Mezheplerin Ortaya Çıkış Nedenleri – İslam Mezhepler Tarihi 2.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

İslâm toplumunun sınırları genişledikçe Müslümanlar yeni muhataplarla karşılaştı. Bu durum, Müslümanların karşılaştıkları problemlerin hem artmasına hem de içerik itibariyle farklılaşmasına yol açtı. Bu problemlere karşı gösterilen tepkiler farklı şekillerde gelişti; dinle ilgili konuların anlaşılmasında ve yorumlanmasında farklı yaklaşım tarzlarının ve tutumların doğmasına yol açtı. İşte bu yaklaşım tarzlarının belirli bir insan topluluğu tarafından benimsenmesi ve zamanla kurumsallaşması sonucunda mezhepler ortaya çıktı.

Mezhepler, din alanındaki farklılaşmaların birer ürünü olup içinde geliştikleri ortamın izlerini bünyelerinde taşımaktadırlar. Bu durum, mezheplerin oluşumunda psiko-sosyal, politik ve ekonomik pek çok unsurun etkili olduğu anlamına gelmektedir. Bu unsurlar, “belirli şahıslar veya fikirler etrafında odaklaşmalara yol açmış, böylece de din anlayışı konusunda yer yer farklılaşmalar meydana gelmiştir.

Farklılaşmaların zamanla sistematik özellik kazanarak, düşünce ve davranışları etkileyen, geleneksel bir hüviyete bürünmesi, kurumlaşarak ve sosyal hayatta derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza mezhep olgusunu çıkarmaktadır” (Onat, 2009). Bu husus, mezheplerin birer beşeri oluşum olarak değerlendirilmesini gerekli kılar.

Mezhepler, dinin farklı anlaşılma biçimleri olup, dinle özdeşleştirilmeleri doğru değildir. Bir mezhebin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için onu üreten ve ortaya çıkmasına yol açan sürecin doğru okunması gerekmektedir. Bu süreç tek boyutlu ve doğrusal bir çizgide anlaşılamayacak kadar geniş bir zeminde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bir mezhebin ortaya çıkışını, tek bir insana veya olaya ya da tek bir sebebe indirgemek doğru bir yaklaşım değildir.

Mezheplerin ortaya çıkışına zemin hazırlayan ve gelişim süreçlerine doğrudan tesir eden pek çok husus bulunmaktadır. Bu, kendiliğinden ve birden gerçekleşen bir olgu değildir; aksine bu sürece eşlik eden psikososyal, dinî, kültürel ve siyasi pek çok unsur bulunmaktadır.

PSİKO-SOSYAL FAKTÖRLER

Mezhepler, dinin insanlar tarafından anlaşılma biçimleri olup vahiy ve sünnetin yorumlanması ile gelişmişlerdir. İnsan faktörü devre dışı bırakıldığında mezheplerle ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek son derece güçtür.Mezhepler, her ne kadar belirli bir insanın ve kurucunun görüşleri etrafında şekillense de, bir topluluk tarafından sahiplenildiği ölçüde var olabilmektedirler.

Mezhepler bu sayede hayat bulur ve tarihsel gerçekliğe kavuşur. Taraftarı olmadığı takdirde ise tarih sahnesinden silinir. Dolayısıyla mezheplerin oluşum ve gelişim süreçlerinde insan hem bireysel hem de toplumsal olarak aktif rol üstlenmektedir.

Psiko-sosyal faktörlerle kastedilen tam da budur. Mezhepler, bireysel ve toplumsal bir kişilik olarak insanın, dini anlama ve yorumlama biçimlerinin zamanla kurumsallaşması üzerine kuruludur. Bu çerçevede, insanın tabiatı, onun Kur’an naslarını algılama ve yorumlama şekli, yine insan ürünü olan başka kültür ve medeniyetlerin etkisi ele alınacak ve söz konusu faktörlerin mezheplerin doğuşu ile ilgisi ortaya konulacaktır.

 İnsanın Tabiatı

Her insan, düşünme ve yaşama biçimi olarak bir diğerinden farklıdır. İkiz çocukların karakterlerinin bile birbirlerinden farklı olması, insan tabiatının farklılığını ve değişkenliğini yeterince ortaya koymaktadır. İnsanın yapısının diğer insanlardan farklı ve kendine özgü olması, kendisi ve kendisi dışındaki dünyayla ilgili algılama biçimlerini doğrudan etkilemektedir. Din söz konusu olduğunda bu değişkenlik daha da belirgin hale gelmektedir.

İnsanın inanç ve tutumlarının oluşumunda o insanın doğuştan sahip olduğu bireysel özelliklerin yanı sıra içinde yetiştiği kültürün ve sosyal ortamın da rolü büyüktür. Zira insan, toplumsal bir varlıktır ve içinde bulunduğu ortam sayesinde kendi kişilik algısını oluşturur.

İslâm’ın yayıldığı ortama bakıldığında, insanın psiko-sosyal eğilimleri ile, yaşanan hızlı kültür değişmelerinin, yeni dinin kabulünde ve anlaşılma biçiminde son derece etkili oldukları görülmektedir. Medine’de farklı din mensuplarıyla bile birlikte yaşama tecrübesine sahip Müslümanların İslâm dinini anlama biçimleriyle, çölden gelen bedevilerin ki aynı olmamıştır.

Bedevilerin çöl ortamının ürünü olan sert kişilik ve mizaçları, yeni dini algılama biçimlerine doğrudan tesir etmiş ve Hariciliğin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu yüzden İslâm mezheplerinin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için insanın psikolojik eğilimleri ile zaman içerisinde maruz kaldıkları sosyal değişim ve dönüşümlerin bilinmesi son derece önemlidir.

Nassların Tabiatı

Nasslardan kast edilen Kur’an ayetleri ve hadislerdir. Nassların mezheplerin ortaya çıkışı ve gelişim süreçleri açısından çok yönlü etkileri olmuştur. Nasslar kimi zaman görüş ayrılıklarının doğrudan sebebi olurken, kimi zaman da nasslardan bağımsız olarak oluşan yaklaşım tarzlarının temellendirilmesinde kullanılmışlardır.

Kur’an’ın insan aklına tanıdığı geniş hareket alanının, bunda etkili olduğu kuşkusuzdur. Pek çok ayette insan düşünmeye ve aklını kullanmaya davet edilmekte, körü körüne bir inanma şekli şiddetle eleştirilmektedir. Kendisine yaklaşılması için Kuran’ın hiçbir ön şart getirmemiş olması, her insan veya topluluğun psiko-sosyal eğilimleri doğrultusunda Kuran’a yaklaşmalarını beraberinde getirmiştir.

Aslında bu farklılaşmaya bizzat Kuran’ın kendisi imkân tanımaktadır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bütün insanlar tarafından aynı şekilde anlaşılabilecek muhkem ayetlerin yanı sıra farklı şekillerde anlaşılabilecek ayetler de bulunmaktadır.

Müteşabihât olarak adlandırılan ve ne anlama geldiği hususunda doğrudan değerlendirmede bulunmanın mümkün olmadığı ayetler pek çok farklı yorumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. “Allah’ın eli”, “Allah’ın yüzü”, “Allah’ın arşa istiva etmesi” gibi anlamı kapalı ifadeler farklı değerlendirmelere konu olmuş ve bu çerçevede farklı mezhebi tutumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Örneğin Mücessime ve Müşebbihe olarak adlandırılan mezhepler, bu ayetleri zahiri anlamları doğrultusunda yorumlamış ve Allah’a insanlardakine benzer tarzda uzuvlar nispet etmişlerdir.

Farklı Din, Kültür ve Medeniyetlerle Olan Etkileşimler

Yeni Müslüman olan kimseler, eski düşünme ve inanma biçimlerini terk etmelerine karşın, eski kültürel dokularını ve yaşam şekillerini belirli ölçüde muhafaza ettiler. Bu durum, İslâm bünyesinde farklı algı ve düşünme biçimlerinin oluşmasına yol açtı. Bu farklılaşmalar da zamanla mezheplerin ortaya çıkışını hazırladı. İslâm sınırları coğrafi olarak genişledikçe yeni Müslüman olanlar aracılığıyla yeni kültür ve medeniyetler de İslâm içerisinde kendine yer bulmaya başladı. Örneğin Sasani kültüründeki yarı ilahî, yarı insanî kral anlayışı, İslâm düşüncesinde bazı Şiî oluşumların zeminini oluşturdu.

İslâm, özünde şehir yaşamını merkeze alan bir dindir. Medine döneminde inen ayetlerin içeriklerine bakıldığında yeni dinin mesajının toplumsal alan üzerinde şekillendiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Hz. Peygamber döneminden itibaren Mekke ve Medine, yeni dinin merkezi olmaları dolayısıyla bir cazibe merkezine dönüştü ve çok fazla göç almaya başladı. Bu durum, söz konusu şehirlerin nüfusunun kısa sürede artmasına ve demografik yapılarının yeniden şekillenmesine yol açtı.

Ancak yeni durum, yeni problemlere de kapı araladı: Kabile kültü içerisinde yaşamaya alışık pek çok bedevi için şehir yaşamı ekonomik, siyasi ve kültürel açılardan sorunlarla doluydu. Hayatın kesin ve katı çizgilerle belirlendiği bir yaşama biçimine ve kültürüne sahip olan yeni sakinler için bu durum zaman zaman oldukça bunaltıcı olabiliyordu. Bu bir anlamda hızlı ve baş döndürücü bir kültür değişimiydi ve yeni duruma intibak sorununu beraberinde taşıyordu. İslâm düşüncesinde ortaya çıkan siyasi ve itikadi ilk mezhep olan Hariciler, yeni duruma intibak edememenin en somut örneğini oluşturdular.

Emevîler ve Abbasîler zamanında İslâm coğrafyasının sınırları daha da genişledi. Bu durum, Müslümanların muhatap olduğu kültür ve medeniyetlerin çoğalmasına yol açtığı gibi, birebir etkileşimlere de sebebiyet verdi.

Bunun sonucu olarak fethedilen topraklardaki insanların, önemli bir kısmı Müslüman oldu ve Kufe gibi yeni kurulan şehirlerde toplumun çeşitli katmanlarında farklı roller üstlenerek yaşamaya başladı. Ortak paydaları İslâm olmasına karşın, farklı kültürel aidiyetlere sahiptiler. Bu da çoğulcu ve katılımcı bir yaşama biçimini gerektiriyordu. Nitekim çoğulcu yaşama biçiminin en önemli temsilcilerinden olan Mürcie’nin bu türden şehirlerde taban bulması tesadüf değildir.

Müslümanların semavi dinin diğer temsilcileri olan Yahudiler ve Hristiyanlar’la etkileşimi genelde İslâm düşüncesine özelde de İslâm mezheplerinin ortaya çıkışına belirli ölçüde tesir etti. Her şeyden önce İslâm dininin, son din olması dolayısıyla diğerlerine karşı üstün olduğu Müslümanlarca temellendirilmeye çalışıldı. Özellikle Allah’ın sıfatları, kader, husun-kubuh gibi konularda Yahudi veya Hıristiyan din adamlarıyla tartışmalara girdiler.

Bu çaba hem Kelam ilminin gelişimine hem de Mutezile’nin ortaya çıkışına doğrudan etkide bulundu. Başta Yunan medeniyeti olmak üzere çeşitli felsefi gelenekler de İslâm düşüncesine ve mezheplerin doğuşuna etkide bulundu. Emevîler döneminde başlayan ve Abbasîler döneminde artarak devam eden tercüme faaliyetleri ile söz konusu medeniyetlere ait felsefi birikim İslâm dünyasına aktarıldı. Bu durum, alemin yaratılması, Allah’ın sıfatları gibi konulardaki mevcut tartışmalara etkide bulunduğu gibi yeni konuların da İslâm düşüncesine taşınmasını beraberinde getirdi. Mutezile bu tartışmaların en fazla içinde olan mezhep olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mutezilî âlimler, felsefecilerin tanrı tasavvuruna ve yaratma ile ilgili yaklaşımlarına karşı çıkan tutumlarıyla İslâm kelamının şekillenme sürecine doğrudan katkıda bulundular. Öte yandan Yunan ve Mısır medeniyetlerine ait felsefi birikim Şiî mezhepler içerisinde değerlendirilen İsmailîliğin görüşlerinin şekillenmesine doğrudan tesir etti. Özellikle Neo Platonist ve Gnostik düşünme biçimi ve fikirler İsmailîlik aracılığıyla İslâm düşüncesine taşındı.

SOSYO-POLİTİK FAKTÖRLER

Vahyin temel amacı, insanın yaratıcı yeteneklerini aktif hale getirerek bir İslâm toplumu oluşturabilmektir.  Nitekim bu Hz. Peygamber döneminde önemli ölçüde başarılmış ve vahiy ekseninde yepyeni bir toplumun temelleri atılmıştır. Bu noktada kabîle asabiyeti gibi Cahiliyye döneminden kalma pek çok adet terkedildi ve kabilesel farklılıkların tevhid ve din potasında eritildiği yeni bir süreç başladı. Hz. Muhammed hayattayken bu süreç, küçük bir iki husus dışında sekteye uğramadan devam ettirildi.

Hz. Muhammed’in 10/632 yılındaki ölümüyle birlikte, müslümanlar ilk sınavlarını verdiler. Hz. Muhammed’in kendisinden sonra kimin devlet başkanı olacağını tayin etmemiş olması, yaşanan tartışmaların temelini oluşturdu. Aslında Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in devlet başkanının kim olacağına ilişkin herhangi bir değerlendirmede bulunmamasının sebebi, bu işin Müslümanlara ve olayların akışına bırakılmış olmasıdır. Bu belirsizlik, sosyal ve siyasi içerikli kimi anlaşmazlıkların yaşanmasına yol açtı, siyaset eksenli gelgitler dört halîfe idaresinin belirli dönemlerinde iyiden iyiye kendisini gösterdi.

Dört Halîfe döneminde yaşanan bu çeşit anlaşmazlık ve gerilimler, daha sonraki süreçte siyasi ve itikadi mezheplerin doğuşuna ve gelişim süreçlerine doğrudan tesir etti. İlk ortaya çıkan farklılaşmaların genelde siyasi temelli olması, sosyo-politik gelişmelerin mezheplerin doğuşundaki rolünü teyit etmektedir. Örneğin imameti nass ve tayinle temellendiren Şiîler, Hz. Ali dışındaki tüm halîfelerin hilafetini geçersiz saydılar. Yine Haricîler, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yılıyla Hz. Ali’nin tüm halîfelik dönemini, meşruiyet açısından geçersiz kabul ettiler.

Aynı şekilde kimi zaman karşılıklı silahlı mücadele boyutuna varan bu ihtilaflarda birbirlerine karşı savaşan müslümanların bu dünyadaki ve ahiretteki durumunun ne olacağı ile ilgili tartışmalar, hem Haricilîğin, hem Mürcie’nin hem de Mutezile’nin iman anlayışının şekillenmesinde doğrudan etkide bulundu.

Yine Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları gibi istenmeyen olayların Allah’ın takdiri ile mi yoksa müslümanların hür iradesiyle mi gerçekleştiği noktasındaki tartışmalar, özelde Cebriyye ve Mutezile mezheplerinin ortaya çıkmasına sebep oldu, genelde tüm mezheplerin kulun fiiileri konusundaki görüşlerine tesir etti.

Mezheplerin doğuşu ile ilgili sosyo-politik faktörler, Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında, özellikle de dört halîfe döneminde ortaya çıkan anlaşmazlıkları ifade etmektedir. Dolayısıyla bu bölümde halîfe seçimleri, Hz. Osman’ın idaresi sırasındaki olaylar ve Hz. Ali döneminde yaşanan Cemel ve Sıffîn olayları ele alınacaktır.

Halîfe Seçimleri

Hz. Muhammed hem dini bir önderdi hem de İslâm toplumunun devlet başkanıydı. O ölümünden önce kimin devlet başkanı olacağına ilişkin doğrudan bir değerlendirmede bulunmadı. Hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmakla görevlendirmiş olması istisna tutulacak olursa, herhangi birini yerine tayin etmedi. Bu yüzden müslümanlar onun ölümünün şokunu üzerlerinden atamadan devlet başkanının bir an önce belirlenmesi için girişimlerde bulundular.

Halîfe seçimine yönelik ilk girişim Medineli müslümanlardan (Ensâr) geldi. Onlar, Hz. Muhammed’in davetine kulak verdikleri ve Mekkeli Müslümanlara kucak açtıkları için bu işi kendilerinin hak ettiğini düşünmekte ve kendilerinden birinin halîfe olması gerektiğini ileri sürmekteydiler. Bu görüşlerini somutlaştırmak için de Sa’îde Oğulları gölgeliğinde (Sakîfetü Benî Sa‘îde) bir araya geldiler ve Sa‘d b. Ubade ismi üzerinde uzlaştılar.

Yaşı ileri olsa da Sa‘d b. Ubade bu teklifi kabul etti. Yaptığı konuşmada da Ensâr’ın müslüman olmadaki önceliğine, Hz. Peygamber’in ve ona gönül veren Mekkeli müslümanların korunması ve İslâm’ın yaşanıp yaşatılması konusundaki gayretine vurgu yaparak bu işin kendilerinin hakkı olduğunu temellendirmeye çalıştı. Ensâr’ın halîfe seçimine ilişkin yaptığı toplantıdan, başta Hz. Ömer olmak üzere diğer müslümanlar kısa sürede haberdar oldular.

Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde hızlıca Ensâr’ın toplandığı yere geldiler ve sorunun sağlıklı ve karşılıklı anlayış çerçevesinde çözülebilmesi için Ensâr ile karşılıklı müzakerelere başladılar. Halîfenin Medinelilerden mi yoksa Mekkelilerden mi olması gerektiği konusunda çetin tartışmalar yaşandı.

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Mekkelilerin İslâm’daki yerine ve Arap kabile geleneğindeki reislik statüsüne vurgu yaparak, bu işin siyaseten Mekkelilere bırakılması gerektiğinin altını çizdiler.

Yapılan karşılıklı görüşmeler neticesinde, Hz. Peygamber’e yakınlığı ve İslâm’daki önceliğine binaen Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği konusunda uzlaşıldı. Sa‘d b. Ubade dışında orada bulunan tüm sahâbe Hz. Ebû Bekir’e biat etti.

Hz. Ali ve Haşimoğulları bu sırada Hz. Peygamber’in defin işlemleriyle meşgul oldukları için halîfe seçimine doğrudan iştirak edemediler. Ancak Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği konusunda da farklı bir yaklaşım sergilemediler. Belli bir müddet gecikmeyle de olsa onlar da Hz. Ebû Bekir’e halîfe olarak biat ettiler. Daha sonra mezhepleşecek olan Şiîlik, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in sağlığında iken nass ve tayin yoluyla halîfe olarak atandığını, Hz. Ebû Bekir’in ise ona ait olan halîfelik hakkını gasbettiğini ileri sürmüştür.

Şiîler’e göre Hz. Peygamber’in halefi olması gereken kişi, Ehl-i Beyt’ten olan Hz. Ali’ydi. Nitekim Hz. Muhammed, Ğadîr-i Hum denilen yerde ashâbını toplayarak, Hz. Ali’nin kendisinin vasîsi olduğunu dile getirmiş ve Hz. Ali’nin halîfeliğine işaret etmişti. Ancak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bir oldubittiye getirerek onun hakkını gasb etmişlerdi. Onların bu tavrı yalnızca Hz. Ebû Bekir ile sınırlı kalmadı; Hz. Ömer ve Hz. Osman’ı da gâsıb olarak değerlendirdiler.

Hz. Ebû Bekir’in halîfe olduktan sonra üstesinden gelmesi gereken ilk işi, yalancı peygamberle ve Hz. Muhammed’in ölümü sonrasında zekât vermeyi kabul etmeyerek dinden dönen kabilelerle mücadele oldu. Özellikle ikinci grubun tutumu, yeni iktidarın siyasi meşruiyetinin sorgulanması olarak algılandı ve devletin otoritesinin tesisi amacıyla üzerlerine silahlı güçler sevkedilerek üstesinden gelindi. Bu bakımdan Hz. Ebû Bekir’in hem yalancı peygamberler hem de dinden dönenlere ilişkin yürüttüğü mücadele, özünde dini-politik bir zeminde gerçekleşti. Sonuçta istikrar sağlandı ve otorite boşluğu ortadan kaldırıldı. İslâm toplumunun Hz. Muhammed döneminde atılan temelleri sağlamlaştırılarak daha ileri taşındı.

Hz. Ebû Bekir’in halîfe olarak seçimi sırasında yaşanan belirsizlik, diğer halîfelerin belirlenmesi sürecinde de farklı şekillerde kendisini gösterdi. Bu konuda en sorunsuzu Hz. Ömer’in halîfeliği oldu. Zira Hz. Ebû Bekir ölmeden önce halîfe olarak Hz. Ömer’i işaret etti; müslümanlar da onun bu yönlendirmesinden memnun bir şekilde Hz. Ömer’e biat ettiler.

Hz. Osman Dönemi Olayları

Geniş çaplı fetih hareketlerinin, sosyal ve kültürel açıdan bir mayalama işlevi gördüğü ve son iki halîfe dönemindeki kimi olumsuzlukların arka planını oluşturduğu rahatlıkla düşünülebilir. Hz. Ömer’in Nihavend savaşında esir alınanlardan biri tarafından öldürülmesi (v. 24/644), sonrasında yaşanacak gerilimlerin habercisi niteliğindedir. Ölmeden önce kendisine devlet başkanının kim olacağı sorulmasına karşın, Hz. Ömer doğrudan bir isme işaret etmedi; bunu Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa‘d b. Ebî Vakkâs ve Hz. Abdurrahman b. Avf’tan oluşan altı kişilik bir şura heyetine havale etti. Abdurrahman b. Avf’ın başkanlığını yaptığı heyette, Hz. Osman’ın halîfeliği üzerinde karar kılındı. Onun halîfe oluşu Müslümanların ittifakıyla gerçekleşti. Hz. Osman en uzun süre halîfelik görevinde kalan kimse oldu.

Hz. Osman’ın on iki yıl süren hilafetinin ilk altı yılı, sonradan yaşanacak ihtilafların ipuçlarını bünyesinde taşımakla birlikte genellikle sorunsuz geçti. Bu süreçte ilk iki halîfe döneminde başlayan fetih hareketleri hız kesmeden sürdü; kuzeyde Azerbeycan ve Ermenistan, batıda Kuzey Afrika, doğuda ise İran ve Horasan bölgesi İslâm topraklarına dâhil edildi.

İslâm sınırları Hz. Osman’ın idaresinin ilk döneminde en ileri noktasına kadar genişleyerek, büyük devletlerin kapısına kadar dayandı. Bu aşamadan itibaren fetihler hız kesti ve ele geçirilen bölgelerin kalıcı olarak İslâm toprakları haline getirilmesi dışında yapılabilecek fazla bir şey kalmadı. Bu amaçla fethedilen bölgelere yeni valiler atandı. Bu süreç bir içe kapanma niteliği taşımaktaydı ve halîfenin icraatlarının sorgulandığı yeni ve sıkıntılı bir döneme kapı araladı.

Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yılı oldukça sıkıntılı geçti. İslâm toplumunun kalbinde derin yaraların oluşmasına yol açtı. Ümeyye Oğulları’ndan olan Hz. Osman’ın devlet görevlerinde ve vali atamalarında kendi akrabalarını tercih etmesi, kökleri İslâm öncesine kadar geriye giden Ümeyyeoğulları-Haşimoğulları çekişmesini ve rekabetini tetikledi ve kabile asabiyetinin yeniden müslümanların zihinlerinde yer bulmasına sebebiyet verdi. Aslında Hz. Osman yapı itibariyle son derece sakin, zühd ehli ve ince ruhlu bir insandı. Ancak onun en büyük talihsizliği, Hz. Ömer gibi kudretli ve otoriter bir halîfenin sonrasında bu göreve gelmesiydi. Halîfeliğinin ilk yılları fetihlerle geçtiği için, bu durum ilk altı yılda çok fazla kendisini göstermedi.

Fetihlerin durmasıyla birlikte Hz. Osman’ın otoritesi sorgulanmaya ve önceki halîfelerle kıyaslanmaya başlandı. O, önceki halîfenin otoritesini kendi idaresi sırasında gösteremedi ve bu husus ikincil derecede ama rahatsız edici kimi uygulamalarla da birleşince, şehit edilmesine kadar varacak bir dizi halk isyanının tetikleyicisi oldu. Bu uygulamalar arasında, Hz. Ebû Bekir döneminde kitaplaştırılan Kur’an’ın çoğaltılması ve farklı nüshaların yaktırılması, bazı arazilerin devlet tarafından kamulaştırılması, yöneticilerin onun akrabaları arasından seçilmesi gibi hususlar bulunmaktaydı.

Onun diğer halîfelerin uygulamalarıyla uyuşmayan söz konusu tutumları, tümüyle keyfi değildi; temelinde önemli hassasiyetler yatmaktaydı. Ancak bu hususlar, otorite boşluğu ile birleşince onun sonunu hazırladı. Hilafetten kendi isteği ile vazgeçmesi yönündeki taleplere kulağını tıkadı ve sonunda isyancı Müslümanların elinde şehit oldu (35/656).

Hz. Osman’ın ölümü öncesinde Medine’de yaşanan kargaşa, yeni halîfenin kim olacağı konusunda da kendisini gösterdi. Kargaşanın mimarları, Hz. Ali’nin hilafeti üzerinde uzlaştılar ve Medine halkını ona biat etmeye zorladılar. Aslında onlar böyle bir talepte bulunmamış olsaydı bile, Hz. Osman’dan sonra halîfeliğin en güçlü adayı Hz. Ali’ydi. Ancak isminin isyancılar tarafından telaffuz edilmesi, Hz. Ali’nin yaşanan olayların tarafı olarak algılanmasına yol açtı. Bu yüzden de Medine halkı onun hilafetini şartlı kabul etti. Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırması koşuluyla Hz. Ali’ye halîfe olarak biat edildi.

Şartlı biat, dört buçuk yıllık halîfeliği süresince Hz. Ali’nin ciddi sıkıntılar yaşamasına ve otoritesini sağlam şekilde tesis edememesine sebep oldu. Çünkü halîfe olur olmaz, ilgisi olmadığı halde, kendisini çok boyutlu bir denklemin tam ortasında buldu. Zira Hz. Osman’ın katilleri bir veya birkaç kişiyle sınırlı değildi; aksine bir topluluk tarafından öldürülmüştü ve bu topluluk Hz. Ali’nin halîfe olmasını sağlayan kesimdi. Dolayısıyla kimin ne ile suçlanacağı tam bir muamma niteliği taşımaktaydı. Suçluların tespiti ve hak ettikleri cezayı almaları noktasındaki belirsizlik, zamanın Hz. Ali’nin aleyhine işlemesine yol açtı. İdaresi sırasında, Hz. Osman döneminde fitili ateşlenen kargaşalar daha da alevlendi.

Cemel ve Sıffîn Savaşları

Hz. Osman’ın kanının talep edildiği muhalefet dalgası daha da büyüdü. Muhalefetin temel isteği, Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunması ve derhal cezalandırılmasıydı. Hz. Ali ise ortamın yatışmasını ve halîfeliğinin herkesçe kabul edilmesini bekliyor, bu yüzden de suçluların bulunması işini ağırdan alıyordu. Bu süreçte en önemli gelişme, başlarında Hz. Aişe ile şura heyetinden Talha ve Zübeyr gibi seçkin sahabîlerin de bulunduğu bir kesimin, halîfeye karşı birleşmesiydi.

Kufe ve Basra gibi çevre şehirlerden de bu muhalif harekete destek geldi. Teşkil edilen muhalefet ordusu Basra’ya gitti, şehri ele geçirdi ve Hz. Ali’nin valisini şehirden çıkarttı. Hz. Ali de tabii olarak duruma el koymak isteyince 35/656 yılında Hz. Ali ordusuyla muhalefet ordusu Basra’da karşı karşıya geldi. Her iki kesimin de amacı savaşmak değildi; nitekim Hz. Osman’ın katillerinin bir an önce bulunup cezalandırılması konusunda bir uzlaşı sağlandı ve sulh tesis edildi.

Gece yarısında ise beklenmeyen bir gelişme oldu. Her iki kesimin taraftarları arasında, karşı tarafın baskında bulunduğu yönünde bir şayia yayıldı. Kaynaklar, bu şayianın sorumlusu olarak Abdullah b. Sebe’yi yahut iki tarafı savaştırmak isteyen bazı Emevîleri göstermektedir. Sonuçta her iki kesim de bu provakasyonun neticesinde, ne olduğunu anlayamadan kendilerini bir savaşın içinde buldular. Talha ve Zübeyr gibi birçok sahabînin şehit olduğu Cemel Savaşı, Hz. Ali ve taraftarlarının lehinde sonuçlandı. Hz. Ali’nin Basra ve Kufe gibi eyaletleri kontrolü altına almasına ve otoritesini iyice güçlendirmesine imkân verdi. Suriye dışındaki tüm bölgeler Hz. Ali’ye biat etti.

Yalnızca Suriyeliler ve Şam valisi olan Muâviye b. Ebi Süfyan, Hz. Ali’nin halîfeliğini tanımadı. Hz. Ali, Ümeyyeoğulları’ndan olan Muâviye’yi valilikten azledememişti. Muâviye, Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması talebini daha da ileri bir noktaya taşıdı ve onun katlinden Hz. Ali’yi sorumlu tuttu. Hatta Hz. Osman’ın kanlı gömleğini kullanarak Suriyelileri halîfe aleyhine kışkırttı ve olayı bir HaşimoğullarıÜmeyyeoğulları çekişmesine dönüştürdü. Hz. Ali’nin biat taleplerini geri çevirdi. Karşılıklı restleşmeler, iki kesim arasında kaçınılmaz bir savaşa kapı araladı.

Suriye’nin kuzeyinde Rakka şehri yakınlarındaki Sıffîn ovasında Muâviye’nin ve Hz. Ali’nin ordusu arasında şiddetli bir savaş gerçekleşti (37/657). Muâviye ordusu bozguna uğramak üzereyken, Muâviye’nin danışmanı Amr b. el-As’ın önerisiyle mızrakların uçlarına Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu sahifeler takılarak, savaşın durdurulması ve Kur’an’ın hakemliğine başvurulması talep edildi.

Hz. Ali olayın bir hile ve aldatmaca olduğunun farkındaydı. Galibiyetin eşiğinde olan ama bu hileden oldukça etkilenen askerlerine bu gerçeği anlatmaya çalıştı. Ancak başaramadı. Zira taraftarlarının arasında bedevi Araplar, sıradan halk ve bu arada hafızlar çoğunluktaydı. Onlar Muâviye’nin bu girişimi karşısında Kur’an’ın hakemliği fikrine destek verdiler ve liderleri Hz. Ali’yi de buna uymaya çağırdılar. O da ordusu içerisinde bir anlaşmazlığa ve ayrılığa fırsat vermemek için yaşananları kabullenmek durumunda kaldı ve hakem tayinine razı oldu. Cemel ve Sıffîn savaşlarında tümü Müslüman olan tarafların can kaybının, değişik rivayetlere göre elli bin ile yüz bin arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Tahkim Olayı

Hz. Ali’nin hakemi olarak Ebû Mûsâ el-Eşarî seçilirken, Amr b. el-As da Muâviye’nin hakemi oldu. Her iki hakem bir araya geldiler ve Hz. Osman’ın katillerinin bulunup derhal cezalandırılması ve bunun da şura yoluyla gerçekleştirilmesi konusunda anlaştılar. Bu kabul, Hz. Ali ile Muâviye’nin ilk etapta görevlerinden alınmalarını ve şura yoluyla alınacak karara uymalarını gerektiriyordu.

Hz. Ali’nin hakemi olan Ebû Mûsâ el-Eşarî, antlaşmayı herkesin huzurunda dile getirdi. Ondan sonra söz alan Amr b. el-As ise antlaşma metnine sadık kalmayarak, Hz. Ali’yi görevden alıp yerine Muâviye’yi getirdiğini söyledi. Bunun üzerine ortalık yeniden karıştı. Bir sonuca varılmadan olay neticelendi. Bu olay, Muâviye için siyasi bakımdan ciddi bir kazanım oldu. Zira bu sayede, Hz. Ali’nin ordusu önünde bozguna uğramaktan kurtuldu ve siyasi anlamdaki hak talebi zımnen onaylanmış oldu. Şam valiliği görevini sürdürdüğü gibi, kendisini Hz. Ali’den sonra devlet başkanı yapacak hazırlıklara da böylelikle başlamış oldu.

Ancak Hz. Ali için aynı şey geçerli değildi. Taraftarları ikiye bölündü. Hz. Ali’yi tahkime zorlayanlar, bunu yapmakla günah işlediklerini, fakat bu günahlarından tevbe ettiklerini, Hz. Ali’nin de tevbe etmesi gerektiğini ileri sürdüler. Daha da ileri giderek Hz. Ali’yi hakem tayin ettiğinden dolayı küfürle suçladılar. “Hüküm (hakemlik etmek) ancak Allah’ındır” sloganı altında toplanan ve Hz. Ali’ye cephe alan bu topluluk, İslâm tarihinde Haricîler olarak adlandırıldı.

Hz. Ali, Nehrevan denilen yerde onların üzerine yürüdü ve pek çoğunu öldürdü. Ancak hicretin 40. yılında (m. 661) yine onlardan birisi olan Abdullah b. Mülcem tarafından şehit edildi. Böylelikle yaklaşık otuz yıl süren dört halîfe dönemi sonlanmış oldu.

Cemel ve Sıffîn savaşlarından sonra, bu savaşlara yol açan olayların sorumluları ile bu savaşlarda ölen ve öldürülenlerin durumları dinî bir problem olarak Müslümanlar arasında tartışılmaya başlandı.

Katletme gibi büyük bir günahı işleyen Müslümanın dünya ve ahiretteki durumu münakaşa edildi.Bu üzücü olayların Allah’ın takdiriyle mi yoksa insanların özgür iradeleriyle mi vuku bulduğu konuşuldu. Bu türden teolojik ihtilaflar bir tarafa, tartışmalar Müslümanları aynı zamanda siyasal tavır almaya sevketti.

Her siyasi görüş sahibi kendi tavrının haklılığını ispat için Kur’an’dan ve Sünnetten delil aramaya yöneldi. Dolayısıyla imamet, iman amel ilişkisi, büyük günah, küfür, mürtekib-i kebire gibi konular etrafında şekillenen münakaşa ortamı çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı.

Mezheplerin Ortaya Çıkış Nedenleri – İslam Mezhepler Tarihi 2.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir