Kelâmın Doğuşu – Kelama Giriş 2.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kelâmın Doğuşu

GİRİŞ

Kelâm ilminin kendisine konu seçtiği alan İslâm dininin akîde alanıdır. Akîdenin kaynağı ise doğrudan doğruya Kur’ân’dır. Sünnet ise onun daha iyi anlaşılmasında bize yardımcı olmaktadır.

Kelâm ilminde ele alınan konuların her birini Kur’ân ve Sünnet’te bulmamız mümkündür. Çünkü Kur’ân ve onun birinci elden yorumu olan Sünnet’in öncelikli ve temel işlevi inanç ilkelerini yerleştirmektir.

İnsanı ve tüm evreni yaratan Allah, Kur’ân’da başta kendi zâtı olmak üzere varlığın başlangıcından sonuna kadar onunla ilgili her şeyden haber vermektedir. Kur’ân bu çerçevede dikkatle okunduğunda bu gerçeklik açık şekilde görülecektir.

Çıkış noktası ve kaynağı Kur’ân ve Sünnet olmakla birlikte bu, kelâm ilminin hariçten hiç etkilenmediği anlamına gelmez.

Zira inanç yönüyle insanı konu edinen bir ilmin, insanın yaşadığı sosyal hayattan, ondaki gelişim ve değişimden etkilenmemesi mümkün değildir. Kaldı ki insan, sahip olduğu  zihinsel, rûhî ve manevî donanımlarıyla aslında toplumun eseri, onun çocuğudur.

Dolayısıyla bu ilimle uğraşan bilginler de çevrelerinde olup bitenlerden etkilenmekte idiler. Onlar düşünen, akleden bir toplumda yaşıyorlardı.

Farklı kültür, medeniyet ve felsefî düşünüş tarzlarıyla karşılaşıyorlardı. Bütün bu yaşam gerçeklikleri onların düşüncelerine etki ediyordu.

Fakat bu etkileşim, kelâmın konularını ortaya çıkarmış değil, aksine, ifade edildiği üzere Kitap ve Sünnet’te var olan konuların tartışılmasına, böylece müstakil bir ilim dalı olarak kelâmın ilmî usûlünün belirmesi ve tam bir disiplin haline dönüşmesine vesile olmuştur.

Kelâm ilmi iki temel bilgi kaynağına dayanarak yöntemini geliştirmiştir. Bunlardan birincisi nakil yani vahiy ve onun eseri olan ana metin Kur’ân, diğeri de akıldır. Kur’ân açısından dindeki yeri bu kadar önemli olan akıl kelâm ilminin belirlemiş olduğu yöntemin ikinci ana hareket noktasıdır.

Bundan dolayı kelâm ilminin yöntemi de orjinaldir, kendine özgüdür. Ancak, bu ilim, sahip olduğu yöntemi işletme noktasında tabii olarak gelişen ve değişen şartları dikkate almıştır. Onun için tarihinin başlangıcında daha çok nakille yetinen kelâm ilmi sonraki asırlarda akılla nakli dengeli şekilde kullandığı gibi zaman zaman da aklî çıkarımlara öncelik vermiştir.

Konularını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan kelâm ilminin ana konularının ortaya çıkışı, bunları anlamaya yönelik ilmî tartışmaların doğuşu, başlaması ve kazandığı muhteva açılarından kelâm ilminin tarihi sürecini beş ayrı dönem halinde incelemek doğru olur.

1. Kur’ân vahyinin devam ettiği dönem; Hz. Peygamber dönemi.
2. Kelâmî tartışmaların ortaya çıktığı ilk fikrî hareketler ve ihtilaflar dönemi.
3. Mu‘tezile mezhebinin ortaya çıkışı
4. Ehl-i Sünnet kelam mezheplerinin ortaya çıkışı.
5. Yeni ilm-i kelâm dönemi: Ondokuzuncu asrın sonlarından başlayarak hâlen devam etmekte olan dönem.

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ VE KELÂM

Bu dönemde ortaya çıkan sebepler (nüzûl sebepleri) ve hayatın akışı içerisinde Kur’ân nâzil oluyordu. Dolayısıyla bugün elimizde olduğu haliyle Kur’ân-ı Kerim tamamlanmış bir kitap olarak mevcut değildi. Onun vahiy süreci Hz. Peygamber’in vefatıyla tamamlanmış oldu. Dolayısıyla bu dönemde bugünkü anlam ve çerçevede başka herhangi bir İslâmî ilim olmadığı gibi kelâm ilmi de yoktu.Dolayısıyla bu dönemde bugünkü anlam ve çerçevede başka herhangi bir İslâmî ilim olmadığı gibi kelâm ilmi de yoktu. Bu durumun temel üç sebebi vardır:

Birincisi: Yukarıda ifade dildiği üzere kaynağı Kur’ân-ı Kerim olan bir ilmin o kaynağın henüz tamamlanmadığı ve her an yeni bir vahyin nâzil olmakta olduğu, dolayısıyla konular hakkında yeni ilahî bilgilerin beklendiği bir dönemde bir İslâmî ilim tedvîn edilemezdi. Bir başka ifadeyle dinin inşâ edildiği bir dönemde ilimlerin tedvîn edilmesi mümkün olamazdı.

İkincisi: Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde daha sonraki devirlerde olduğu gibi, itikadî konularda Müslümanlar arasında ihtilafa yol açacak, onların düşüncelerini sarsacak herhangi bir fikir fazlaca ileri sürülmemiştir. Kaldı ki ilk Müslümanlar, yani sahabe topluluğu Kur’ân vahyinin cereyanına bizzat şahit oluyorlar ve bu ilahî mesajın ilk ve en doğru yorumunu bizzat Hz. Peygamber’den öğreniyorlardı. Dolayısıyla itikadî konularda, mevcut vahiyde yer alan ilahî beyan ve aklî deliller onlara kâfi geliyordu.

Üçüncüsü: Ashâb-ı kirâm, akıllarına gelen soruları doğrudan doğruya vahyin alıcısı, ilk ve en doğru yorumcusu olan Hz. Peygamber’e sorup ondan kesin cevabı aldıklarından başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlardı.

Hz. Peygamber’e hem kendisinin arkadaşları, yani ilk Müslümanlar hem de kendisine inanmayan müşrikler, hıristiyanlar ve diğer inanç mensupları sorular soruyorlardı. Ashab, sorumlu oldukları hakikatleri daha iyi anlama, açıklayabilme, imanlarını teyid edip kalplerini mutmain kılmak için sorarken; diğerleri daha çok mücadele ve müminleri güya zor duruma sokabilmek için soruyorlardı.

Hz. Peygamber’in ve Ashab’ın inanç konularında tartışma yapmadığı asla söylenemez. Böyle bir iddia evvela Kur’ân’ın muhtevasıyla bağdaşmaz.

Kur’ân’ın muhtevasında yer alan birçok meselede Hz. Peygamber, insanlarla tartışmıştır. Nitekim Necrân Hıristiyanları ile Hz. İsa’nın şahsiyeti ve mahiyeti ile ilgili yaptığı tartışma meşhurdur.

Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiğine göre Ashaptan bir grup Hz. Peygamber’e gelerek;
— İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz bunları söylemeyi bile büyük günah addeder, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
— Gerçekten öyle bir şey hissettiniz mi? diye sorunca, onlar da;
— Evet, dediler. Hz. Peygamber’in cevabı şöyle oldu;
— İşte bu imanın ta kendisidir, gerçek iman budur.
Bir başka rivayette Hz. Peygamber’e vesvese sorulunca; “imanın hâlis olanıdır”, demiştir. (Bkz. Müslim, “Îman”, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 456).

İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilir: Peygamber efendimize birisi gelerek;
— İçimde öyle şey hissediyorum ki onu söylemektense yanıp kül olmayı tercih ederim, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdular:
— Kulunun halini (iman derecesini, taklitten) vesveseye (tahkike) yükselten Allah’a hamdolsun. (Bk. Ebû Davûd, “Edeb”, 109; Ahmed b. Hanbel, I, 240).

Ashabın, kıyametin halleri, Cennet, Cehennem, ruhun mahiyeti, kader ve daha başka itikadî konularda sordukları sorular ile Hz. Peygamber’in onlara verdiği cevaplar hadîs külliyatımız tarafından bizlere aktarılmıştır.

KELÂMI DOĞURAN ETKENLER

İlk İhtilaflar

Kelâm ilminin doğuşuna zemin oluşturan sebepleri maddeler halinde zikrederek onlar etrafında geliştirilen ilmî tartışmalar ve fikrî çabalara geçmeden önce şu hususu önemle belirtmekte fayda vardır. İslâm dininin, onun ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in getirdiği ve daima var olmasını isteyerek sürekli tavsiye ettiği aklî düşünce, fikir ve vicdan hürriyeti ile düşünceyi ifade etme özgürlüğü yanında, insanların birbrinden farklı duygu, düşünce, karakter, zeka ve anlayış seviyesinde oldukları gerçeği birlikte düşünülürse Müslümanlar arasında değişik düşüncelerin doğuşunu anlamak kolaylaşacak ve sonuçta meydana gelen farklı yorum ve anlayışlar tabii karşılanacaktır. Bir diğer ifadeyle farklı düşünmenin kaçınılmaz ve doğal birinci sebebi insanın fıtratı ile vahyin ona tanıdığı imkândır.

Kelâm ilminin doğuşunu hazırlayan sebeplere tarih itibariyle baktığımızda bunların ilk işaretlerinin Hz. Peygamber’in son günlerinde tartışma konusu olan “kırtas hâdisesi” ile ona bağlı hilafet tartışmalarına dayandığını görürüz.

Kırtas Hâdisesi

Arapça bir isim olarak “kırtas” kâğıt demektir. Onun için kâğıt, kalem gibi yazı malzemelerini satan yere kırtasiye denir.

İbn Abbâs’tan rivayet edilen bir hadîse göre; Hz. Peygamber’in, vefatıyla neticelenen son hastalığında, rahatsızlığının şiddetli olduğu bir anda yanında bulunan ashabına; “Bana bir kâğıt ve kalem getirin, size bir yazı yazdırayım ki benden sonra sapıklığa düşmeyesiniz” (Bk. Buhârî, “Mardâ-Tıb”, 17), buyurmuştur. Orada bulunan ashaptan bir kısmı Hz. Peygamber’in bu emir ve arzusuna uyulmasını isterken, Hz. Ömer’in de içinde yer aldığı bir grup, burada bir vahiy durumunun olmadığını, yani o esnada Hz. Peygamber’e yeni bir vahyin gelmiş bulunmadığını, dolayısıyla yazdırmak istediği şeyin vahiy olmayıp, hastalığının şiddetlendiğini anlayınca ümmetine olan düşkünlüğünün bir tezahürü olarak böyle bir istekte bulunduğunu düşünmüşlerdir. Bundan dolayı onu rahatsız etmemek için kâğıt, kalem getirilmemiş ve neticede herhangi bir şey yazılmamıştır. Hz. Peygamber de bu arzusunu yenilememiş ve konu kapanmıştır.

Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki bu arzunun bir vahiy sonucu ve yazdırılacak şeyin de vahiy olduğunu söyleyip ama neticede bunun yazdırılmadığını kabul etmek, vahyin tamamlanmadığını ve Hz. Peygamber’in de tebliğini gerçekleştirmediğini iddia etmek olur ki bunu peygamberlik gerçeğiyle bağdaştırmak asla mümkün değildir. Ashap da durumu böyle anladıkları için, her ne kadar isteğin vuku bulduğu anda kalem-kâğıt getirip getirmeme hususunda tartışmış olsalar da, konuyu daha sonra bir daha tartışmamışlardır.

Kırtas hâdisesiyle ilgili rivayetler, daha sonraları Şîa ile Ehl-i sünnet arasında ihtilaf konusu olmuş ve Şiîler; eğer kâğıt, kalem getirilseydi Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife tayin edecekti, demişlerdir. Kırtas hâdisesi, daha sonraları ortaya çıkacak olan ve temel nazariyesi hilafet meselesi üzerine oturan Şîa ekolünün önemli dayanak noktalarından birisini oluşturur.

Hilâfet Meselesi

Hilafet meselesi aslında İslâmî ilimler içerisinde İslâm hukukunun konusudur. Ancak, daha sonra bu mesele etrafında şekillenecek ve fikir sistemini bu konu üzerinden hareketle oluşturacak olan Şîa ekolünün konuyu itikadî muhtevada mezhebî bir ilkeye dönüştürmesi üzerine başta Ehl-i sünnet olmak üzere diğer kelâm mektepleri de meseleyi, Şîa’ya cevap vermek üzere bu bağlamda tartışmak durumunda kalmışlardır.

Hz. Peygamber, kendisinden sonra kimin halife olacağı hususunda bir belirlemede bulunmadığı için Müslümanlar, onun vefatından hemen sonra yaptıkları toplantıda konuyu etraflıca istişâre etmişler, konuşmuşlar ve halife adayları çıkarmışlardır. Böylece onlar, İslâm toplumunu kimin daha iyi idare edebileceğini önemle tartışmışlardır. (bk. Hamidullah, II, 1103 vd.) Şayet, konu hakkında Kur’ân ve Sünnet’te açık bir beyan bulunsaydı, hele Şîa’nın iddia ettiği üzere Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi hayatta iken halife tayin ettiği sabit olmuş olsaydı tartışmaların ne anlamı olurdu? Diğer bir deyişle Ashâb bu tartışmaları yapabilir miydi? Dinin ilkelerine, Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı oldukları tarihen sabit olan bir toplumun, Hz. Peygamber’in belirlemesine rağmen onun hemen vefatını müteakip, hatta onun defin işlemi dahi henüz gerçekleştirilmemiş iken böyle bir tartışma yapması asla beklenemez.

Hilafet meselesi ve halife seçimiyle ilgili olarak İslâm düşüncesinde ortaya çıkan temel görüşleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür:

a. Ehl-i sünnet’e göre, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair Hz. Peygamber bir belirlemede bulunmamıştır. Dolayısıyla halifenin belirlenmesi seçimle gerçekleştirilir. Onun için Ashab istişare sonucunda Hz. Ebû Bekir’i halife seçmiştir.

b. Şîa’ya göre halifelik meselesi insanların seçimine bırakılabilecek bir iş değildir. Halife nasla belirlenir. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra yerine halife olarak tayin etmiştir.

c. Haricîlerin bu konu hakkındaki görüşleri Ehl-i sünnet ile aynıdır. Onlara göre de halifenin belirlenmesinde esas olan seçimdir.

Siyâsî Anlaşmazlıklar ve İç Savaşlar

Halife Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle son dönemlerinde idareyle ilgili siyâsî sorunlar nedeniyle huzur ve sükûnet bozularak yerini çatışma ve kargaşa aldı. Gittikçe büyüyen kargaşa sonucunda Hz. Osman şehid edildi. Yerine halife olarak Hz. Ali seçildi. Hz. Ali döneminde de siyâsî istikrar sağlanamadı. Hz. Osman’ın öldürülme nedenleri ve olayın sorumluları etrafında gelişen tartışma ve sürtüşmeler sonucunda adına iç savaşlar denilen Cemel (36/656) ve Sıffin (37/657) vakâları peş peşe yaşandı. Binlerce insan öldürüldü.

İslâm tarihinde Müslüman toplumun bizzat içerisinde meydana gelen bu üç olayın her birisi tamamen siyâsîdir. Dolayısıyla bu olaylar meydana gelirken ortada kelâmî bir problem yoktur. Ancak, olaylar olup bittikten sonra İslâm düşüncesinde kelâmî muhtevada ciddi ve çözümü güç birçok soru ve sorun ortaya çıkmıştır. Aslında Müslümanlar daha önceleri Hz. Peygamber döneminde, ilk iki halife devrinde çeşitli savaşlara katılmışlar, ölüm ve öldürme hâdiseleriyle karşılaşmışlardı. Ama bizzat kendi içlerinde ve birbirlerine karşı böyle bir mücadele yaşanmamış ve bu ölçülerde ağır sonuçlarla karşılaşmamışlardı.

Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan kelâmî problemleri başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre)nin dindeki durumu. İslâm’da adam öldürme Kur’ân’ın açık beyanıyla büyük bir günahtır. (bk. en-Nisâ, 4/92–93). Bu olaylarda öldürme hâdiseleri vardır ve ölen de öldüren de Müslüman’dır. O halde büyük günah işleyen bir müminin iman bakımından dindeki konumu nedir? Bu önemli soruya cevap aranırken birçok kelâmî ekol ortaya çıkmış ve konuyu detaylarıyla tartışarak cevaplandırmaya çalışmışlardır.

Söz gelimi Sıffîn savaşı sonucunda, bu soruya ve bununla ilgili diğer sorulara kendilerince cevap arayan Hâricîler denilen müstakil bir fırka doğmuştur. Anılan sorular etrafında ortaya çıkan görüşleri kısaca şöyle ifade ve tasnif etmek mümkündür:

a. Hâricîlere göre adam öldürmek gibi bir büyük günah işleyen dinden çıkar ve kâfir olur. Ölünce ebedî olarak Cehennem’de kalır. Azabı kâfirlerinkinden farklı olmaz.

b. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen dinden çıkar ise de kâfir olmaz, iman ile küfür arasında kalır. Ne mümin ne kafir sayılır. Ölünceye kadar tevbe etmesi beklenir. Tevbe etmeden ölürse ebedî olarak Cehennem’de kalır, fakat azabı inkârcılarınkinden hafif olur.

c. Mürcie’ye göre konu hakkında hüküm vermemek ve sorunu âhirete ertelemek uygundur.

d. Ehl-i sünnet’e göre günahlar helal sayılarak işlenmediği müddetçe kişiyi dinden çıkarmaz. Fakat günahlar imana zarar verir ve sahibi âhirette cezalandırılır. Ne var ki, Allah dilerse onları af edebilir.

2. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi. Bu konu doğrudan yukarıdaki hususla ilgilidir. İmanın mahiyeti nedir? İman sadece sözlü bir kabul beyanı mıdır, yoksa amelle doğrudan alakalı mıdır? Mümin olduğu halde amel alanını ihmal eden, yapmayan kişinin durumu nedir? İman küfür ilişkisi nasıldır? İmanın sınırı nerede biter, küfür nerede başlar? Sonra günah nedir, onun tanımı nasıldır? Bu ve buna benzer sorular kelâmî açıdan oldukça önemlidir.

Kader ve İrâde Hürriyeti Sorunu

Konu etrafında geliştirilen kader, alın yazısı, talih, kısmet, felek gibi adlandırmalarla insanlar konuyu ve kendilerini sorgulamaktadırlar. Psikolojik bir savunma ve sığınma aracı olarak insan çoğu zaman kaderi istismar etmekte ve başarısız olduğu alan ve zamanlarda ne olduğunu bilmediği kaderin kucağına sığınmaktadır.

Bazı sosyal-siyasî etkiler sonucunda, peşin fikirlerle ve onu anlamak için değil de anladığını, önceden kararlaştırdığını Kur’ân ve Sünnet’in metnine onaylatmak isteyen ve adına Cebriye denilen ekol bu sorular etrafında oluşmuştur. Sonra Cebriye’ye bir tepki olarak Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet ekolleri problemi daha dikkatli bir şekilde, Kur’ân’a ve akla uygun olarak çözmeye çalışmışlardır.

Görüldüğü üzere, İslâm dünyasının iç bünyesinde ve toplumsal-siyasal alanda meydana gelen gelişmeler sonuçta akaid sahasında çeşitli problemler üretmekte, bunların tartışılmasına sebep olmaktadır. Yani olaylar siyâsî, fakat önemli sonuçlarından birisi de itikâdîdir.

İtikadî problemlerin de en azından bir kısmı sosyal-siyâsî hayat ve olaylarla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla İslâm düşüncesinde ortaya çıkmış kelâmî ekollerin temelinde doğrudan itikâdî âmillerin yanında, siyâsî ve ictimâî sebepler de mevcuttur. Binâenaeyh fırkalar, ortaya çıktıkları cemiyetin yaşadığı sosyalsiyâsî hâdiselerden muhakkak sûrette etkilenmişlerdir.

İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren zuhûr eden ve günümüze kadar varlıklarını bizzat ya da fikrî anlamda sürdüren kelâm ekollerinin en azından bir kısmını, yalnız fikir hareketleri olarak değil; çeşitli zümrelerin sosyal, siyâsî düşünce yapılarını temsil eden oluşumlar olarak görmek mümkündür. O halde bir mezhep, yalnız bir fikir cereyanı değil, aynı zamanda sosyal-siyâsî bir müessesedir. Bundan dolayı ekolleri doğuran tarihî, siyâsî ve ictimâî şartlar tam olarak bilmeden ve toplum yapısını, kültürel çevreyi isabetli şekilde tesbit etmeden, mezheplerin oluşumunu ve görüşlerini doğru anlamak hemen hemen mümkün değildir.

Kur’ân ve Sünnet Metinlerinin Yorumu

Her müslüman, âyet ve hadîsleri okuyup anlamada serbesttir. Zaten Kur’ân, bizzat adından da anlaşılacağı üzere okunmak ve anlaşılmak için nazil olmuş ilahî kitaptır. Allah’ın muradı bu kitaptadır. Dolayısıyla Kur’ân anlaşılmadan Allah’ın muradının ne olduğu bilinemez.

Müslümanlar, Kur’ân’ı okuyup anlamak için büyük gayret göstermişlerdir. Ancak, Kur’ân âyetlerinin hepsi üslup açısından aynı özellikte değildir. Kur’ân’da ifade edildiği üzere (Bkz. Âl-i İmrân, 3/7) bazı âyetlerin manâsı apaçık olup anlaşılması noktasında herhangi bir ihtilaf olmamış, orada ilahî muradın ne olduğu kolaylıkla anlaşılmıştır. Bu ayetlere muhkem ayetler denilir. Ancak, diğer bir grup âyet vardır ki manâları muhkem âyetler kadar açık değildir. Onların farklı anlamlara gelmeleri nedeniyle kesin anlamların verilmesi zordur. Bu âyetlere müteşâbih âyetler denir.

Kur’ân ve hadîs metinlerinde var olan bu dil sorunları etrafında ortaya çıkan sorular şunlardır. Kur’ân’ın hangi âyetleri muhkem, hangileri müteşâbihtir? Müteşâbih ne demektir? Müteşâbih âyetler anlaşılabilmeleri için tevil edilmeli midir, edilmemeli midir? Tevil ne demektir? Tevîlin şartları ve sınırı nedir? Bu ve benzeri sorular etrafında tabiî olarak ihtilaflar meydana gelmiş ve her bir ekol, kendi anlayışları ve geliştirdikleri yöntemlerle meseleleri anlamaya çalışmışlardır. Mesela, Selef âlimleri müteşâbih nasları tevil etmeksizin anlamaya çalışmışken, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet kelâm ekolleri büyük bir çoğunlukla bu nasları tevîl etmişlerdir.

Müslümanlar’ın Diğer Din ve Medeniyetlerle Karşılaşması

Hicrî birinci asrın içerisinde Suriye, Mısır, İran ve Irak gibi ülkeler İslâm dünyasının sınırları içerisine girdiler. Daha sonraları Emevîler ve Abbasîler döneminde İslâm toplumunun sınırları doğuda Mâverâünnehir, batıda Kuzey Afrika ve İspanya’ ya kadar genişledi.

Arabistan Yarımadası sâkinleri sâde bir hayata ve pek karmaşık olmayan bir din anlayışına sahip idiler. Ancak, İslâm toplumunun sınırları içine giren bu yeni ülkeler, çok farklı din, kültür, medeniyet, inanış ve düşüncelerin beşiği halinde idi. Suriye ile Mısır’da Hıristiyanlık ve Yahudilik, İran ve Irak’ ta ise Mecusîlik, Sâbiilik, Mazdekiyye, Seneviyye ve Zerdüştlük yaygın idi. Hz. Ömer döneminde kurulan Kûfe şehrinde, yeni fethedilen ülkelerin insanlarının gelip yerleştiği ve kendilerine ait mahalleler kurdukları da dikkate alındığında Müslümanlar’ın erken bir dönemde çok farklı inanç, düşünce ve felsefî anlayışlara sahip kimselerle karşı karşıya geldiklerini anlarız.

Yeni fethedilen ülkelerde yaşayan insanların pek çoğu eski dinlerinden vazgeçerek İslâm’a giriyorlardı. Ancak, bu yeni Müslümanlar arasında, eski inançlarından tamamen sıyrılmaya, bunların etkisinden kurtulmaya muvaffak olamayanlar vardı. Bunların kafalarında hâlâ eski dinlerinin fikir kalıntıları mevcuttu. Dolayısıyla dinî meselelerin bir kısmını eski inançlarının ışığı altında mütalaa ediyorlardı. Bu da tabiî idi. Çünkü bir insanın zihninde ve ruhunda yer etmiş, bütün benliğini sarmış bir inancı birdenbire terk etmesi kolay değildir. Bundan dolayı bu yeni Müslümanlar, farkında olarak veya olmayarak eski inançlarından bazılarını İslâm’a taşıyorlardı.

Yeni fethedilen ülkeler ahalisinden samimî anlamda Müslüman olanların yanında, kötü niyetliler de vardı. Onlar, Müslüman görünerek gizli amaçlarını İslâm kisvesi altında gerçekleştirmek, böylece nezih İslâm akidesini bozmak istiyorlardı. Tarihte “Bâtınîlik” ve “Bâtıniyye” diye adlandırılan kimi grupları bu çerçevede mütalaa etmek mümkündür.

Başlangıçtan itibaren İslâm’a her millet ve dinden insanların katılımı sonucu İslâm akaidi ile Ehl-i kitab (Hıristiyan ve Yahûdî) akîdeleri arasında ihtilaflar olduğu gibi çeşitli putperest ve şirk ehline mensup insanlarla da ihtilaf ve mücadeleler yaşandı.

Aslında hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilk tartışmalar Hz. Peygamber hayatta iken Necran Hıristiyanlarından bir grubun gelip Hz. Peygamber’le tartışmaları ile başlamıştı. Fakat Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar, Suriye, Mısır gibi ülkelerde İran, Hint ve Yunan felsefesi türü çeşitli düşüncelerle mecz olmuş, böylece farklı muhteva kazanmış bir Hıristiyanlıkla karşılaştılar. Bu bölgelerde İslâm ile karşılaşan Hıristiyanlardan birçok kişi İslâm dinine girdiler. Hıristiyan din adamları da Hıristiyanlığı savunmak ve müntesiplerinin İslâm’a girmelerini engellemek için yoğun bir çaba gösterdiler.

Böylece Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ilmî münakaşa ve mücadeleler gerçekleşti. Özellikle Allah’ın birliği ile zat ve sıfatlar, teşbih ve tecsîm hususunda ciddi tartışmalar yaşandı.

Emevîler döneminde bir tabip olarak görev yapan Hristiyan ilahiyatçı Yuhanna ed-Dımeşkî, Allah’ın birliği ile Hz. İsa’nın tabiatı konularında Müslümanlarla nasıl tartışılması gerektiği hususunda metot tesbit etmeye çalıştı ve İslâm’a karşı reddiyeler yazdı. Müslüman âlimler de Hıristiyanlık ve diğer inanç sahiplerine karşı “er-Red ala’n-nasârâ”, “er-Red ale’l-mecûs”, “er-Red ale’s-sümeniyye”, “er- Red ale’d-dehriyyîn” ve “er-Red ale’t-tabîiyyîn” adlarıyla reddiyeler yazdılar.

Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm’ın farklı din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşması sonucunda tevhid, teslis, teşbîh, tecsîm, kader, cebir ve ihtiyar, Kur’ân’ın hakikati, Tevrat ve İncil’in tahrifi, Nübüvvet, Mesih, Mehdi ve daha birçok itikadî konu Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında tartışılmıştır.

Böylece son ve evrensel dinin müntesipleri Müslümanlar, dinin üzerine inşa edildiği temel alan olan inanç konusunda doğruyu anlatma ve ikame etme hususunda üzerlerine düşen görevlerini yapmaya çalışmışlardır.

Tercüme Hareketleri

Müslümanlar, eski ilmî birikime karşı bir tavır takınmayarak, kendi evrensel dünya görüşlerine destek olacak unsurları bünyelerine almakta sakınca görmediler. Felsefe ile kelâmın, metotları ve çıkış kaynakları ayrı olsa da yaratılış, evren ve insana ait temel meseleleri birlikte konu edinmiş olmaları onlar için ayrıca teşvik edici olmuştur.

Gerçekleştirilen tercüme hareketlerinde sadece felsefî eserler değil aynı zamanda tabiat ilimleri, tıbba dair ilimler, kimya, astroloji, simya ve ahlâk bilimleri de tercüme edilmişlerdir.

Aslında ilk tercümelerin daha önce hicretin birinci asrında Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan (ö. 86/705)döneminde başladığı söylenmektedir. Bu ilk dönemde daha çok tıp, kimya ve astronomiye ilgi duyulmuş ve bu tür eserler tercüme edilmiştir. Felsefî anlamda ilk tercüme, halife Mansûr döneminde yapılmıştır. Mansûr zamanında önce Mantık ilmi Arapça’ ya tercüme edilmiştir. Mantığı Arapça’ya ilk tercüme edenin İbn el-Mukaffa olduğu söylenir.

Felsefenin sistemli bir şekilde tercümesi halife Memûn döneminde başladı. Memun zamanında ilâhiyât, tabîiyât ve ahlâka dair felsefî eserlerin Arapçaya tercümesi yapıldı. Yunan felsefesi tercüme edilirken eserler doğrudan doğruya Arapça’ya çevrildikleri gibi, bazen de Yunanca’dan önce Süryânîce’ye, daha sonra Arapça’ya tercüme ediliyordu.

Yapılan tercüme faaliyetlerinde pek çok Dâru’l-hikme (felsefe akademisi) kurulmuştur. Bu tercüme faaliyetleriyle Müslümanlar Yunan felsefesiyle doğrudan ilişki içine girmişlerdir. Yunan felsefesinin İslâm dünyasına aktarılmasında dönemin birer ilim merkezi olan ve felsefeden tabiat bilimlerine kadar pek çok ilmin okutulduğu İskenderiye, Cundişapur, Harran okullarının rolü büyüktür.

Bu okulların bir kısmında Yunanca, bir kısmında Süryanice, diğer bir kısmında ise Pehlevîce konuşuluyordu.

Tercüme faaliyetleri sonucunda ilk İslâm filozofları yetişmiştir. Bunlar arasında Kindî (ö. 252/866), Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sinâ’yı (ö. 428/1037) sayabiliriz.

Mu‘tezile ekolü, yabancı tesirlere karşı İslâm inancını savunmak amacıyla önemli işler gördü. Bu mezhep mensupları, bir taraftan felsefeyle ilgilenip orada İslâm akidesiyle bağdaşmayan düşünceleri cevaplandırmaya çalışırken, diğer taraftan yeni fethedilen ülkeler halkına İslâm’ı tebliğ etmek ve İslâm inancına yöneltilen eleştirileri cevaplandırmak için büyük gayretler gösterdiler.

Mu‘tezile’nin fikir önderi ve imamı olan Vâsıl b. Atâ’nın (ö. 131/748) Horasan, Mağrip, Yemen, Irak, Kûfe ve Ermeniyye bölgelerine davetçiler göndermesi bunun en açık delilidir. Mu‘tezile, bu önemli sorumluluğu yerine getirirken mezhebinin beş ana usûlünden ( usûl-i hamse) birisi ve aslında Kur’ânî bir emir ve ilke olan emri bi’l-mârûf ve nehyi ani’l-münker, yani iyiliği, güzelliği, doğruyu emredip, yanlıştan insanları koruma prensibinden güç almıştır.

İnsanın Düşünen Varlık Olması Gerçeği

İnsanı değerli kılan aklı ve düşüncesi olduğu gibi, her bir ferdi diğerinden ayırarak onun ‘ben’ini, kimliğini oluşturan da aklî kabiliyet ve değerleridir. İnsan düşündüğü ölçüde değerlidir. Kur’ân, aklı olup da düşünmeyen, gerçeği, doğruyu anlamayan insanın, aklı olmayan hayvan gibi hatta ondan da aşağı bir konumda olduğunu ifade eder (bk. el-A’râf, 7/179).

Kur’ân’ın birçok âyeti okumayı, düşünmeyi, böylece hakikati, gerçek ve doğruyu bulup kabul etmeyi emreder. Bu durum, düşünen insanın düşündüğünü açıkça ifade etmesinin de emridir. İnsanların düşünüş ve anlayışlarının birbirinden farklı olabileceği, bu sebeple de değişik neticelerin ortaya çıkacağı muhakkak olduğuna göre ihtilaf kendiliğinden var olacak demektir.

İtikâdî meseleler İslâm düşüncesi içerisinde tartışılmış, ortaya çıkan problemler Kur’ân ve aklın ışığında çözülmeye çalışılmıştır. Tabiatıyla bu çalışmalar yapılırken ihtilaflar zuhûr etmiş ve insanlar kendilerini tatmin eden görüşler etrafında toplanmışlardır. Sonuçta, adına fırka, ekol ya da mezhep dediğimiz kelâmî teşekküller, düşünce mektepleri oluşmuştur.

İlk dönemden itibaren oluşan bu ekoller; Havârıc, Cebriyye, Mürcie, Mu‘tezile, Şîa, Mâturidiye ve Eş’ariye adlarıyla anılırlar.

USÛLÜ’D-DÎNDE İHTİLAFIN HÜKMÜ

İhtilaf kaçınılmaz olmakla birlikte acaba dinin temelini oluşturan inanç alanında caiz görülebilir mi? Tevhîd dini olan İslâm, Allah’ın mutlak anlamda birliğine inanmayı zorunlu kıldığı gibi, bu dinin mensuplarının ırk, dil, bölge ve diğer farklılık sebepleriyle ayrılıp parçalanmamalarını da tevhîdin gereklerinden kabul eder.

Kur’ân-ı Kerim onları daima Allah’ın dinine sarılmaya davet eder. Kur’ân’ın, “Hepiniz Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin” (Âl-i İmrân, 3/103), “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde gevşersiniz, gücünüz ve kuvvetiniz elden gider.”(el- Enfâl, 8/46) emirleri ile Hz. Peygamber’in konu hakkında sözlü uyarıları ve fiilî örnekliği de daima bu birliği muhafazayı amaçlar. Ayrıca İslâm’ın tüm dinî muhtevası da Müslümanların birliğini muhafaza etmeyi, onu daima canlı tutmayı hedefler.

İdeolojik olan ve dolayısıyla İslâm toplumunu parçalama istidadı gösteren fikir ayrılıkları caiz görülmemiştir. Yukarıda kaydedilen âyetler bunu açıkça ifade etmektedir. Binâenaleyh, toplumsal bünyeyi sarsacak ihtilaflar yasaklanmıştır. Ayrıca, hakkında apaçık âyetler, sarih, kesin deliller bulunan dinî hükümleri ihtilaf konusu haline getirmek de yasaklanmıştır. Bu hususta Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Siz, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar, ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 3/105).

Kur’ân’ın tevile ihtiyaç duyulmayacak bir biçimde açık ifadelerle itikad ve iman edilmesini emrettiği ve Müslümanların Hz. Peygamber’in ağzından ifade edildiğinde ittifak edip mütevatiren ondan naklettikleri, bu konuda ayrılığa düşmedikleri şeyler iman konusudur.

Bu katî hükümler ise İslâm dininde iman ve İslâm esasları diye sıralanan ilkeler ile farziyyeti yahut haramlığı katî, kesin delil ile sabit olmuş bütün dinî meselelerdir. Dinin temel prensip ve hükümlerinin mevcudiyetinde ihtilaf etmek, yani Hz. Peygamber’e Allah tarafından vahyedildiği kesinlikle sabit olmuş olan şeylerden birini veya birkaçını inkâr etmek elbette câiz değildir.

Birkaç örnekle meseleyi şöyle açıklayabiliriz. Müslümanlar, Allah’ın sıfatlarını nasıl anlamışlar, bu sıfatların onun zâtıyla ilişkisini nasıl yorumlamışlardır, sıfatlar zâtının aynı mıdır, gayrı mıdır? İnsanların fiillerini yaratan Allah mıdır, yoksa Allah’ın müdahelesi olmadan onların bizzat kendileri mi fiillerini yapar ve sonuçlandırırlar?

Allah’ın mutlak ve her şeye şamil iradesiyle insanın iradesi arasındaki ilişki nasıldır? İnsan, iradesinde bağımsız mıdır değil midir? Kaderin insan fiilleriyle ilgisi nedir? Miracın keyfiyeti nasıldır? Allah âhirette görülecek midir? Bu ve benzeri meseleleri kelâm bilginlerinin ve diğer insanların nasıl anladıkları ile bu hususlardaki değişik yorumları İslâm akîdesinin özüne ve aslına ait değildir.

İslâm hukukçuları ile kelâmcıların büyük çoğunluğu, dine ait olduğu zarûrî olarak bilinen şeylerin dışında, itikadî ihtilaflar yüzünden insanların ve fırkaların tekfir olunamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

DHBT Dersleri olarak DHBT Sınavlarında Bu Üniteden Mutlak Manada Soru Çıkmıştır. O yüzden Kelam’a Giriş dersimizin bu ünitesine ait çalışmamızı eksiksiz yapmamız gerekmektedir.

Kelâmın Doğuşu – Kelama Giriş 2.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Bir ricada bulunabilir miyim . Bu konuları.pdf olarak paylasabilirmisiniz

    Cevapla
    • Yönetici 22 Eylül 2019, 21:26

      İlerleyen dönemde bu düşüncemiz var. Zamanınızın yetişmemesi ve bazı konuların hala eksik olması sebebi ile pdf formatına hazırlık işlemi yapamadık. DHBT Sınavına kadar yetiştirmeye calışacağız.

      Cevapla