İslâm ve Ahlâk – İslam Ahlak Esasları 1.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

İslâm, Cenab-ı Hakk tarafından gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed (s.av.) tarafından tebliğ ve beyan edilmiş, kıyamete kadar bütün insanlara hitap ederek, inanma ve yaşamada doğru yolu gösteren dinin adıdır. İslâm, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilirken, bizzat kendisi tarafından uygulanmış ve bu uygulamaya büyük bir insan kitlesi iştirak ederek şahit olmuş; daha sonra bu şehadet benzer bir şekilde nesilden nesle, hiçbir kesintiye uğramadan ve yaşanan hayat içinde ve hayat olarak, nakledilmiştir.

İslâm Ahlâkı teorik yazılara konu teşkil etmeden çok önce Hz. Peygamber’in hayatında tahakkuk etmiş ve onun etrafındaki ilk Müslümanlar tarafından da yaşanmıştır.

İslâm ahlâkı, İslâm dininin bir parçası, mütemmim cüzüdür. Müslümanların İslâm’a uygun şekilde yaşayarak, yani Müslüman olarak varlığını sürdürmesi İslâm ahlâkının da etkin olması anlamına gelmektedir.

Hz. Peygamber kendi hayatında Kur’an-ı Kerîm’i tahakkuk ettirmiş, K. Kerim’de bulunan emir ve yasaklara göre hayatını düzenlemiştir. Bu hususu en güzel ifade eden Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber hakkında söylediği “onun ahlâkı Kur’an idi” sözüdür.

Peygamberlerin her birisi insanlığın önüne yeni varoluş imkanları açmış, onlara bu dünyada doğru yaşamanın ilkelerini ve kurallarını öğretmiş oldukları için, bütün insanlığın öğretmenleri ve aynı zamanda her birisi birer güzel ahlâk örneği olarak yaşamışlar ve öylece de bilinmişlerdir.

DİN

İnsanları ve insanların varlığını/varoluşunu sürdürmesinde muhtaç olunan şeyleri temin etme ve kullanmada belirli bir düzenin dikkate alınması ve bu düzenin öğretilmesi, Peygamberlerin vazifesi olmuş; bu vazifeyi ifa eden Peygamberlerin insanlığa öğrettikleri hayat düzenine “din” denilmiştir.

Hakiki din, Elmalı’lı Hamdi Yazır’ın dediği gibi, insanların uydurduğu birbirine muhalif hayali kurgular değil, hakiki mebdei/Yaratıcıyı tanımak, O’nun kanun ve emirlerine uygun davranmayı vazife (görev) edinmektir.

Bunu kendi ifadelerinden okuyalım:

“Dîn-i İslâm, tam manasıyla vahdaniyet-i ilâhiye esasına müstenid ve fıtrat-ı asliye-i insâniyyeye muntabık olup; dini, beşerin mevzûât-ı mücerredesi ve mütehalif temenniyât-ı muhayyelesi kabilinden addetmeyip, bir mebde-i hakîkîyi tanımak ve O’nun kavânin ve evamirine Tevfik-i hareketi vazife ittihaz eylemek, hâsılı beşerin ef’âl ve harekât-ı tabîiyye ve ıztırarıyyesiyle, efâl ve harekât-ı ihtiyariye ve iradiyyesi kanunlarının ahengini te’min eder bir hakîkat-i hâkimeye, yani Cenab-ı Hakk’a cidden inkiyâdı vazîfe bilmek ve bütün sa’âdeti bu vazifenin ifasından beklemek mâhiyetinde icmal eylemiştir.” (Elmalılı Hamdi Yazır (1997), s. 20.)

Diğer taraftan dinin klasik tanımı, “akıl sahiplerini hüsn-i ihtiyarları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi vaz” şeklindedir. Ahlâk ve ahlâkilik ile ilgili bütün tanımlarda ve tanımlamalarda irade ve hayr vazgeçilmez unsurlardır. Ahlâki olanın, iradi olması zorunlu olduğu gibi hayra yönelik olması da zorunludur. Bu iki unsur dinin klasik tanımının da mütemmim cüz’üdür. Kısaca İslâm’ı dikkate alarak yapılmış olan klasik din tanımı, ahlâki bir boyut taşımaktadır.

Din kelimesinin kök anlamı da, bir taraftan yakınlaşma ile alakalı iken, diğer taraftan da borç/ihtiyaç ile alakalıdır. Arapça’da “din” kelimesi ile borç anlamındaki “deyn” kelimesinin yazılışı aynıdır. Bu cihetten baktığımızda Arapça’daki din kelimesinin kök anlamı ile ıstılahi anlamı arasında bir irtibat olduğu görülmektedir. Nitekim insan Cenab-ı Hakk’a nelerini “borçlu” olduğunun farkında vardığı zaman, aslında kendisinin Cenab-ı Hakk’a ne kadar yakın veya Cenab-ı Hakk’ın kendisine ne kadar yakın, hatta “en yakın” olduğunun şuuruna varır.

Din esas itibariyle bu şuurun, Peygamberler vasıtası ile bildirilen içerikle, mertebe mertebe şekillenmesi, muhteva kazanmasıdır. Benzer bir durum din kelimesinin batı dillerinde yaygın karşılığı olan “religion” kelimesi için geçerlidir. Nitekim Latince’de “religio”, “bağ” anlamına gelmektedir. Buna göre religion, insanı yaratıcısına bağlayan irtibat ve bu irtibatın farkında olmak, hatta bu irtibatın muhtevası demek olmaktadır.

AHLÂK

Ahlâk, davranış düzenidir. Her insan az veya çok bir düzen içerisinde hayatını sürdürdüğü, daha doğrusu sürdürmek zorunda olduğu için, ahlâk insan hayatının zorunlu bir boyutu, eskiden denildiği gibi “mütemmim cüzü” veya “tamamlayıcı parçası”dır. Ahlâk, davranış düzeni olduğu için, genel olarak bu düzenin “iyi” ve “kötü”sünden bahsetmek anlamlı olduğu gibi, bir insanın hayatında verdiği kararlar ve gerçekleştirdiği fiiller için de iyi ve kötü sıfatı kullanılmaktadır. “İyi ahlâk” ve “kötü ahlâk” tabirlerini bu çerçevede anlamak gerekmektedir.

Yüce Allah’ın fiilleri ahlakî değerlendirmenin konusu değildir. Diğer taraftan insanların fiillerinin de Cenab-ı Hakk ile, O’na fayda veya zarar verme gibi, bir irtibatları yoktur. İnsanlar ile Cenab-ı Hakk arasında, Cenab-ı Hakk’a, O’nun varlığını te’yid etme ve güçlendirme, O’na fayda veya zarar verme gibi bir ilişki olamayacağı için, insanların ahlâki fiillerinin veya insanların ahlâki durumları üzerinde durulurken, bu cihet dikkate alınmalıdır.

Yani insanlar Cenab-ı Hakk’a fayda veya zarar veremezler; O’nun koyduğu yaratılış düzeninin dışına çıkamazlar. Yaptıkları bütün iyi ve kötü fiiller, ne olursa olsun, yaratılış düzeni, ilahi kader içinde cereyan eder; böyle olduğu için, mesela Allah’a isyan eden bir insan sadece kendisi ile kendisi cihetinden Cenab-ı Hakk ile irtibatının üzerini örtüp, onu yok saymaya meyletmiş olur.

Bu yoksayma meylini daha da ileri götürerek Cenab-ı Hakk yokmuş gibi davranabilir. Ancak ilahi kader hükmünü icra eder: “Hepimiz Allah içiniz ve kesinlikle O’na döneceğiz.” (Bakara/2: 156) İnsanlar buna inansalar da inanmasalar da durum değişmez: Herkesi Allah yaratmıştır ve herkes O’na dönecektir. Herkes O’na hesap verecektir; ama O hiç kimseye hesap vermez. Bu sebeple Cenab-ı Hakk’ın fiilleri, ahlâki değerlendirmenin konusu değildir.

Ahlâklı ve ahlâksız tabiri esas itibariyle insanlar için kullanılmaktadır. “Ali ahlâklıdır” veya “Ayşe ahlâklıdır” gibi. Bu tabirler insan fiilleri için de kullanılmaktadır. Bir insan gibi bir fiil de “ahlâki” veya “ahlâklı” olarak niteleneceği gibi, “gayri ahlâki” veya “ahlâksız” olarak ta nitelenebilir. “Muhtaç olan bir insanın meşru bir ihtiyacını karşılamak veya onun ihtiyacını karşılamasına yardım etmek iyidir” veya “Birinin malını onun izni olmadan almak ve kullanmak, gayri ahlâki bir davranıştır” ifadelerinde olduğu gibi.

Bunun ötesinde bir düzen, bir sistem de ahlâki veya gayri ahlâki olarak nitelenebilir. “Cahiliyye düzeni, gayri ahlaki idi” gibi. Kısaca ahlâki değer ifadeleri insanlar, insan fiilleri ve insan fiillerinin doğrudan veya dolaylı neticelerini nitelemek için kullanılmaktadır.

İslâm toplumunda da benzer bir şekilde ahlâkı, kuralları üzerinden tanımlayarak, nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu ifade eden önemli bir literatür bulunmaktadır. Hadis ve âdâb kitaplarında olduğu kadar muhtelif menakıb kitapları ve fütüvvetname türü eserlerde gördüğümüz bu iyi ve kötü fiiller kataloğu, İslâm ahlâkını kuralları üzerinden tanımlayarak, insanlara ahlâklı olmanın bir sıfat olmaktan daha çok, ahlâki olarak bilinen kurallara muvafık olarak yaşamak olduğu düşüncesinden hareketle hazırlanmıştır.

Ahlâk, özellikle “etik” denildiğinde, modern dönemde ferdi davranış düzeninden daha çok (bunun için “şahsi ahlâk” tabiri kullanılmaktadır), toplumsal hayatı düzenleyen kamunun/siyasetin, bu düzenlemede dikkate aldığı en genel ilkeler kastedilmektedir.

Bu çerçevede moral ile etik arasında bir ayrım yapılmakta, mesela “çevre etiği” denildiğinde, fertlerin tavırlarından daha çok, sermaye ve ekonominin çevre ile irtibatında dikkate alması gereken genel ilkeler söz konusu edilmektedir.

Bu sebeple Batı düşüncesinde siyaset ve hukuk düşüncesinin ahlâk felsefesinin bir alt başlığı olarak ele alınması veya Hegel örneğinde görüleceği gibi, hukuk felsefesinin ahlâkı ikame etmesi, modern dönemde ortaya çıkan bir gelişmenin, siyaset merkezli bir oluş ve oluşum sürecinin bir neticesi olarak anlamını ve konumunu kazanmaktadır.

Bu durum aynı zamanda modern dönemde ahlâkın yöneliş olarak faziletleri terk edip, onun yerine bir taraftan formelleşmesi ve evrenselliği formel doğrulukta araması; ama aynı zamanda içerik ile ilgili olarak da uzlaşmayı/konvensiyonu ön plana çıkarması neticesini ortaya çıkartmıştır.

İslâm ahlâkı söz konusu olduğunda ahlâkın içeriği hep aynı olmakla birlikte, bunun muhtelif bağlamlarda nasıl etkin kılınacağı en temel mesele ola gelmiştir. Bu çerçevede klasik ahlâk eserlerinde üç sorun ele alınmıştır.

(1) Her şeyden önce ahlaki davranışın kuralları zikredilmiştir.

(2) Bu kuralların nasıl uygulanacağı, yaşanmış örnekler üzerinden gösterilmiştir.

(3) Ahlaki eğitimin amacı, ahlaklı davranmayı bir meleke haline getirmek olarak kabul edilerek, ahlak eserlerini bu amacın nasıl gerçekleştirileceği meselesini de dikkate alan kitaplar olarak hazırlamışlardır. Böylece ahlâki kurallara uyma ve iyi fiiller gerçekleştirme ile bunu bir defalık bir durum olmaktan çıkarıp, iyi fiiller gerçekleştirmeyi sürekli bir hal haline getirme arasındaki irtibatın nasıl kurulacağını göstermek te da ahlak ilminin asli vazifeleri arasında kabul edilmiştir.

Böylece ahlaklı olma, insanın iyi fiilleri geçekleştirme ve kötülüklerden de uzak durmayı karakter haline getirmiş olması hali şeklinde anlaşılmıştır. Eğer insan düşünmeden bile davrandığında hep iyi fiilleri gerçekleştiriyor ve kötü fiillerden de uzak duruyorsa, o zaman “onda ahlaki faziletlerin bulunduğu” söylenir. Daha farklı bir ifade ile, iyi ahlak onda meleke haline gelmiştir.

Buna göre iyi fiilleri gerçekleştirme düzeni olarak ahlâklılık, -insanlar bunu bir meleke haline getirdiği zaman-, ahlâklı insanın bir sıfatı haline gelmekte; bunun anlamı da bilgi ile varlığın, yani “iyinin bilgisine sahip olma” ile “iyi olma”nın ahlâklı insanın şahsında birleşerek, bilgi ile varlık, bilme ile varolma arasındaki farkın ortadan kalkmasıdır. Böyle olunca da hayatta olan ve yaşayan ahlaklı insanlar, başka insanlara da ahlaklı olma konusunda örnek ve ahlaki bilginin kaynağı olmaktadırlar.

Olması gereken, ahlâklı insanın hayatı haline gelmekte, böylece olan ile olması gereken özdeş bir hale gelirken, ahlâklı insanın şahsında ve hayatında gerçekleşen ahlâki değerler, bu konuda henüz benzer bir yetkinliğe kavuşamamış insanlar için olması gereken, yani yaşayan, dolayısı ile yaşanabilir bir ideal olarak ta’ayyün etmektedir.

Son zamanlarda özellikler gençler arasında ortaya çıkan “örnek insan” sorunu, klasik İslâm toplumları için vaki olan bir sorun değildi. Klasik İslâm toplumunda alimlerin ve velilerin toplumsal konumunu anlamak için meselenin bu cihetini dikkate almak gerekmektedir.

Din-Ahlâk İlişkisi

Ahlâkın İslâm dini ile, dinin de ahlâkilik ile zorunlu bir irtibatı vardır. Biz bunu, en azından Müslümanlar için, “dindar, ama ahlâksız” denilemeyeceğini; daha doğrusu, dindar bir müslümanın “ahlâksız” olmasının, aslında çelişik bir ifade olduğunu söyleyerek, dile getirebiliriz. “Dindar ama ahlâksız” ifadesi bir Müslüman için çelişik bir ifadedir; ahlaksız bir insanın Müslümanlığı tartışmalıdır.

“Din samimiyettir”, “ ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” ve “sen yüksek bir ahlâk üzeresin” ifadeleri, din ile ahlâk arasındaki derin irtibatı ifade etmek için yeterlidir.

Aslında İslâm dini, ahlâki varlık olarak insanın kendi varoluşunu gerçekleştirmesinin/ tamamlamasının sahih yoludur.

Bu sebeple bizim önce genel olarak din ile ahlâk, daha sonra da İslâm dini ile ahlâk arasındaki irtibatı ele almamız uygun olacaktır.

İnsan, biyolojik bir fert olarak olduğu kadar diğer insanlarla irtibatı içerisinde ve toplumda üstlendiği vazifeler cihetinden de, farklı mertebelerde ta’ayyün etmektedir (görünür hale gelmektedir.). Bütün bunlar ise insanı, yaratıcısı ile irtibatı içinde düşünmeyi zorunlu bir hale getiriyor ve klasik ifadesi ile “nefsini bilen rabbini bilir” kadar “rabbini bilen nefsini bilir” ifadesinin de anlamını açığa çıkarıyor.

İslâm ile ahlâk arasındaki irtibat, o halde, tek seviyeli ve tek boyutlu olmayıp, çok seviyeli ve çok boyutlu; her bir seviye diğer seviye ile ve her bir boyut diğer boyut ile uyum içerisinde tahakkuk etmektedir.

Dinin insanı ahlâki bir varlık olarak keşf etmesi ve onun bu cihetinin inkişafına yol açması ve bunun üzerinden yol göstermesi, dinin ameli olduğu kadar nazari cihetten de ahlâk ile irtibatlı olduğunu ifade eder.

İki Ahlâk Anlayışı

Dinin ahlâk ile irtibatı zahir olmakla birlikte, bunun nasıl anlaşılıp, anlatılacağı, yani temellendirileceği hususunda farklı tavırlar gelişmiştir. Bu tavırları, netice olarak aynı değerleri, aynı ahlâki hükümleri geçerli ve doğru kabul etmekle birlikte, bunların nasıl temellendirileceği hususunda geliştirilen tavır olarak, birbirinden tefrik etmek mümkündür. Bu cihetten iki ayrı ahlâk anlayışının, kendi içlerinde yine çeşitlilik arz ederek, çok sayıda ahlâk eserinin telifinde açığa çıksalar da, mevcut olduğu söylenebilir.

1. Faziletlerin kazanılması ve faziletli olma olarak ahlâk;

2. Kurallı yaşama ve kurallara uygun davranma olarak ahlâk.

İslâm tarihinde bu iki anlamı ile de ahlâk bahis mevzuu edilmiştir. Birinci manası ile önce sufilerin “zühd” adı verilen hayatında ameli bir şekilde “dile” gelmiş ve daha sonra da felsefi ahlâk içerisinde nazari olarak temellendirilmiştir.

Dini Hayatın Ahlâki, Ahlâki Hayatın Dini Boyutu

İslâm, iman ve ameldir. Tabii burada söz konusu olan iman ve amel, herhangi bir iman ve herhangi bir amel olmayıp, sahih iman ve salih amel olarak nitelendirilir. Sahih iman, olanı nasılsa öylece, (mesela Allah’ı Allah, insanı insan, peygamberi peygamber ve meleği de melek olarak) bilmek ve bunu kabul etmek iken salih amel, diğer insanları ve varlıkları koruyarak, onların varlıklarını teyid ederek, geliştiren eylemleri isimlendirmektedir. Sahih imana “hakk” denilirken, salih amele de “hayr” denilmektedir. Kısaca İslâm “hakkı” kabul etmek ve “hayrı” tahakkuk ettirmeye yönelmek ve gerçekleştirmektir.

Din öncelikli olarak “zevi’l-ukûl”e yani “akıl sahipleri”ne yöneliktir. Aklı olmayanın dini de yoktur. Akıl, insanın ayırıcı hususiyetidir. Kısaca “nutuk”, düşünme ve konuşma kabiliyeti olarak tanımlanır. İnsanın en yaygın tanımlarından birisi, “düşünebilen ve konuşabilen canlı” anlamına gelen “nâtık hayevân”dır. Dinin insanın aklına yönelik olması, düşünme ve dil ile alakalı olması ve fiziki bir zorlama yoluyla değil, düşünme ve konuşma, konuşulanı, kendisine söylenileni anlama ve buna göre davranabilme kabiliyeti üzerinden etkin olmasını öngörür.

Azizüddin Nesefi’nin şu ifadeleri dini hayatın ahlâki, ahlâki hayatın da dini boyutunu ifade etmeye önemli bir örnek teşkil etmektedir:

“Ey derviş! İnsan-ı Kamil alemi tanzim etmekten ve halk arasında doğruluk ifasından ve fena adet ve rüsümu halk arasından kaldırmaktan ve nas arasında iyi kaide ve kanun vaz etmekten ve nası Hakk’a davet eylemekden ve Hudâ’nın azamat ve ekberiyyetini ve vahdâniyyetini nâsa haber vermekden ve ahretin mehdini çok söyleyip, ahretin bekasından ve sebatından haber vermekden ve dünyayı çok zemm eylemekden ve dünyanın tegayyüründen ve sebatsızlığından hikaye etmekten ve fakr ve hümûlun nasın gönlüne hoş gelmesi için menfaat-i fakrı ve hümûlu nasa haber vermekten ve nasın gınâdan ve şehvetten nefret etmeleri için mazarrat-ı gınayı ve şehveti söylemekten ve iyilere ahrette cennet ile va’de vermekten ve kötülere ahrette Cehennem ile va’îd eylemekten ve Cennetin hoşluğunu ve Cehemmenin nahoşluğunu ve hesabın güçlüğünü hikaye ve mübalağa ile rivayet etmekten daha iyi hiçbir taat görmez ve nâsı yekdiğerine muhib ve müşfik kılar, ta ki yekdiğerini incitmeyeler. Ve rahatı yekdiğerinden diriğ etmeyeler ve yekdiğerine muavin olurlar ve nasın yekdiğerine dilleriyle ve elleriyle eman vermelerini emr eder. Vakta ki nas yekdiğerine eman vermeyi kendi üzerlerine vacib gördüler, ma’nen yekdiğeri ile ahd ettiler bu ahdi asla nakz etmemeleri lazımdır. Her kim ki nakz eder îmânı yokdur. Nitekim sallalahü aleyhi vesellem buyurur: men lâ ahde lehû lâ imâne lehu [Başkaları nezdinde güvenilirliği olmayanın imanı da yoktur] ve el-müslümü men selime’lmüslimûne min lisânihi ve yedihi” [Müslüman diliyle ve eliyle Müslümanları incitmeyen kimsedir.” (Azizüddin Nesefi (2004), s. 70)

Ahlâk, Ahlâk İlmi ve Ahlâk Felsefesi

Ahlâk kelimesi esas itibariyle bir şahsın hayatında etkin olan veya bir toplumda genel kabul görmüş davranış düzenini ifade eder. “A şahsının ahlâkı” veya “Romalıların veya cahiliye toplumunun ahlâkı” dediğimizde genellikle bu düzeni kast ederiz. Bu düzen yine esas itibariyle dili kullansa da dil öncesi süreçler olarak yaşanır; ferdi veya toplumsal hayatın düzenidir. Ferdi ve toplumsal hayatın düzeni sadece ahlaktan ibaret değildir; örf ve adetler yanında hukuk ta bu düzenin farklı boyutlarını ifade eder.

Ahlâk kelimesi bunun yanında, bir şahsın veya toplumun hayatında etkin olan davranış düzeninin dile getirilmesi ve tasviri için kullanılır. Bu tasvir tamamen empirik ve başka alanlarla bu düzen arasında muhtemel illiyet/kozal (nedensel) ilişkileri konu etmek amacıyla yapılırsa, o zaman -duruma göre ahlâk psikolojisi ve ahlâk sosyolojisi adını alır. Ama bu düzende genel geçer olanlar bunların hilafına gerçekleşenler ile birlikte zikredilerek, olması gereken dile getirilirse, o zaman buna ahlâk ilmi denir.

Bu haliyle ahlâk ilmi, normatiftir; olması gerekenin ilmidir. Ahlâk ilmi, duruma göre bir topluma, duruma göre daha genel olarak bütün insanlığa yönelik bir şekilde yapılabilir. Bunlardan birincisi söz konusu toplumda kabul gören özellikle dini ilkeler ile mukayyeddir; ikincisi mukayyed değildir. Hıristiyan, Yahudi, İslam ahlakı gibi. Ancak her ikisi de külli geçerlilik talebi ile birlikte dile getirilir. Dini ve Felsefi ahlâkların özelliği böyledir.

Ahlâk bütün bunların ötesinde, bir taraftan birinci seviyedeki haliyle ahlâkiliğin “varlığını”, diğer taraftan da ahlâki terim ve kavramlar ile ahlâki önermelerin anlamı ve birbiri ile irtibatını, bunların nasıl temellendirildiğini söz konusu eder ki, buna da “ahlâk felsefesi” denilir. Batı dillerinde bunlar için genellikle “moral” terimi kullanılsa da, üçüncüyü diğerlerinden ayırmak için, buna “etik” denilmesi de oldukça yaygındır.

Son zamanlarda etik daha çok impersonel olarak gerçekleşen kurumsal faaliyetlerin düzenini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır ki, bu çerçevede “bioetik”, “tıp etiği”, “medya etiği”, “çevre etiği” gibi kullanımlar epeyce yaygınlaşmıştır. Ancak bu kullanım şekilleri mutlak olmayıp, “daha fazla” şeklinde ifade edilebilir.

Yani etik, her yerde bu anlama gelmediği gibi, moral de her yerde bu anlama gelmiyor değildir. Bazen etik denilip bununla birinci ve ikinci seviye kastedilebileceği gibi, moral denilip üçüncü seviye, ahlâk felsefesi veya bir meslek alanınında olması gereken bir davranış düzeni kast edilebilir.

Ahlâk ve Edeb

Bir insan bir ibadeti veya herhangi bir fiili, o fiilin şartları ve rükünlerini yerine getirerek yapmış olursa, ibadetini yapmış sayılır; ancak mesele burada bitmez. Çünkü bir işi veya bir fiili yapmanın kuralları vardır; bir de bu kuralları uygulamanın ahlâkî/estetik boyutu. Bir ibadeti veya fiili yaparken estetik zevk tarafını da dikkate almaya, o fiili “âdâbıyla yapmak” denir.

Bir işi yapmak önemli olmakla birlikte, edebine/adabına uygun bir şekilde yapmak ta önem arz etmektedir. Bu cihet, klasik İslâm kültüründe, kullanılan “hüsün” veya “hasen” teriminde de açığa çıkmaktadır. Nitekim “hasen” kelimesi hem ahlâki “iyi”yi, hem de estetik anlamda “güzel”i ifade etmektedir.

Bir fiilin “hasen” olması, ahlâk kurallarına uygun olduğu gibi, edebe de uygun olması, yani âdâbınca yerine getirilmesi, kısaca o fiili gerçekleştirenin estetik kaygıları da dikkate alması anlamına gelmektedir. İslâm ahlâk literatüründe muhtelif alanlarda telif edilen çok sayıda kitap “âdâb” veya “edeb” başlığını taşımaktadır

. Mesela bir hakimin (eski adıyla kadı) yargı sürecinde nasıl davranacağını kendisine konu edinen disiplinin adı “edebü’l-kadı” iken, bir meseleyi birden fazla şahsın, birbirini kırıp üzmeden nasıl tartışacağı “âdâbü’l-bahs ve’l-münazara” başlıklı kitaplarda ele alınmıştır.

İslâm ve Ahlâk – İslam Ahlak Esasları 1.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir