s. 29).

Kelamcılar ve Fıkıh Usulü âlimleri ise naslarda verilen ahlâki ilke ve kuralların makul gerekçelerini, birbirleri ile irtibatlarını ve bunlar hakkında konuşulurken kullanılan iyi ve kötü (hasen ve kabih), ihtiyar ve irade gibi kavramların tanımlarını yapmaya çalışmışlardır. Bu çerçevede zaman zaman muhataplarının kültür ve inançlarını da dikkate alarak, onlarla onların “bildikleri dilde” konuşmayı uygun bulmuşlardır.

I. Nassi Ahlâk Teorisi :Nassi ahlâk teorilerin ortak özelliği ahlâki davranışları izah ederken haram, helal, emir, yasak, yükümlülük, sorumluluk gibi kavramları ön planda tutmalarıdır. Burada belirleyici olan, insanların Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda şekillenen davranış normlarıdır. Ahlâki ana kavramları iyikötünün yerine burada helal-haram çerçevesinde sevap-günah alır. Bunun iki cephesi vardır: Birincisi insanın diğer insanlarla ilişkisi; diğeri de insanın Allah’la ilişkisi. Birinci cephe her zaman olmasa da bazen hukukun alanıyla da ilgili olabilir. Mesela hırsızlık haramdır, dolayısıyla da günahtır. Fakat doğrudan başka bir insana yönelik bir davranış olduğu için de hukuki boyutları olan bir konudur. İkinci cepheye örnek verecek olursak: Farz bir ibadet olan namaz kılmak aynı zamanda helaldir. Neticesinde sevap kazanılır. Fakat diğer insanları ilgilendiren bir konu olmadığı için mesela bir vakit kılınmadığında hukuki sonuçlar doğurmamakla birlikte insan günaha girer. Günah ve sevabın muhakemesi ise sadece Allah iledir.

Nasslarda “doğru” ve “yanlış” için pek çok terim kullanılır: hayır, birr, kıst, iksat, adl, hakk, ma’rûf ve takva. Doğru fiiller genelde “salihat”; yanlış ve günah fiiller de seyyiat olarak isimlendirilir. Seyyiat ise günah ve kötülük terimiyle ifade edilir. Doğru ve iyi terimleri genellikle uhrevi bağlamlarda kullanılır. Bu amellerin işlenmesiyle ahirette mükâfata hak edilir. Ayrıca aynı zamanda Allah’ın rızası ve sevgisi de kazanılır. Kur’an-Kerim’de bir taraftan mükâfat ve ceza yaptırımı, diğer taraftan ilahi sevgi ve rızanın dile getirilmesi, daha sonraları ortaya çıkan ahlâk ekolleri arasında farklı tartışmalara neden olmuştur. Fakihler ve kelamcılar, özellikle de Mu’tezililer mükâfat ve ceza üzerine vurgu yaparlarken, sufiler daha ziyade Allah’ın sevgisini ön plana çıkarırlar. “İyilik ve doğru nedir?” sorusuna Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir cevap verilir: “İyilik (birr) yüzünüzü doğu ve batıya çevirmeniz değildir. İyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanmak; sevdiğin malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere vermek; köleyi esaretten kurtarmak; namaz kılmak ve zekât vermektir. Ahitleştiği zaman sözlerini yerine getirenler; sıkıntı, zorluk ve tehlike zamanlarında sabredenler; işte bunlar inançlarında samimi olanlar ve gerçek muttakilerdir” (Bakara/2: 177).

II. Kelamdaki Ahlâk Teorileri

1. Mutezilenin Ahlâk Teorisi : Mu’tezile’nin üzerinde ittifak ettiği beş esas prensip vardır. Ahlâk ilmi açısından bunların en önemlisi adalet ilkesidir. Adalet ilkesi Allah, insan, insanın fiilleri ve Tanrı-insan ilişkisi gibi hususlarla ilgilidir. Bu prensibe göre Allah adil olup insanlara asla zulmetmez. Ahirette adil bir şekilde ödüllendirilip cezalandırılabilmesi için, insanın dünyada iyi ve kötü davranışlar arasında tercih yapabilme gücüne sahip olması gerekir. İnsan kendi fiillerinden sorumludur.

Onun davranışları üzerinde Allah’ın bir müdahalesi yoktur. Aksi takdirde ilahi irade ile vuku bulan bir fiilden insanın sorumlu tutulması, Allah’ın adaletine ters düşer ve bu da zulmü doğurur. Bundan dolayı Allah’ın adaletinin gerçekleşmesi, insanın fiillerine bizzat kendisinin karar vermesine ve kendi iradesi ile onları yapmasına bağlıdır. Dolayısıyla insanların fiillerini yaratan Allah değil, insanların kendileridir.

Mu’tezile öğretisindeki beş esas prensip (usul-i hamse) şunlardır:

1. Tevhid

2. Adalet

3. Emir bi’l-ma’ruf nehiy ani’l-münker: Kötülüğe karşı koymak ve iyiliği emretmek, bunun için çalışmak bütün Müslümanların üzerine farzdır.

4. Vaad ve va’îd: Allah’ın iyilik yapanlar mükâfatlandırması, kötülük yapanları cezalandırması zorunludur. O’nun tövbe etmedikçe hiç kimseyi affetmesi mümkün değildir.

5. Menzile beyne’l-menzileteyn: Büyük günah işleyenler ne Müslüman ne de kâfir sayılırlar, bu ikisi arasında bir konumdadırlar. Bunun için ahirette ne cennet ne de cehenneme giderler; bu ikisinin arasında A’raf denilen yerde tutulurlar.

Mu’tezile’ye göre bilgi zaruri ve mükteseb (kazanılmış) olarak ikiye ayrılır. Zaruri bilgi de ya idrak ile ya da akıl yoluyla elde edilir. İdrak ile elde edilen bilgi ayrıntılara ait olup, bu en açık bilgi türüdür. Zira idrak ile bilinen bir şeyi ispat etmek için delile ihtiyaç duyulmaz. Acı, sıcak ve soğuk hakkındaki bilgimiz bu türdendir. Akıl ile ise genel hakikatlerin bilgisine ulaşılır. Bununla ulaşılan zaruri bilgiye örnek olarak zulmün ve yalan konuşmanın kötü olduğunun bilinmesi verilebilir. Bu tür zaruri bilgi akıl ile akıl sahibi herkes tarafından elde edilir. Zaruri bilgi vahye dayanmaz, çünkü onun bilgisi Allah’ı bilme ve O’na inanmaktan önce gelir. Zorunlu olarak bilinen ahlâki hakikatler akıl sahibi herkes tarafından kabul edilir.

Kazanılmış (mükteseb) bilgi ise ancak akıl yürütme ile edinilebilir. Akıl yürütmenin özü fikirdir. Kazanılmış bilgi delillere dayanan (istidlali) bir bilgi türüdür ve değişmez mutlak bir karakteri vardır. Mu’tezile’ye göre hem zaruri bilgi, hem de mükteseb bilgi, edinme yolları farklı olsa da, kişiden kişiye değişmez. Kazanılmış bilginin vahiy ile elde edilen özel bir türü daha vardır: Vahiy ile elde edilen ahlâki bilgiler zaruri değil, mükteseb bilgi türündendir. Vahyi bilgi, akli delillerle doğrulanmak zorundadır. Vahiy ile bilinen hükümlerin içeriği ve geçerliliği, ancak Allah’ın hakîm (hikmet sahibi) olduğunun ve ahlâken kötü olanı işlemeyeceğinin aklen bilinmesine bağlıdır.

Mu’tezile’ye göre insan aklının ahlâki değerler hakkındaki bilgisi zorunlu bilgiler grubuna girer. Mutezili kelamcılar ahlâki vazifelerin iyiliği ve gerekliliği hakkındaki bilgilerin akli bilgiler olduğunu kabul etmişlerdir. Bununla birlikte onlara göre vahyin de çeşitli fonksiyonları vardır: vahiy ya akılla belirlenen temel ahlâk kurallarını doğrulamakta, ya da aklın karar vermekte yetersiz kaldığı kurallar hususunda ona açıklayıcı bilgiler vermektedir. Vahyin diğer bir fonksiyonu da ahlâki vazifelerin sosyal hayata tatbikinde görülür.

Çünkü Allah ahlâki vazifelerini yerine getirenlere sevap vaad ederken, bunları yapmaktan kaçınanları da ceza ile korkutmaktadır. Ayrıca Allah’ın bir şeyi yasaklamış olması, yasaklanan şeyin kötülüğüne; emretmesi de emredilen şeyin iyiliğine delalet eder. Yoksa birinin kötülüğünü, diğerinin iyiliğini vacib kılmaz. Allah’ın iyi bir kulu olabilmek için akılla bilinen doğru ve yanlışı bir tarafa bırakıp, Allah’ın belirlediği değerlere uymak hürriyet açısından problemli gözükse de ilahi adalet açısından sorunlu değildir. Çünkü sonuçta Allah’ın insanların uyması için ortaya koyduğu kurallar, adaleti gereği zaten iyi olmak durumundadır.

Mu’tezileye göre ahlâki değerler mutlaktır, bu değerler fiillerin değişmez nitelikleridir. Onlara göre akıl ve din fiillere değer yüklemez, yalnızca onlarda zaten bulunan nitelikleri açığa çıkarır. Böylece aklın iyi ve kötü, görev ve sorumluluk konularında ulaştığı bilgiler kesindir. Bu bakımdan Mu’tezile’ye göre ahlâki hükümler ile estetik hükümler birbirinden farklıdır. Estetik hükümlerin psikolojik ve sübjektif olmasına karşılık, ahlâki hükümler, akli teemmülle ulaşılan objektif hükümlerdendir. Mesela insanlar bir sanat eserinin güzelliği hakkında farklı hükümler verebildikleri halde, hırsızlık ve yalanın kötülüğü hakkında aynı görüştedirler. Ahlâki değerler konusundaki insanlardaki farklı kanaatler bu değerlerin izafiliğinden (göreceli) değil, bilgi eksikliği gibi başka sebeplerden ileri gelir.

Mu’tezile’ye göre iyi ve kötüyü aklıyla bilen insan aynı zamanda istitaat sahibi olmalıdır. İstitaat “bir fiili yapma ya da terk etme gücü” anlamında olup, insanda fiile teşebbüs etmeden önce bulunur. Bu güce sahip olmayan insanın yükümlü tutulması bir zulümdür, dolayısıyla kötülüktür. İyi-kötü gibi ahlâki değeri olan fiiller ancak güç ve kudret sahibi insanın isteyerek, iradi olarak yaptığı davranışlardır.

Mu’tezile’ye göre insan iyi (hayır) ve kötüden (şer) birini hür iradesiyle seçme ve yapma gücüne sahiptir. Onlara göre iki türlü şer vardır: Ahlâki şer ve tabii ya da metafizik şer. İrade hürriyeti sadece ahlâki şer için söz konusudur. Tabii şerde insan iradesi ve gücünün etkisi olmayıp, sadece Allah’ın takdirine bağlıdır. Bunlara örnek olarak hastalık, kıtlık ve çeşitli afetler gibi zarar ve musibetlerden kaynaklanan kötülükler verilebilir. Onlara göre tabii şerrin Allah’a nispet edilmesi O’nun adalet ve hikmetine zarar vermez. Zira Allah, kullarını kendi faydaları ve iyilikleri için mükellef kıldığı gibi aynı maksatla onlara musibetler de verebilir. Bu musibetler bir suçun karşılığı olabileceği gibi insanların farkına vardığı veya varamadığı hayırlar taşıyor da olabilirler. Bunlar bizi bu dünyada başka kötülüklerden koruyacağı veya ölümden sonra Allah tarafından karşılığı verileceği için yine bizim faydamıza olacaktır.

Mu’tezile’de bir fiilin ahlâken iyi veya kötü olduğuna karar verirken o fiilin sağladığı fayda (menfaat) ile verdiği zarar esas alınmaktadır. İnsan aklı, fiillerin neticesinde ortaya çıkacak fayda ve zararı ölçebilecek güçtedir. Bir fiilin ahlâki kötülüğünün nihai ölçüsü acı ve ıstıraptır. Zulüm, başkasına karşı yapılan zararlı fiildir. Zarar ise kendinde herhangi bir fayda olmayan her türlü acı ve ıstıraptır.

Mu’tezile adaleti fayda ile tarif ederken, faydayı da haz, sevinç veya bunların ikisini birden veren şey olarak görür. Salah kavramını fayda ile eş anlamlı kullanan Mu’tezile, Allah’ın insanların faydasına olan şeyi (salah) emretmeye; zararına olanı da yasaklamak zorunda olduğuna inanır. Ayrıca Allah insanları onların kudretini aşan şeylerden sorumlu tutmaz (teklif mâ lâ yutak).

Kısacası Mu’tezile’ye göre ahlâki değerler, objektif bir varoluşa sahiptir ve akıl, ağacın yaprağının yeşil olduğunu veya taşın sert olduğunu bildiği gibi vahiyden bağımsız olarak bu değerleri kavrayabilmektedir. Akılla kavranan ve Allah’ın iradesinden bağımsız, objektif bir varlığa sahip ahlâki değer anlayışı bu ekole “rasyonalist” sıfatı kazandırırken, kelamcılar arasında ise bir takım tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

2. Eş’ari Mezhebindeki Ahlâk Teorisi : Eş’ariliğin kurucusu olan Ebu’l-Hasan el-Eş’ari önceleri Mu’tezili bir görüşe sahipti. Sonradan onlarla çeşitli konularda görüş ayrılığına düştü. Bunlardan birisi de kulların fiilleri, yani ahlâk alanındadır. Aslında Eş’ari genel bir ahlâk teorisi ortaya koymaktan ziyade muhalifi olan Mu’tezili âlimleri tenkit etmiş ve fikirlerini bu çerçevede yoğunlaştırmıştır. Kendinden sonraki Eş’ari mezhebindeki düşünürler onun temel görüşlerini sistemleştirmişlerdir.

Ebu’l-Hasan el-Eş’ari Mu’tezile’ye üç ana meselede karşı çıkmıştır: 1. Halku’l- Kur’an: Kur’an-ı Kerim’in yaratılması; 2. Ru’yetullah: Allah’ın görülmesi 3. Kulların fiilleri.

Eş’ari’ye göre insan, fiillerinin yaratıcısı değildir. Hayır ve şerrin yaratıcısı Allah’tır. Şerrin Allah tarafından yaratılması bir zulüm sayılamaz, zira fiiller Allah’a nispetle bir değer taşımaz. Değerler de fiillerin değişmez nitelikleri değildir. İyi ve kötü, Allah’ın emir ve yasaklarıyla belirlenir. Şu halde sadece insanlara nispetle ve ancak emir ya da yasak şeklindeki bir hitaptan, yani vazifenin tevcih edilmesinden sonra fiiller değer kazanır ve mükellefiyet gerçekleşir.

Mu’tezile’nin ahlâk teorisinde, değerlerin objektif varlığı ve Allah’ın zaten mevcut olan iyiyi emretme ve zaten var olan kötüyü de yasaklayacağını söylemek, Allah’ın mutlak olan iradesini sınırlamaktadır. Ayrıca iyi ve kötünün fiillerin değişmez vasıfları olduğunu söylemek de kolayca savunulabilir bir iddia değildir. Nitekim Kadı Abdülcebbar gibi daha geç dönem mutezili âlimler bu konudaki iddialarını yumuşatmışlardır. Ayrıca insanın, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu iddiası da, sorumluluğunu temellendirmek amacıyla söylense de, maksadını aşan neticeler ortaya çıkarmaktadır.

Bu neticelerden birisi, insan fiillerinin sanki Cenab-ı Hakk’ın tasarruf alanı dışında kaldığı gibi bir düşüncedir. Halbuki, insan fiilleri dahil hiçbir alan Cenab-ı Hakk’ın kudreti ve tasarrufu dışında değildir. Eş’arî mezhebinin özellikle üzerinde durduğu husus, aklın kendi başına herhangi bir şeyi ahlâki veya dini olarak vazife haline getiremeyeceğidir. Akıl sadece olanı bilir; olması gerekeni, insanın ahlâki olarak neleri yapıp, nelerden uzak durması gerektiğini bilemez.

İnsan hiçbir eğitim almadan matematikle ilgili bazı bilgileri edinebildiği halde bir davranışın iyi mi kötü mü olduğunun bilgisine kendiliğinden ulaşamaz. Çünkü ahlâki bilgiler doğruluğunu yaygınlığından alan bilgilerdir. Eş’ari kelamcıların çoğu sorumluluk sahibi failin fiillerini şöyle sınıflandırırlar: Vacib, haram, sünnet, mekruh ve mubah. Şayet Allah’tan herhangi bir emir veya yasak varit olmasaydı, insan hiçbir şekilde herhangi bir yükümlülüğe tabi olmayacaktı.

Bunun anlamı, insanlar kendi aralarında zaman zaman bazı kurallar üzerinde uzlaşacaklar; sonra bunları değiştirip, bir dönem iyi dediklerine, daha sonra kötü diyebileceklerdir. Bu ise kelimenin tam anlamıyla ahlâki rölativizm demektir. Yani Mutezilenin zannettiği gibi fiillerin insan aklı tarafından algılanabilen değişmez ahlâki nitelikleri olmadığı gibi, akıl da kendinde iyi ve kötünün bilgisini taşımamaktadır. İyilik ve kötülüğün tek ahlâki temeli ilahi buyruklardır. Buna göre hiçbir şey kendi zatından dolayı iyi veya kötü değildir. Allah’ın iradesinden bağımsız, objektif ahlâk değerleri yoktur. Allah’ın emrettiği şey ahlâken iyi; yasakladığı da kötüdür. İnsanın ahlâki vazifesini belirleyen Allah olduğu için, temel ahlâk değerlerini koyan da O’dur. İnsan aklı, Allah emrettikten sonra, O’nun emirlerindeki iyiliği, bunun dışındaki uygulamaları da dikkate alarak, fark edebilecek durumdadır. Aklın bu özelliği, insanın muhatab ve mükellef olmasının da esasını teşkil eder. Eş’ari’ye göre fiil, “failin, yoktan kasıtlı olarak varoluşa geçirdiği şeydir.” Bunu gerçekleştiren fail de Allah’tır. İnsan fiilleri zorunlu ve kazanılmış (müktesep) olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanın elinde olmadan yaptıkları, zorunlu olanlardır: felçlinin sallanması, korkanın titremesi gibi. Böyle olmayan bütün fiilleri de kazanılmış türden olanlardır. Eş’ari’ye göre insanın zorunlu ve kazanılmış fiillerinin tümünü Allah yaratmıştır. Kazanılmış fiillerde iki fail vardır: Bunlardan birisi o fiili hakikati üzere yaratan Allah; diğeri de kazanan (kesbeden) insandır. İnsan kazanılmış türden bir fiilde bulunmak istediği zaman Allah o fiili kazanma ve icra etme gücünü insanda yaratmaktadır. Kazanılmış fiiller insanda yaratılmış bir güç ile meydana gelmektedir. Kazanılmış fiillerde söz konusu olan kazanmanın hakikati, bir şeyini o şeyi kazanan insandan, yaratılmış bir güçle meydana gelmesidir. Eş’ari insanın ahlâki sorumluluğunu, onda yaratılmış olan kazanma gücü, yani kesb ile açıklamaktadır.

Eş’ariler istitaat (ahlâki güç) konusunda da Mu’tezile’den farklı düşünür. Onlara göre istitaat insanda sürekli var olan bir vasıf değildir. İstitaat “Allah’ın insanda fiili işlemekte olduğu anda ve ancak o fiili yapmaya elverişli olarak yarattığı, bu sebeple zıt değerde iki fiilden birini serbestçe kullanmaya elverişli olmayan bir kudrettir.” Bu durumda insan sadece gücünü kullanabileceği fiili seçip yapabilir.

3. Maturidî Mezhebindeki Ahlâk Teorisi : Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerinden ikincisini teşkil eden Maturidiyye’nin kurucusu Ebu Mansur el-Maturidi gerek Mu’tezili gerekse Eş’arî ahlâk teorilerinin yüz yüze kaldığı problemlere karşılık getirdiği izah tarzı ile kendine has orijinal bir ahlâk teorisi geliştirmiştir. Maturidi, ahlâki sorumluluk ve yükümlülüğün temellendirilmesinde Eş’ari’ye, ahlâki değerler konusunda da Mu’tezile’ye yakın görünür. İnsan fiillerinin kimin tarafından yaratıldığı sorusuna verdiği cevapla meseleye yeni bir boyut kazandırmıştır.

Ona göre ahlâki olanlar da dâhil insan fiilleri bir yönden Allah’a ait, diğer yönden de insana aittir. İnsan fiillerini Allah yaratır, insan da bu fiilleri kesbeder (kazanır). Fiillerin Allah tarafından yaratılması gerçeği ise insana o fiilleri yapma konusunda bir zorunluluk yüklemez. Herkes fiillerinde hür olduğunu hissi olarak bildiği için bu tür bir zorunluluk mümkün değildir.

Maturidi ahlâk teorisinde insan fiilleri, yaratma yönünden Allah’a, kazanma yönünden kişiye ait olup, insan hür iradesiyle bunları seçmekte ve eyleme dönüştürmektedir. Bu durumda Allah’ın fiilleri, insanın seçmesi sonunda yarattığı anlaşılmaktadır. İnsanın ahlâki sorumluluğu da ondaki bu seçme hürriyetinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar fiiller Allah’ın irade ve kudretiyle varlık alanına geçmekteyseler de, bu fiillerin iyilik ve kötülük vasıflarından birisini kazanması, insanı sorumlu hale getirmesi ve müeyyideyi gerektirmesi insanın bu fiile olan ahlâki irtibatıyla ilgilidir.

Maturidi’nin ahlâk teorisinde ahlâki fiiller ikiye ayrılır:

1. kendinde iyi veya kötü olanlar;

2. bir ihtiyaca, duruma, başlangıç ya da sonuca göre iyi veya kötü olanlar. Maturidi’ye göre iyilik, kötülük gibi ahlâki değerler ilk gruba dâhil olup, Allah’ın emrinden bağımsız objektif bir var oluşa sahiptir. İnsan bu değerleri aklıyla kavramaktadır. Yani temel ahlâk ilkeleri vahiyden bağımsız akıl ile tespit edilebilmektedir. Ancak aklen sabit olan ahlâk ilkeleri ile vahiyle bildirilenler arasında tam bir uyum vardır. Burada akıl iyinin, kötünün, güzelin ve çirkinin kendisiyle kavrandığı bir ölçüdür. Ahlâki iyiliklerin ve kötülüklerin bilinmesinde akıl yeterli olsa da insanın maddi ve manevi şartları aklın doğru karar vermesine engel olabilmektedir. Aklın kavradığı ahlâki değerler alanında vahyin fonksiyonu, aklın doğru karar vermesini güçleştiren durumlarda ona yardım etmektir.

İkinci grup ahlâki fiillere gelince: bunlar aklın herhangi bir şekilde zorunluluk veya imkânsızlık yüklemediği; iyiliği de kötülüğü de aklen mümkün olan fiillerdir. Buradaki ahlâki iyilik veya kötülük şartlara göredir. Bunların iyiliği Allah’ın emretmesi, kötülüğü de yasaklamasıyla bilinir ki bu durumda peygambere ihtiyaç duyulur. Bozgunculuk yapanlardan intikam alınması ve hayvanların kurban edilmesinin iyiliği bu türdendir. Akıl ile belirlenen iyilik ve kötülüklerin vahiyle emir ve yasak şeklini almasındaki amaç insana nefsiyle mücadelesinde yardımcı olmak hedeflenir. Ahlâki alandaki sevap ve ceza, iyilikleri yapmaya teşvik, kötülükleri yapanı da korkutmak içindir (Kılıç, (1992), s. 121-124).

Mutezile, Eş’arilik ve Maturîdîliğin temel ahlâki ilkeler ve kuralların neler olduğu hususunda aralarında bir fark yoktur. Aralarındaki fark, iyi ve kötü olduğu bilinen ilke ve kuralların nasıl temellendirileceği noktasında ortaya çıkmaktadır. Mu’tezile’nin özellikle Allah’ın birliğini vurgulamak ve O’nun adaletini daha anlaşılır kılmak için yaptığı vurgu bazı sorunlar ortaya çıkarmış; bu sorunlar muhtelif âlimler tarafından müzakere edildikten sonra, zamanla aşılmıştır. İnsanın sorumluluğunu vurgulamak için geliştirilen ve kısaca “kul fiilinin yaratıcısıdır” ve “Allah insanı ancak gücünün yettiğiyle sorumlu tutabilir” ifadeleri, amaç olarak anlaşılabilir ifadeler olmakla birlikte, maksadını aşan iddialar olarak görülebilir.

B. Karakterci Ahlâk Teorileri

Felsefe ve tasavvufun ahlâk anlayışını nassi ve kelami ahlâktan ayıran nokta ilk gruptakilerin ahlâkı önermelerden oluşan bir norm olarak ele almaktan ziyade onların ahlâkı bir yeti veya meleke olarak görmeleridir.

Farabi, İbn Sina ve Gazali’nin ortak ahlâk tarifine göre ahlâk “insan nefsinden, düşünüp taşınmaya gerek kalmaksızın, bir takım fiillerin ortaya çıkmasını sağlayan  melekedir.” Filozoflar meselenin akli ve teorik tarafına ağırlık verirken mutasavvıflarda seyir ve sülûk önem kazanmaktadır.

I. Felsefi Ahlâk Teorisi : Ahlâki konularda eserler veren Müslüman filozoflar Yunan felsefesinden üstlendikleri bazı düşüncelerle İslâm akaidi arasında bir terkibe gitmişlerdir. Temeli Kur’an ve Sünnet’e dayalı olan İslâm ahlâkını Yunan felsefesinin tarif ve tasniflerinden istifade ederek sistemleştirmeye çalışmışlardır (Aydın, (1989), s. 10). Ancak burada nassların (Kuran ve hadis) bağlayıcılığını ihmal etmeyip bilinçli olarak reddetmeseler de, onlar için temel bağlayıcı şey felsefi delillerdir.

Ahlâk tartışmalarını bazen Kur’an’dan ayetlerle destekleseler de, tartışmalarının neticesini temelde dedüktif (tümdengelimli) akıl yürütmenin verileri belirler. Kelamcılar nassların kendi anladıkları şekliyle önemini açığa çıkarıp savunmak amacıyla dedüktif süreçten istifade etseler de, filozoflar esas itibariyle bu sürecin rehberliğini esas alır ve en fazla da bu sürecin nassla uyumunu kabul ederler (Fahri, (2004), s. 18-19). Filozoflara göre hakikatin nihai belirleyicisi akıldır.

İslâm felsefesinde ahlâk, “nefiste yerleşik olan melekeler” şeklinde tarif edilir. Bu melekeler sayesinde fiiller insandan herhangi bir fikri ve iradi gayrete ihtiyaç kalmadan kolaylıkla sadır olur. Eğer bu melekeler iyi olursa insandan faziletler, kötü olursa reziletler meydana gelir. Ahlâk ilminin temel vazifesi de bu noktada ortaya çıkar: nefis hakkında bilgiler vermek ve nefsi kendisinden faziletli fiiller ortaya çıkacak şekilde terbiye etmektir. Bundan dolayı İslâm felsefesinde ahlâk tıbbın bir kolu olarak görülür; Ahlâk ruhani bir tababettir (et-tıbbü’r-ruhanî).

Hemen hemen bütün İslâm filozoflarına göre ameli felsefe veya hikmetin üç ana konusu vardır: Ahlâk, tedbirü’l menazil ve siyasetü’l-müdün. Bunlardan birincisi bireyin nasıl kemale ereceğini, ikincisi ahlâkı aile içerisinde, üçüncüsü de şehirlerin veya ülkenin ahlâklı ve faziletli yönetimini ele alır.

Yukarıda ele alındığı gibi ahlâkla ilgilenen çoğu Müslüman düşünürün yaptığı gibi felsefede de “ahlâk nedir” sorusundan önce “insan nedir” sorusuna cevap aranır. Daha sonra insanın nereden gelip nereye gideceği (mebde ve mead), akibetinin ne olacağı sorularına cevaplar aranırken insan için neler değerlidir sorusuna gelinir. Nelerin değerli olduğu sorusu “ahlâki değer nazariyesine”, nelerin yapılması gerektiği sorusu da “ahlâki mükellefiyet nazariyesi”ne götürür. Değer nazariyesinde “saadetçi” (mutluluk) bir tavır takınan Müslüman filozoflar ahlâki mükellefiyet nazariyesinde de “gayeci”dirler. Onlara göre kendi başına (bizatihi) iyi olan tek şey saadettir. Yani saadet mutlak hayırdır (iyi). İnsan neyin iyi olduğuna karar verince, fiillerini hangi gayeye yöneltecekleri de belli olur (Aydın, (1989), s. 12)

Ahlâki kemal anlamına gelen ameli kemal, erdemlerin kazanılmasıyla gerçekleşir. İnsan aklının bilfiil olmasıyla da nazari kemale ulaşır. Ahlâki kemal ile nazari kemalin birleşmesiyle de mutluluk ortaya çıkmış olur. İyi ve mutluluk. Filozoflara göre “iyi” üç gruba ayrılır: Kendiliğinden iyi; başka bir şey için, yani vasıta olarak iyi; hem vasıta hem de gaye olarak iyi. Bunlara örnek olarak sırasıyla mutluluk, servet ve bilgi verilebilir. Mutluluk kendi başına iyi kabul edilince bütün insani fiiller buna göre değerlendirilip mutluluğa ulaştırdığında iyi, şikâyete sebep olduğunda da kötü denebilir.

Buradaki mutluluk günlük kullanımındakinden daha farklı bir anlam taşımaktadır. Müstefad akıl seviyesine ulaşan insandaki düşünme ve bilme gücü faal akıl ile birleşir ve bu yolla hakikatin bilgisine sahip olur. İnsan bu bilgiye göre davranınca ahlâki kemale ulaşır ve mutluluk ancak böylece gerçekleşir. Bu dünyada nefis bedene, yani maddeye kuvvetle bağlı olduğu için bu saadeti tam anlamıyla idrak edemez. Böyle bir idrakin olabilmesi için nefsin bedenden ayrılması ve ruhani olan âleme, yani ahirete göçmesi gerekir. Bu da şu anlama gelir: Ebedi mutluluğa ancak ölümden sonra ulaşılabilir (Aydın, (1989), s. 12).

Ahlâk ve toplumsal-siyasi hayat. Yukarıda zikredildiği gibi Müslüman filozoflar tarafından ahlâk çoğunlukla siyasetin içinde ele alınır. Bunların başında da el-Medinetü’l-fazıla isimli eserin sahibi Farabi gelir. O’na göre insan tabiatı gereği toplumsal bir varlık olduğu için siyaset olmadan ahlâki erdemler toplum hayatında gerçekleşemez. Ahlâk ve siyaset birlikteliğinin amacı ise erdemli toplum ve ruhun ebedi saadetidir. Vahyin de asıl amaçlarından birisi “bir takım sünnetler ortaya koymak ve toplumların buna uymasını sağlamaktır.” Bu bağlamda İbn Miskeveyh gibi bazı filozofların zühd hayatına müspet bakmadıkları, hatta sufilerin bazı uygulamalarını eleştirdikleri görülür.

Farabi’de devlet şekilleri veya yönetim tarzları, kendi başına iyinin ne olduğu sorusuna verilen cevaba göre sınıflandırılır: fasık şehir, dalalette olan şehir vs. şeklinde. Fasık şehirdekiler doğrunun ne olduğunu bildiği halde ona göre amel etmeyenlerdir. Fasık, bilgi yönünden erdemli insana, davranışları bakımından da cahil insana benzer. O hakiki saadet yerine dünya zevklerini gaye haline getirir ve toplumdaki her şeyi bu gayeye göre düzenler.

Dalalette olan şehirdekiler de gerçek mutluluk yerine başka şeyleri mutluluk diye kabul etmiş veya ikna edilmiştir. Bunun gibi iyilik ve mutluluğu şeref ve itibarda, para ve servette, hâkimiyet ihtirasında vs. arayan şehirler mevcuttur. Bunların hepsi cahil şehirler olup, hiçbiri gerçek manada ahlâk toplumu değildir. Gerçek mutluluğa ancak doğru fikirlerin ve doğru davranışların bulunduğu “Erdemli Şehir”de (el-medinetü’l-fazıla) ulaşılabilir. Böylece İslâm felsefesinde toplumların, siyasi yönetim biçimlerine göre “cahil toplum” veya “erdemli toplum” vasfını aldıklarını görürüz.

II. Tasavvufî Ahlâk Teorisi: Ahlâkın pratik ve manevi yönüne en fazla önem veren düşünce ekolü tasavvuftur. Kelam ve felsefe ekollerinin tartıştıkları nefs, faziletler ve reziletler, insanın fiilleri, irade hürriyeti vs. konularında sufiler de pek çok görüş serdetmekle birlikte onlar bu konuları daha başka bir seviyede gündeme getirmişlerdir. Mutasavvıflar eserlerinde “kalbin amelleri” denilen takva, vera, niyet, ihlâs gibi dini-ahlâki erdemlerin önemi üzerinde ısrarla durmuşlar, hatta bu erdemleri ihmal ettikleri gerekçesiyle fukaha ve kelamcıları şiddetle eleştirmişlerdir. Hemen bütün sünni mutasavvıflar tasavvufi hayatta ibadet ve zikir gibi kulluk faaliyetleri kadar ahlâki faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu göstermişlerdir. Tasavvuf ahlâkında insanın ruhu meleğe, nefsi de şeytana benzetilmiştir.

Sufilere göre hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Bu yüzden ahlâki kötülükler ancak riyazet ve mücahede yoluyla nefsin kötüye meyletmesini engellemek ve onu kötü
huylardan arındırmak suretiyle önlenebilir. Tasavvufta şeytana benzetilen nefis, nefsin henüz terbiye edilmemiş halidir.

Bu nefse nefs-i emmâre bi’s-sûi (kötülüğü emreden nefis) denilmektedir. Bu nefis zamanla kendisinden kaynaklanan sorunların farkında varıp, kendi kendisini eleştirmeye başlarsa yeni bir nitelik ve yeni bir isim alır: nefs-i levvâme (kendi kendisini eleştiren nefis). Bu eleştiri başarılı olup, insan iyilikleri yaparak, kötülüklerden uzak durmaya başladıkça, nefis te yeni mertebeler kazanır (nefs-i mutmaine, nefs-i raziye ve nefs-i marziyye gibi). Bu mertebeler çeşitli sufiler tarafından beş, yedi ve daha fazla olarak ifade edilmiştir ki, aradaki farklar daha çok teferruatla alakalıdır.

Hürriyet. Tasavvufta hürriyet, felsefe ve kelamda ele alındığı şekliyle ahlâkın hareket noktası değil, gayesidir. Tasavvufi ahlâkta nefsin arzu ve isteklerine karşı verilmesi istenen mücadele insanın hürriyetiyle ilişkilendirilir. İnsanın ahlâki mükemmelliğe ulaşması ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi arzuların kurtulma mücadelesi aynı zamanda iradeyi hür kılma çabasıdır. İnsanın şuurunu meşgul eden, Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığını düşünen bazı büyük sufiler cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir. Asıl hürriyet kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet Allah’a tam kul olmaktır. Tasavvuftaki “fakr” makamı hürriyeti de ihtiva eder. Zira fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmaması değil, hiçbir şeyin insana sahip olmamasıdır. Bu bakımdan hürriyet ahlâkın hareket noktası değil, gayesidir.

İrade, Tasavvuf ahlâkında kelam ve felsefede de olduğu gibi önemli rol oynamakla birlikte, kullanıldığı bağlam tamamen farklıdır. Burada insan iradesi tamemen Allah’ın iradesine bağlıdır. Öyle ki sufinin kendi iradesinden söz etmesi bile tasavvufi ahlâkla bağdaşmaz. Ancak bu iradenin reddedilmesi ve yok sayılması değil, aksine çok önemsenmesi ile alakalıdır.

Tasavvufta irade, tabir caizse, istememeyi istemek ve istekler karşısında, onlar üzerinde kolayca tasarrufta bulunma melekesi elde edilinceye kadar, dikkatli ve uyanık olmak anlamına gelmektedir. İrade her aklına geleni yapmak değil, aklına gelen ve mümkün olan şeyler konusunda kendisini bağımsız ve özgür hale getirmek olarak anlaşılmıştır.

Tasavvuftaki tevhid ve tevekkül ilkeleri sufilerin insan fiilleri hakkındaki yaklaşımlarını da etkilemiştir. Sünni mutasavvıflar bu konuda genellikle ehl-i sünnet kelamcıların görüşlerini benimsemekle birlikte tevhidi “bütün yaratılmışların her türlü davranışlarının Allah’tan olduğunu bilmek” tarzındaki tasavvufi yorum onları bu konuda, en azından zahiren, cebriyeye yaklaştırır (Çağrıcı, 2006, s. 118-119).

Tasavvuf ahlâkının temel özellikleri olarak şunlar sayılabilir: Nefs mertebelerine dayalı (nefs-i emmare, levvame, mülheme, mutmaine, raziye, marzıyye, kâmile) nefs tezkiyesi ve terbiyesine özel önem atfetmek. Özel riyazet, uzlet vb. teknikler uygulayarak, ahlâki-manevi gelişimi dinamik ve hiyerarşik bir haller ve makamlar süreci olarak yaşamak. Toplumsal hayata ve dünyevi nimetlere –bunlara bağımlı olmadan da yaşanabileceğini, dolayısı ile bunları mutlaklaştırmanın yanlış olduğunu fark edinceye kadar- nispeten ilgisiz (uzlet, inziva, zühd, hürriyet vb.) kalabilmek, en azından bunların gönlünde yer etmesine izin vermemeye çalışmak.

İnsan hürriyetini daha ziyade, nefsanî arzu ve içgüdülerin, bunlara dayalı ihtiyaçların baskısından azade kalabilmek olarak yorumlayıp gerçekleştirmeye çalışmak. Sevgi ve hoşgörüyü hem ahlâki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin başında görmek (Yaran, 2010, 56).

İslâm Ahlâk Teorileri – İslam Ahlak Esasları 3.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir