Kur’ân’ın Tanımı ve Niteliği – 2.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kur’ân’ın Tanıtımı ve Unsurları

Giriş

Kur’ân, İslâm Dini’nin en temel kaynağıdır. Yapılan bütün çalışmalarda başvurulan ilk kaynak olma özelliğine sahiptir.

Bu münasebetle Kur’ân’ın tanımı, isimleri, hedefi, muhtevâsı, diğer ilâhî kitaplardan farklı olan yönleri, ayırıcı özellikleri ve ayrıca kendisini oluşturan unsurların doğru bir şekilde kavranması büyük bir ehemmiyet arzetmektedir.

Kur’ân’ın bu tür yönleri hakkında sağlam delillere dayanan doğru bilgiler elde edilirse o, daha iyi ve sağlıklı bir şekilde anlaşılır. Bu şekilde pratik hayata da yansıtılırsa işte o zaman istenilen olumlu neticeleri verebilir. Ayrıca, hemen her fırsatta Kur’ân’ı olumsuzlamaya yönelik tüm maksatlı iddia ve çabalar da sonuçsuz kalır.

Sonuçta İslâm Dini, uydurma ve zayıf rivâyetler, hurafe ve isrâiliyyât gibi bünyesine ters düşen yabancı unsurlardan arınmış olarak sâfiyetini korur.

KUR’ÂN’IN TANITIMI

Kur’ân Kelimesinin Etimolojisi

“Kur’ân/ القرآن ” kelimesinin hemzesiz ve türemiş olduğunu savunanlar:

1. Kur’ân lafzı, “karînetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemzesiz olan “el-karâin/ القرائن ” lafzından türemiştir. Bu görüşü Ebû Zekeriyyâ’ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’ ileri sürmüştür. Gerekçesi ise, Kur’ân âyetlerinin bazısının bazısını tasdik etmesi, bir kısmının diğerine karîne ve benzer olmasıdır. Halbuki Arap dilinde kelimeler, ya fiilden ya da mastardan türetilir, çoğul bir kelimeden türetilmez. Dolayısı ile bu görüş doğru değildir.

2. Kur’ân kelimesi, sözlükte bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak anlamına gelen karene/ قرن fiilinden türemiştir. Eş’arî ve ona tâbi olanların ortaya attığı bu görüşe göre, Kur’ân lafzının bu fiilden türemesi onun, harf, kelime, âyet ve sûrelerinin birbirlerine bitişik ve yakın olmaları nedeniyledir. Ancak her kitabın kelime ve bölümleri, tabiî olarak birbirine bitişik ve yakın olur. Bir kitabı, özellikle Kur’ân gibi bir şaheseri, bu tür tabiî özelliklerinin dikkate alınarak isimlendirilmesi mantıklı değildir.

“Kur’ân” kelimesinin hemzesiz, türememiş ve alem-i mürtecel olduğunu savunanlar:

Şafiî ve taraftarlarına göre “Kur’ân lafzı hemzeli değildir; “el/ ال ” ile ma’rife yapılmış ve mürteceldir (bir tür özel isimdir); Hz. Peygamber’e inen kelâma özel isim olarak konmuştur, türememiş, kara’e/ قرأ ’den de alınmamıştır, şayet kara’e’den alınmış olsaydı her okunan şeyin Kur’ân olması gerekirdi”.

Dikkat edilirse burada Kur’ân lafzının alem-i mürtecel olduğu belirtilmiştir. Arap dilinde alem-i mürtecel, ilk anda bir şeye isim olarak konmuş, bundan sonra da başka hiç bir şeyde kullanılmayan özel isimdir. Bu tür özel isimde herhangi bir değişiklik yapılmaz; harflerine harf ilave etmek, onları noksanlaştırmak veya değiştirmek mümkün değildir. Başlangıçta nasıl konmuşsa sürekli olarak o şekilde kalır. Eğer o başlangıçta isim olarak konurken, “el” takısız ise, daha sonra ona “el” takısı eklenmez; “el” takısı ekli ise, bu takı onun bir parçası olup ondan ayrılmaz.

Kur’ân’da toplam 70 defa geçen Kur’ân lafzı, 50 yerde “el” takısı ile birlikte, 20 yerde de “el” takısı olmadan zikredilmiştir. Eğer Kur’ân kelimesi alem-i mürtecel olsaydı onun ya tamamen “el” takısı olmadan ya da “el” takısı ile birlikte zikredilmesi gerekirdi. O halde bu görüş de tutarlı değildir.

“Kur’ân” kelimesinin hemzeli ve türemiş olduğunu savunanlar:

1. Kur’ân lafzı, sözlükte toplamak anlamına gelen kara’e’den türemiş fu’lân/ فعلان vezninde bir kelimedir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve ez- Zeccâc’a ait olan bu görüşe göre Kur’ân, sûreleri, önceden indirilen ilâhî kitapların meyvelerini topladığı; hükümleri, hikmetleri, belâğat türlerini ve çeşitli ilimleri bir araya getirdiği için bu adla isimlendirilmiştir. Halbuki sûreler, Kur’ân’ın bölümleridir. Bir kitabın, tabiî özelliği olan bölümlerinin olmasından dolayı isimlendirilmesi, muteber bir görüş değildir. Kur’ân’ın, önceden indirilen ilâhî kitapların meyvelerini bir araya toplaması nedeniyle isimlendirilmesi doğru görünmemektedir.

Zîrâ Kur’ân, her ne kadar bazı hususlarda aralarında benzerlikler olsa da, diğer semavî kitaplardan çok farklı ve daha fazla bilgi içermektedir. Ayrıca Kur’ân lafzının, hükümleri, hikmetleri, belâğat türlerini ve çeşitli ilimleri ihtiva ettiği için bu kelimeden türetilmesi de sağlıklı bir gerekçe değildir. Bu, tamamen onun ihtiva ettiği esasları ve edebî yönleriyle ilgilidir. Kur’ân’ın, içeriği çok zengin ve daha değişik özellikleri olduğundan, çok daha farklı gerekçeler ileri sürmek mümkündür. O halde bu görüşün de kabul edilebilir bir tarafı yoktur.

2. “Kur’ân” lafzı, çıkarıp atmak anlamına gelen kara’e’den türemiştir: Kutrub tarafından ileri sürülen bu görüşe göre Kur’ân, okunurken ağızdan çıkarılıp atıldığı için ona bu ad verilmiştir. Bu gerekçe de muteber değildir.Zîrâ sözlü ifade ve anlatımlar telaffuzsuz olmaz. Telaffuz, sadece Kur’ân için değil, her sözlü ifade için gerekli olan zaruri bir durumdur.

3. “Kur’ân” lafzı, “okumak” anlamına gelen kara’e’den türemiş, fu’lân vezninde bir kelimedir: Ebu’l-Hasan Ali b. Hazm el-Lihyânî tarafından ileri sürülen bu görüş, İslâm âlimlerinin ekseriyeti tarafından kabul edilmektedir. Bu görüşü bizzat Kur’ân’ın kendisi de desteklemektedir. Öte yandan Kur’ân’da bazı sûreler isimlerini ilk kelimelerinden almışlardır.

Bilindiği gibi ilk önce, Alak sûresinin ilk beş âyeti nâzil olmuştur. Bu âyetler, “Kur’ân” kelimesi ile aynı kökten gelen “ikra (oku)” emriyle başlamaktadır. Yani “ikra” lafzı, Kur’ân’ın ilk inen kelimesidir. İşte Kur’ân da ismini, bazı sûrelerinde olduğu gibi nâzil olan bu ilk kelimesinden almış olmalıdır. Netice olarak Kur’ân lafzı, sözlükte “okumak” anlamına gelen kara’e’den türemiş ve alem-i menkûl (bir tür özel isim) olmuştur.

Alem-i menkûl, esâsen özel bir isim olmayıp, başlangıçta değişik manada kullanılan, daha sonra ise, önceki manası terk edilerek belli bir şeye verilen isimdir. Bu tür özel isimlere, özel isim olmadan önceki manasına işaret etmek için “el” takısı gelebilir. İşte, Kur’ân kelimesinin başına gelen “el” takısı ma’rifelik için değil, söz konusu lafzın özel isim olmadan önceki asıl (okumak) anlamına işaret etmek içindir.

Şimdi de müsteşriklerin “Kur’ân” lafzının köküne dair görüşlerini inceleyelim. Schwally, Wellhausen ve Horovitz gibi oryantalistlere göre “Kur’ân” lafzı Süryanice veya İbrânice, keryânî – kiryânî kelimelerinden alınmıştır. Onların çoğunun çalışmaları, İslâmiyet’in orijinal bir din olmadığını ispatlamaya yöneliktir.

Bu münasebetle Kur’ân’ın, orijinal bir kitap olmayıp daha önceki ilâhî kitaplardan devşirildiğini ortaya koymak için Kur’ân lafzının kökünü başka dillerde aramaktadırlar. Ancak onların bu tür maksatlı görüşlerinin hiç biri doğru değildir.

Kur’ân, hiçbir din ve kitaptan devşirilmemiş, tamamen orijinaldir. Şimdi onların bu görüşlerinin doğru olmadığının delillerini görelim:

1. Arabça, Süryânice ve İbrânice, Sâmi dilleri ailesindendir. Bu dil ailesinin en eskisi, üstünü, gelişmişi ve zengin kelime hazinesine sahip olanı Arapça’dır. Şimdi kendilerinden daha eski ve zengin olan bir dilin o dillerden kelime aldığını iddia etmek yanlıştır. Esasen, bunun aksi yani, Arapça’dan o dillere birtakım kelimelerin geçmiş olması doğrudur.

2. Kur’ân’da da belirtildiği gibi, İslâmiyet öncesi Araplar, -bir kaç kişi dışında- ümmî bir toplum idi. Sözlü rivâyet esastı; edebî ürünler, kıssalar ve haberler hafızaya dayanıp şifâhî olarak naklediliyordu. Bunların yazıya geçirilmesine hicretin birinci yüzyılından itibaren başlandı. Şimdi, böyle bir câhiliye döneminde diller arası kelime geçişlerini sağlıklı bir şekilde tesbit etmek hiç bir surette mümkün değildir. Dolayısı ile böyle bir devrede, herhangi bir dilden bir kelimenin diğer bir dile geçtiğini iddia etmek ne kadar doğru ise, bunun aksini iddia etmek de o derece doğrudur.

3. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre kelime ihdâs ederler, ortaya çıkan yeni eşyalara yeni isimler bulurlar. Câhiliyye devri Arab edebiyatı ile Arapların sosyal hayatında dinin çok az bir yeri vardı. Yani Kur’ân yoktu. Olmayan bir şeyi isimlendirmek, o, şu veya bu dilin, şu veya bu kelimesinden türedi, demek ise mümkün değildir. O halde “Kur’ân” lafzı, İslâmiyet/Kur’ân ile beraber gelmiş, “okumak” anlamındaki kara’e’den türemiş, fu’lân vezninde, Arapça kökenli bir kelimedir. Bunun dışındaki görüşler yanlıştır.

Kur’ân’ın, el-Kitâb, Ümmü’l-Kitâb, el-Furkân, el-Mesânî, en-Nûr, ez- Zikr, el-Hüdâ, eş-Şifâ, Sıdk ve el-Hak gibi 55 isminin olduğu bildirilmektedir. Bu isimler arasında en fazla kullanılan “Kur’ân”dır.

Kur’ân’ın Terim Anlamı

“Kur’ân, Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır”. Şimdi bu unsurları açıklayalım:

“Allah’ın kelâmı” ifadesiyle, insanların, meleklerin ve cinlerin sözleri tanımın dışında kalmıştır. Çünkü Kur’ân, sadece Allah’ın kelâmıdır.

“Hz. Muhammed’e vahiyle” sözü, Kur’ân’ın vahiyle sadece Hz. Peygamber’e indirildiğini ifade etmektedir. Buna göre diğer peygamberlere indirilen ilâhî kitap ve sayfalar tarifin dışına çıkarılmıştır. “İndirilmiş” kelimesi, Allah’ın kelâmının sadece Resûlullah’a indirilen kısmını içine alır, diğerlerini tanımın dışında bırakır.

“Tevâtürle nakledilmiş” ifadesiyle, şâz olan kırâat şekilleri ve diğer nakiller tarifin dışında bırakılmıştır. Ayrıca bu ifade, Kur’ân’ın sübûtunun kat’î olduğunu da göstermektedir.

“Mushaflarda yazılmış” sözüyle, Hz. Osman döneminde yazılan Kur’ân nüshaları kastedilmiştir. Onların dışındaki nüshalar tanıma alınmamıştır.

“Tilâvetiyle ibâdet edilen” ifadesiyle, Kur’ân tercümelerinin, tefsîrlerinin, âhâd kırâatların, nebevî ve kudsî hadîslerin, namazlarda ve ibâdet maksadıyla okunmalarının câiz olmadığı belirtilmiş ve bunların tarifin dışında bırakılmaları sağlanmıştır. “Bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan” sözü, yine diğer semâvî kitapları, sahifeleri ve hadisi tanımın dışında bırakmıştır. Onların, mu’ciz olmadıkları için meydan okumaları söz konusu değildir. Kur’ân ise mu’cizdir. Tarifin “Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren” kısmı açıktır.

Kur’ân’ın Hedefi

“Kur’ân, insanlar için basîret nurları, kesin inanan bir toplum için hidâyet ve rahmettir” (Câsiye (45), 20). “İşte bu Kitâb, Allah’ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği/getirdiği hidâyet rehberidir” (Zümer (39), 23). “Bu Kur’ân bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini tanımayanlara çetin bir azâp vardır” (Câsiye (45), 11). “Bu Kur’ân en doğru yola iletir” (İsrâ’ (17), 9). Âyetlerde özetle Kur’ân’ın, yolun en doğrusuna ulaştıran bir hidâyet rehberi olduğu vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir. Buradaki ‘hidâyet’in kapsamına insanı, hem bu geçici ve hem de ebedî hayatını düzenleyerek mutluluğa götürecek ve huzura kavuşturacak tüm hususlar dâhil edilmelidir. Zîrâ Kur’ân, hiçbir ayırım yapmadan bütün insanlığı kucaklayarak karşılaşılan en çetin ve karmaşık problemlere, çok net, gerçekçi ve ma’kûl çözümler önermektedir.

Kur’ân’ın dışındaki yolların hiçbiri insanlığı huzura kavuşturacak ve onamutluluk bahşedecek seviyede değildir. Bu itibarla bütünüyle insanlığın Kur’ân’a sarılması lazımdır: “Rabbinizden size indirilen Kur’ân’a uyun. O’nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin” (Arâf (7), 3). “Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” (Âl-i ‘İmrân (3), 103).

Kur’ân’ın Muhtevâsı

Mekkî âyet ve sûrelerde, Allah’ın birliği, kudreti ve lütufkârlığı ile âhiret günü ve dirilme gibi uhrevî konular geniş olarak işlenmiştir. Bu âyet ve sûrelerde genellikle tevhid ve âhiretle ilgili konular hakkında bir takım deliller gösterilir ve insanlar akıllarını kullanarak bunlardan yararlanmaya çağrılır. Mekke’de inen âyet ve sûreler genellikle Allah’ın kudreti ile lütuf ve keremini konu edinirler.

İlk inen âyet ve sûrelerde konuların esası hakkında özlü bilgilere yer verilirken, zamanla detaylara girilmiştir. Daha sonra inen âyet ve sûrelerde, ibâbetler konusunda da bir gelişim görülmektedir. Bütün dinlerin ortak amacı olan din, can, akıl, mal ve nesebin korunması ilkesi ile fazilet ve ahlâkî prensipler, Mekkî âyet ve sûrelerde ağırlıklı olarak yer alır.

Mekke döneminin son yıllarında Mekkeli müşriklerin dışında yeni muhataplar da olduğundan, bu dönemde gelen âyet ve sûrelerin üslûbu, bu yeni muhatapları da dikkate aldığı için olmalı ki daha yumuşaktır. Bu dönemde, geçmiş peygamberlerin ahlâkî yapıları ve seciyeleri anlatılmakta, müşrikler, yeniden dirilme, âhiret ve hesap gibi konularda öncekilerden daha ciddi bir şekilde uyarılmakta ve sıklıkla Allah’ın kudreti hatırlatılmaktadır. Mekke şartlarında nâzil olan âyet ve sûrelerin fesâhat ve belâgat seviyesi de çok yüksektir. Âyetler, kısa ve sert seslidir, umumiyetle muhâtabı aklî yönden ikna etme amacı yanında onu duygusal açıdan da kuşatan bir üslup ve anlatım özelliğine sahiptirler.

Medenî olan âyet ve sûrelerde, Mekkî sûrelerin ihtiva ettiği başlıca konuların yanı sıra, ibâdât ve muâmelât konuları ağırlık kazanmıştır. Medenî sûrelerde tarihî konular ve olaylar anlatılırken, bunlar vesile kılınarak evrensel ilkeler ve değerler verilir, insanın itikâdî ve ahlâkî dünyasının düzeltilmesi, özellikle paylaşma duygusunun güçlendirilmesi amaçlanmıştır.

Medîne döneminin başlangıcında nâzil olan âyet ve sûrelerde, Yahudiler ve Ehl-i kitaba karşı oldukça yumuşak ifadeler yer almaktadır.Medenî sûrelerin çoğunda münafıklar hakkında bilgi veren kısımlar vardır. Medenî sûrelerde, Müslümanların yaptıkları savaşlara ve savaş hükümlerine geniş yer verilmiştir.

Kur’ân’ın Kitâb-ı Mukaddes’le Mukâyesesi

Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da kutsal kitaplar vardır Ancak Hz. Îsâ üzerine temellenen Hıristiyanlığın aksine, hem Yahudilik ve hem de İslâm, kutsal kitaba öncelik tanımıştır. Bununla birlikte Yahudilik ve Hıristiyanlığa ait kutsal yazıların teşekkülü, çok uzun bir dinî ve tarihî sürecin sonucunda meydana gelmiştir. İslâm ise başlangıçtan itibaren kitaba dayanan bir din olarak var olmuştur. Dolayısıyla Müslümanlar için önemli olan, Kur’ân’ın sunduğu bilgilerdir.

Kur’ân, Tevrat. Zebur ve İncil’i kuşatıcı bir mahiyet arzetmekte ve önceki peygamberlere inanmayı da şart koşmaktadır. Özellikle Tevrat ve İncil’deki birçok kıssa ve konuyu içermekte, bunlarda yer alan, kendisinin de kabul ettiği evrensel ilkeleri tekrarlamakta, geçmiş kitapların muhtevâlarının orijinal şekillerinin ne ölçüde korunabildiğini, hangi konularda değişikliğe uğratıldığını ortaya koymaktadır. Kur’ân ile daha önceki ilahî kitaplar arasında vahyedilme, kayda geçirilme, günümüze gelme, üslûp ve muhtevâ açısından önemli farklılıklar vardır.

Kur’ân ile Kitâb-ı Mukaddes arasında muhtevâ ve üslûp açısından benzerlikler olduğu gibi önemli farklılıklar da bulunmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes, çeşitli yazarlar tarafından farklı dönemlerde yazılmış farklı edebî türlerdeki yazılardan meydana gelmektedir. Onda tarihî yazıların yanı sıra dinî hükümler, hikmet türü bölümler, dua ve münâcâtlar bulunmaktadır.

Kitâb-ı Mukaddes’e ait bölümlerin çoğu, adını taşıyan kişiler tarafından yazılmamıştır; ayrıca bazen birden çok kitap belli bir yazara nispet edilmiştir. İnciller ise, Hz. Îsâ’nın hayatını anlatan biyografi kitapları olup çeşitli yazarlar tarafından yazılmış ve bu yazarların duydukları ve ulaşabildikleri kaynaklardan derledikleri bilgileri içermektedir.

Kur’ân’a gelince o, Hz. Peygamber’e bizzat Allah tarafından vahyedildiği için onda konuşan sürekli Allah, muhatap ise Hz. Peygamber ile insanlardır. Halbuki Kitâb-ı Mukaddes’te olaylar genellikle üçüncü şahıs tarafından anlatılmaktadır. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes’te hâdiseler, zaman ve mekân boyutuna inilerek aktarılmakta, dolayısıyla Eski Ahid İsrâiloğulları’nın tarihini, Yeni Ahid ise Hz. Îsâ ve havarilerin hayatlarını anlatan birer tarih kitabı niteliği taşımaktadır. Kur’ân’da anlatılan tarihi olay ve kıssalarla muhataplara belli derslerin verilmesi amaçlanmıştır.

Kur’ân’la Kitâb-ı Mukaddes arasındaki bu farklılıkların yanı sıra, başta kıssalar olmak üzere bazı konularda benzerlikler de vardır. Özellikle kâinatın ve insanın yaratılışı, cennetten çıkarılış, Nûh tufanı, Hz. İbrahim, İshak ve Ya’kub, İsrâiloğullarının tarihi, Hz. Yûsuf, Hz. Mûsâ ve onun Firavun’la mücadelesi, Mısır’dan çıkış, İsrâiloğullarının çöldeki hayatı, buzağıya tapma, Tâlût, Dâvûd ve Süleyman, çeşitli peygamberlerin tebliğ faaliyetleri, Zekeriyyâ ve oğlu Yahya, Meryem ve oğlu Îsâ ile havariler gibi konular, Kitâb-ı Mukaddes’le Kur’ân arasındaki ortak konulardır.

Kur’ân’ın verdiği bilgilerin kendi inançlarıyla çelişmesi nedeniyle Hıristiyan yazarlar Kur’ân’ın, vahiy mahsulü olmayıp Hz. Muhammed tarafından yazıldığını öne sürmüşlerdir. Hıristiyanların Kur’ân’a bakışı tarih boyunca genelde menfidir. Onların bu maksatlı iddiaları hayal ürünü olup delilsiz ve dayanaksızdır.

Bazılarının Kur’ân’ı eleştirileri Kur’ân’ın, Kitâb-ı Mukaddes’le çelişen hususlarla ilgili olup bunların içinde Îsâ’nın ulûhiyyeti, teslîs, haçın kutsallığı gibi konular vardır. Onlar arasında Kur’ân’ın kaynağının, Hıristiyan rahibi Bahîrâ, Varaka b. Nevfel, Ümeyye b. Ebi’s- Salt, Hanîfler, şairler, Sâbiîler gibi kişi ve gruplar olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır (Harman, 2002).

Kur’ân’ın Faziletleri (Fezâilü’l-Kur’ân)

Fezâilu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın tamamını veya bazı sûre ya da âyetlerini öğrenip okuyan, öğreten, dinleyen, ezberleyen, hükümlerine göre amel edenlerin kazanacakları sevapları, bazı sûre yahut âyetlerin şifalı olduğunu bildiren hadisleri içeren literatür için kullanılan bir tabirdir. Bunun için kaynaklarda “Fezâilu’l-Kur’ân”, “Sevâbu’l-Kur’ân”, “Menâfiu’l Kur’ân” gibi terimler kullanılmıştır. Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır. İmam Şafiî’nin Menâfiu’l-Kur’ân adındaki kitabının bu konuda yazılan ilk eser olduğu ileri sürülmektedir.

Fezâilu’l-Kur’ân’la ilgili hadisler incelendiğinde onların üç kısma ayrıldığı görülmektedir. Şimdi bunlara sırayla misâller verelim:

1. Kur’ân’ın bütününün fazîletine dair hadîsler: “Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitâb’ıdır” hadîsi gibi.
2. Kur’ân’ın sûrelerinin fazîletine dair hadîsler: “Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki o (İhlâs sûresi), Kur’ân’ın üçte birine denktir” gibi.
3. Kur’ân âyetlerinin fazîletine dair hadîsler: “Geceleri, Bakara sûresinin sonundan iki âyet okuyan kimseye o iki âyet kâfî gelir” hadîsi gibi.

Bu konuda yazılan bazı eserler şunlardır: Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâî, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Kesîr, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İtkân fî Fezâili’l-Kur’ân.

KUR’ÂN’IN UNSURLARI

Âyet

Âyet kelimesi sözlükte, iz, açık işaret, burhân, emâre ibret, nişâne, şaşırtıcı iş ve mucize manasına gelmektedir. Allah’ın varlığına delâlet eden her şeye de âyet denilmiştir. Âyet kelimesinin çoğulu, ây veya âyât’tır. Terim olarak âyet, “Kur’ân’ın herhangi bir sûresinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlere” denir. Âyetlerin son kelimesine, iki âyeti birbirinden ayırdığı için fâsıla, fâsılanın son harfine de harfu’l-fâsıla denmektedir.

Âyetlerin Tertibi

Nâzil olan bütün âyetler, bizzat Hz. Peygamber’in göstermiş olduğu yerlere yazdırılmışlardır. Dolayısı ile âyetlerin tertîbi tevkîfîdir, yani vahye dayanmaktadır. Bu konuda herhangi bir ihtilaf yoktur. Âyetlerin tertibinin tevkîfî olduğuna dair birçok rivâyet vardır. Meselâ Osman b. Ebî’lÂs şu hâdiseyi aktarmaktadır: “Bir gün Hz. Peygamber’le beraber otururken o, birden bakışlarını bir noktaya dikti ve sonra doğrulup: “Cebrâil bana geldi ve “muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” (Nahl (16), 90) âyetini, ait olduğu sûrenin şurasına yerleştirmemi açıkça istedi” buyurdu”.

Âyetlerin Sayısı

Kur’ân’da, İbn Abbas 6216, Basralılar 6204, Medîneliler 6219, Şamlılar 6226, Kûfeliler de 6236 âyet bulunduğunu ifade etmektedirler. Bu son (6236) görüşün daha doğru olduğu belirtilmektedir. Âyetlerin sayısı hakkında bu değişik rakamların ortaya atılması, bazı âyetlerin sonlarının neresi olduğu, sûrelerin başlarında bulunan besmelelerin âyet olarak kabul edilip edilmemesi ve hurûf-ı mukatta’anın müstakil bir âyet sayılıp sayılmaması gibi konularda ileri sürülen görüşlerin farklılığından kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, âyetlerin sayısında farklı rakamların ortaya atılması kesinlikle, Kur’ân’da eksiklik veya fazlalık olduğunu göstermez. Çünkü Kur’ân’da en ufak bir hata, eksiklik veya fazlalık yoktur.

Kuran’ın en uzun âyeti, müdâyene âyeti denilen Bakara sûresinin 282. âyetidir. Bu konuda bir ihtilaf yoktur. Ancak en kısa âyetin hangisi olduğu konusunda ise ihtilaf vardır.

İlk ve Son Nâzil Olan Âyetler

Âlimlerin çoğuna göre, ilk inen âyetler Alak sûresinin ilk beş âyetidir; fetret devrinden sonra da Müddessir sûresinin baş kısmı nâzil olmuştur. En son nâzil olan âyet hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Bu âyetler şunlardır:

1. “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim” (Mâide (5) 3). Bu âyet nâzil olduktan sonra, ahkâm âyeti inmediği ve Resûlullah’ın 81 gün yaşadığı bildirilmektedir. O halde bu, en son inen âyet değildir.

2. “Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir” (Nasr (110), 1-3).

3. “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terk edin” (Bakara (2), 278).

4. “Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp çocuğu olmazsa erkek kardeş de ona vâris olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı, iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir” (Nisâ (4), 176).

5. “Allah’a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının” (Bakara (2), 281). Bu âyet nâzıl olduktan sonra Resûlullah 9 gece yaşamıştır. Âlimlerin çoğu, en son inen âyetin bu âyet olduğu görüşündedirler.

Besmele

Neml sûresinin 30. âyetinde geçmesi nedeniyle besmelenin Kur’ân’ın bir âyeti olduğunda ihtilaf yoktur. Fâtiha ile diğer sûrelerin başındaki besmelelerin bir âyet olup olmadığı ise ihtilaflıdır. Hanefilere göre, sûrelerin başında bulunan besmeleler, bulunduğu sûreden ayrı olarak başlı başına birer âyettir. Bunlar, sûreleri birbirinden ayırmak için indirilmiştir. İmam Şâfiî’ye göre besmele, Fâtiha’nın başından bir âyettir. Ayrıca, diğer sûrelerin başında bulunan besmelelerin de o sûreden bir âyet olduğu şeklinde İmam Şâfiî’den rivâyet vardır. İmam Mâlik’e göre sûre başlarındaki besmeleler Kur’ân’dan değildir. Bunlar, sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük için yazılmışlardır.

Ahmed b. Hanbel’den bu konuda iki görüş vardır: 1. Besmele, Fâtiha ve diğer sûrelerin başından birer âyettir. 2. Sûrelerden ayrı olarak birer âyettir. Tevbe sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele vardır. Rivâyete göre bu sûre besmelesiz olarak inmiş ve Resûlullah onun başına besmeleyi yazdırmamıştır.

Secde Âyetleri

Okunması veya dinlenmesi halinde secde edilmesi gereken âyetlere secde âyeti, bu sebeple yapılan secdeye de tilâvet secdesi denir. İşte burada inceleyeceğimiz secde, Kur’ân’ın tilâveti ile ilgili olan tilâvet secdesidir. Kur’ân’da on dört sûrede secde âyeti vardır. Bunlar şunlardır: I) Arâf (7), 206. II) Ra’d (13), 15. III) Nahl (16), 49. IV) İsrâ’ (17), 107. V) Meryem (19), 58. VI) Hac (22), 18. Şâfiî’ye göre bu sûrede iki secde vardır. Biri bu 18. âyette, diğeri de şu 77. âyettedir. Hanefîlere göre, 77. âyetteki namaz secdesidir. VII) Furkân (25), 60. VIII) Neml (27), 25. IX) Secde (32), 15. X) Sad (38), 24. XI) Fussilet (41), 37. XII) Necm (53), 62. XIII) İnşikâk (84), 21. XIV) Alak (96), 19.

Tilâvet secdesinin yapılış şekli şöyledir: Tilâvet secdesi için ayağa kalkılır ve kıbleye dönülür. “Niyet ettim Allah rızası için tilâvet secdesi yapmaya” (namaz içinde sadece kalben niyet edilir) şeklinde niyet edildikten sonra, eller yukarı kaldırılmadan “ellâhü ekber” denilerek secdeye varılır ve secdede, üç defa “sübhâne rabbiye’l-a’lâ” denilir. Sonra tekbir alınarak ayağa kalkılıp, “semi’nâ ve eta’nâ ğufrâneke rabbenâ ve ileyke’l-masîr” okunduktan sonra tilâvet secdesi tamamlanmış olur.

Tilâvet secdesi, Hanefîlere göre vâciptir. Secdenin vâcip olması için, secde âyetinin tamamının okunmasıyla bir kısmının okunması arasında bir fark yoktur. Aynı mekanda olmak şartıyla, aynı secde âyeti birkaç defa okunursa bir secde yeterlidir. Secde, namazda iken, namazın dışında, yalnız veya bir imama uymak suretiyle cemâat halinde de yapılabilir.

Namaz dışında, hemen kırâatın ardından secde etmek vacip değildir, daha sonra da yapılabilir. Namaz içinde olursa secde âyetinden sonra üç âyeti geçirmeden secde yapılmalıdır. Şayet secde âyeti ile kırâat sona erdirilir ve namaz için secde yapılırsa, bu secde tilâvet secdesi yerine de geçer ve tekrar tilavet secdesi yapmaya gerek kalmaz.

Sûre

Sûre sözlükte, yüksek rütbe, mevki, şeref, yüksek bina, sûr gibi manalara gelir. Çoğulu suver’dir. Terim olarak sûre, “âyetlerden –en az üç âyettenmeydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası” demektir.

Kur’ân’da 114 sûre vardır. Bu 114 sûrenin, Übey b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si ise Medenîdir. Mısır Kralı Fuâd’ın ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenîdir.Kur’ân’ın sûrelere ayrılması tevkîfîdir, yani vahye dayanmaktadır.

Sûrelerin Tertibi

Bazen bir sûre tamamlanmadan, diğer bir sûrenin nâzil olduğu, hatta birden fazla sûreye ait âyetlerin bir anda indirildiği olmuştur. Bugün elimizde bulunan Mushaflardaki sûreler, iniş tarihine göre tertip edilmemiştir. O halde bu sûrelerin tertibi kim tarafından yapılmıştır? Bu konuda üç görüş vardır:

1. Sûrelerin tamamının tertibi Hz. Peygamber’e dayanmaktadır (tevkîfî). Bu görüşte olanlar, Hz. Osman döneminde yazılıp İmam adı verilen Mushaf’ı, ellerinde özel Mushafları olanlar da dahil olmak üzere bütün ashâbın ittifakla kabul ettiğini delil olarak ileri sürmektedirler. Sûrelerin İmam Mushaf’taki tertîbi, bugün elimizde bulunan Mushaflardaki tertîbin aynısıdır.

2. Sûrelerin tamamının tertîbi sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. Bu görüşte olanlar, Hz. Osman tarafından imhâ ettirilmeden önce, bazı sahâbîlerin ellerinde bulunan Mushaflardaki sûrelerin tertibinin farklı olmasını delil göstermektedirler.

3. Sûrelerin tertîbinin bir kısmının Hz. Peygamber’in bildirmesi, bir kısmının da sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. Bunlar arasında, tertîbin tevkîfî olduğu görüşünün daha ağırlıklı olduğu söylenebilir.

Sûrelerin Tasnîfi

Kur’ân’da sûreler, uzunluk ve kısalıklarına göre şöyle tasnîf edilmiştir:

1. es-Sebu’t-tuvel: En uzun yedi sûre demektir. Bunlar, Fâtiha’dan sonra gelen Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf, Enfâl-Tevbe’dir. Bazıları Enfal-Tevbe yerine Yunus sûresini koymaktadırlar.

2. el-Mi’ûn: Birinci gruptan sonra gelen ve âyet adedi yüz civarında olan sûrelerdir. Bunlar, es-sebu’t-tuvel’in sonundan Secde sûresinin sonuna kadar olan kısımda yer alırlar.

3. el-Mesânî: Âyet adedi yüzden az olan sûrelerdir. Bunlar, Ahzâb sûresinin başından Kaf sûresinin başına kadar olan sûrelerdir. Bu sûreler, âyet sayıları es-sebu’t-tuvel ve el-mi’ûn’dan az olması nedeniyle daha çok okunup tekrarlandığı için el-mesânî diye isimlendirilmişlerdir.

4. el-Mufassal: Mushafın son bölümü olup, Kaf sûresinin başından Nâs sûresinin sonuna kadar olan sûreleri içine almaktadır. Bu sûrelere, kısalığı sebebiyle besmele ile sık sık ayrıldığı için bu isim verilmiştir.

Sûrelerin İsimleri

Bazen bir sûrenin birden fazla ismi bulunmaktadır. Meselâ Fâtiha sûresinin, el-Vâfiye, el-Kâfiye, eş-Şâfiye ve es Sebu’l-Mesânî gibi 20’den fazla ismi vardır. Bazen de birden fazla sûreye bir isim verilmiştir. Meselâ Zehrevân (Bakara-Âl-i İmrân) ve Muavvizetân (Felak-Nâs) gibi. Sûrelere isim verilmesinin tevkîfî olup olmadığı konusu ihtilaflıdır.

Mekkî ve Medenî Sûreler

Sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşları hakkında üç görüş vardır:

1. Vahyin indiği mekân dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre Mekke’de ve (Mina ve Arafat gibi) Mekke’ye yakın yerlerde nâzil olan âyet ve sûrelere Mekkî, Medîne’de ve (Bedir ve Uhud gibi) Medîne’ye yakın yerlerde inen âyet ve sûrelere Medenî denir. Ancak daha uzak yerlerde nâzil olan âyet ve sûreler ise bu iki gruptan herhangi birine dahil edilememektedir. O halde bu görüşün bütün âyet ve sûreleri içine alması mümkün değildir.

2. Muhâtaplar dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre, Mekkelilere hitap eden âyet ve sûrelere Mekkî, Medînelilere hitap eden âyet ve sûrelere de Medenî denmektedir. Yâni, içinde “ey insanlar” ifadesi bulunan âyet ve sûreler Mekkî, “ey îmân edenler” ibaresi bulunan âyet ve sûreler de Medenî’dir. Ancak Mekke’de nâzil olup da içinde “ey îmân edenler” ibaresi bulunan âyet ve sûreler olduğu gibi, Medîne’de nâzil olup da içinde “ey insanlar” ibaresi bulunan âyet ve sûreler de vardır. O halde bu görüş de Kur’ân’ın bütün âyet ve sûrelerini içine alacak mahiyette değildir.

3. Zaman dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre, hicretten önce inen âyet ve sûrelere Mekkî, sonra inen âyet ve sûrelere de Medenî denir. İşte doğru olan görüş budur. Bu görüş bütün âyet ve sûreleri içine alacak mahiyettedir. Çünkü âyet ve sûreler, ya hicretten önce veya sonra inmişlerdir.

Bu bilgilerden sonra Mekkî-Medenî sûreler arasındaki farkları görelim:

Mekkî sûrelerin özellikleri: 1. İçinde “kellâ” lafzı olan, 2. Secde âyeti ihtiva eden, 3. Bakara sûresi hariç, içinde Âdem ve İblîs kıssası yer alan, 4. Bakara ve Âl-i İmrân sûresi hariç, başında hurûf-ı mukatta’a bulunan, 5. Bakara hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssaları anlatılan 6. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey insanlar” ibaresi bulunup, “ey îmân edenler” ibaresi bulunmayan sûrelerin hepsi Mekkîdir.

7. Muhtevâ olarak: a. Mekkî sûrelerde şirke ve putperestliğe karşı bir mücadele vardır. Müşriklerin bâtıl inançları çürütülerek şirk ortadan kaldırılmaya çalışılır. b. Tek Allah inancı, nübüvvet ve âhirete îmân esasları veciz ifadelerle anlatılır. c. İyi ahlaka sarılmaya ve istikamete teşvik ederler. d. Âyet ve sûreler kısa, ifadeler hararetli ve vurguludur. c. Kasemlere fazla yer verilmiştir. e. Mekkî sûrelerde, rûhânî cezbeler ve tatlı mûsıkî ahenkler vardır.

Medenî sûrelerin özellikleri: 1. Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahsedilen, 2. Cihâda izin veren ve cihad hükümlerini beyan eden, 3. Hudûd ve miras paylaşımından bahseden, 4. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey îmân edenler” ibaresi bulunan, 5. İbâdât ve muâmelât konuları tafsîlatlı olarak yer alan, 6. Ehl-i kitabın batıl inançları ve yanlış davranışlarını anlatıp onları İslâm’a davet eden sûrelerin hepsi Medenîdir.

KUR’ÂN’IN OKUNMASI

Yedi Harf

Yedi harf yani, “el-ehrufu’s-seb’a”, iki kelimeden meydana gelmiştir. “Ehruf” sözlükte, bir şeyin ucu ve kenarı, sivri ve keskin kısmı, vecih, üslup, kırâat ve lügat anlamlarına gelen “harf” kelimesinin çoğuludur. Hece harflerinin her birine bu isim verilmiştir.

Yedi anlamına gelen “seb’a” kelimesinin manası hakkında görüş ayrılığı vardır. Bu sayının hakîki/bilinen anlamda “7” sayısını ifade ettiğini söyleyenler olduğu gibi bunun, gerçek anlamda “7” sayısı olmayıp çokluk ifade ettiğini ileri sürenler de vardır. Vahyin ilk dönemlerinde sözlü anlatım, Kureyş lehçesiyle yapılıyordu. Ancak hicretle birlikte Medîne lehçesinin Mekke (Kureyş) lehçesinden farklılığı problemiyle karşı karşıya kalındı. Bu arada İslâm’a yeni giren çeşitli Arap kabilelerinin de kendilerine özgü lehçeleri vardı. Bütün bunlar, Kur’ân’ı okumada müsâmahalı davranmayı zorunlu hale getirdi.

Yedi harf, ihtilaflı bir meseledir. Konuya dair kırk civarında görüş vardır. Bunların belli başlı olanları şunlardır:

1. Yedi harften maksat, Arap kabilelerinden meşhur olan yedisinin lehçesidir. Bu kabileler Kureyş, Kinâne, Huzeyl, Hevâzin, Sekîf, Yemen ve Temim’dir. Ancak bu kabîlelerin hangileri olduğu konusu ihtilaflıdır. Ayrıca Kur’ân’da sadece bu yedi kabilenin lehçesine ait kelime yoktur. Onda, kırka yakın dile ait kelime tespit edilmiştir.

2. Yedi harften maksat, meşhur yedi imamın kırâatıdır. Ancak bu görüş en zayıf olan görüştür. Çünkü yedi harf meselesi gündeme geldiğinde henüz yedi kırâat ortada yoktu.

3. Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızlardır.

4. Yedi harften maksat, yedi vecihtir. Bu görüşü savunanlar çoktur. Bu görüş sahipleri, kendilerine göre yedi vechi tespite çalışmışlar ancak belli bir yedi vecih üzerinde ittifak edememişlerdir. İlgili görüşler incelendiğinde Subhî es-Sâlih tarafından ileri sürülen maddelerin diğerlerine göre daha kapsayıcı olduğunu söylemek mümkündür. Bu maddeler şunlardır: a. İrab vecihlerindeki değişiklik. b. Harflerdeki farklılık. c. İsimlerin, müfred, tesniye, cemi, müzekker ve müennes oluşlarındaki farklılık. d. Bir kelimenin yerine başka bir kelimenin kullanılmasıyla meydana gelen farklılık. e. Takdim ve tehir ile meydana gelen farklılık. f. Ziyade ve noksanlık yapılarak meydana gelen farklılık. g. Lehçe farklılıkları. Bunlar, fetha ve imâlede, terkik ve tefhimde, hemze ve teshilde, muzâraat harfinin meksür olmasında, bazı harflerin kalbedilmesinde ve müzekker mîminin işba’ında olur.

Kırâat İlmi

Kırâat, “Kur’ân’ın kelimelerinin eda keyfiyetlerini ve ihtilaflarını nakledenlerine isnat ederek bilmektir”. Konusu: Telaffuzlarındaki ihtilaf ve edâlarındaki keyfiyet bakımından Kur’ân’ın kelimeleridir. Gayesi: Mütevâtir kırâatların zabt melekesini elde etmektir.

Sahih Kırâatın Şartları

Kırâatların sahih olması için üç şart vardır:

1. Kırâat, sahîh ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmalı.

2. Takdiren ve ihtimalen de olsa Hz.Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uymalı.

3. Bir vecihle de olsa Arap dilinin kâidelerine uygun olmalı. Bu üç şartı birden taşıyan kırâat sahihtir. Bazıları, kırâatın sahih olmasi için üçüncü şarta gerek olmadığını belirtmektedirler.

Senetleri Bakımından Kırâatların Çeşitleri

1. Mütevâtir kırâat: Yalan üzere ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diğer bir topluluktan rivâyet ettiği kırâata, mütevâtir kırâat denir.

2. Meşhur kırâat: Senedi sahîh, Arap dilinin kâidelerine ve Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olan, ancak tevâtür derecesine ulaşamayan kırâata, meşhur kırâat denir. Mütevâtir ve meşhûr kırâatlar ile Kur’ân okunur. Bunlara inanmak gerekir. İnkâr edilmeleri câiz değildir.

3. Âhâd kırâat: Senedi sahîh olup, ya Arapça kâidelere ya da Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olmayan kırâata, âhâd kırâat denir. Bu kırâat ile okumak câiz değildir.

4. Şâz kırâat: Senedi sahîh olmayan kırâattır. Bununla da Kur’ân okumak câiz değildir.

5. Mevzû (uydurma) kırâat: Asılsız olarak yalnız okuyanına isnat edilen kırâattır. Bu kırâata göre de Kur’ân okumak câiz değildir.

Kırâatların Bugünkü Durumu

Âsım kırâatı: Bugün Müslümanların ekseriyeti Kur’ân’ı, Âsım kırâatının Hafs rivâyetine göre okumaktadırlar. Mısırlılar, her ne kadar Nâfi kırâatının Verş rivâyetini kabul etseler de daha kolay olduğu için Hafs’ın rivâyetini tercih etmektedirler. Nâfi kırâatı: Mısır hariç, Kuzey Afrika’da yaşayan Müslümanlar Kur’ân’ı, Nâfi kırâatının Verş rivâyetine göre okumaktadırlar. Ebû Amr’ın kırâatı: Sadece Sudan’ın bir kısmında okunmaktadır.

Vakıf ve İbtidâ

Vakıf, “kelime üzerinde, kırâata tekrar başlamak niyetiyle, âdet olduğu şekilde, nefes alacak kadar bir zaman sesi kesmekten” ibarettir. Vakıf, kelimelerin sonunda yapılır, ortasında yapılmaz. İbtidâ, “ilk defa okumaya başlamaya veya vakıftan sonra kırâata devam etmek için tekrar başlamaya” denir. Vakf ve ibtida, Kur’ân kırâatında, mananın iyi anlaşılması için uyulması gereken bir husustur.

Vakfın Kısımları

Vakfin Kisimlari

İbtidanın Kuralları

Vakfın olduğu gibi ibtidânın da şu kuralları vardır:

1. Vakf-ı tâm ve vakf-ı kâfî olan yerlerde durduktan sonra peşinden gelen kelimeden başlamak uygun olur.

2. Vakf-ı hasen, âyet sonunda ise takip eden âyetin başından okunarak devam edilir, eğer âyet ortasında yapılmışsa, mananın bütünlüğünü sağlamak şartıyla o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır.

3. Vakf-ı kabihlerde ise, yine mana bütünlüğü göz önüne alınarak o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır.

Kur’ân-ı Kerîm’i Okuyuş Şekilleri

Kırâat âlimlerine göre Kur’ân üç şekilde okunabilmektedir:

1. Tahkîk: Kırâat ilminde tahkîk, her bir harfin hakkını tam vermek, medlerini yeterince uzatmak, harekeleri birbirinden ayırmak, şeddeleri tam yapmak ve gunnelerin hakkını vermek gibi tecvîd kurallarını yerine getirmede, okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak Kur’ân’ı okuma tarzıdır. Buna yakın bir de “tertîl” tarzı vardır ki Kur’ân’ı, acele etmeden, dura dura, anlaya anlaya okumaya denir. Bu okuyuş tarzı, tahkîkten biraz daha hızlıdır. Tahkîk, ta’lîm ve temrîn, tertîl ise tefekkür ve istinbat içindir.

2. Hadr: Kırâat ilminde hadr, Kur’ân’ı, tecvid kâidelerine uyarak hızlı bir şekilde okumaya denir. Bu tür okuyuşta medler asgari hadde iner.

3. Tedvîr: Tahkîk ile hadr arasında bir okuyuş tarzıdır. Bu okuyuşta orta bir yol izlenir. Tutulacak yerler normal olarak tutulur.

Kur’ân’ın Tanımı ve Niteliği – 2.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir