Nusayrîlik, Dürzîlik, Yezîdilik – İslam Mezhepler Tarihi 7.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

Klasik İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarında, adlandırma ve gruplandırmada farklılıklar bulunmakla birlikte, “Bâtıniyye” ana başlığı altında bazı fırkalara yer verilmektedir. İslâm coğrafyasında ortaya çıkan ve kendilerini İslam’la ilişkilendiren bu fırkaların en önemli özellikleri, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde otaya konulan temel inanç ve ibadetler hakkında, genel anlayıştan farklı, kendilerine has yorumlara sahip olmaları, çoğunlukla “kapalı toplum” olarak hayatlarını devam ettirmeleri, diğer toplum kesimlerine karşı kendilerini koruma amaçlı olarak “gizliliğe” önem vermeleri, içinden geldikleri sosyal çevreye ait önceki inanç ve geleneklere ait birtakım anlayış ve uygulamaları devam ettirmeleri gibi hususlardır.

NUSAYRÎLİK

Nusayrîlik 9. yüzyılda Muhammed b. Nusayr en-Nemirî (ö. 270/883) tarafından kurulmuş batınî bir fırkadır. Kaynaklarda genellikle Nusayrîlik bazan da Nemîriyye diye anılan fırka, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Alevîlik, mensupları da Alevîler (el-Alevîyyûn) diye anılmaya başlanmıştır.

Fırkaya bu ismin verilmesiyle ilgili olarak bazı araştırmacılar tarafından kimi tezler ileri sürülmüşse de bunların doğru olmadığı ortaya konulmuştur. Ayrıca bu yapıya Anadolu Alevîliğinden farklılığına işaret etmek üzere Nusayrî- Alevîlik, yahut Akdeniz Alevîliği, Hatay Bölgesi Alevîliği, mensuplarının genellikle çiftçilikle uğraşmalarından dolayı Fellâh gibi isimler de verilmiştir.

Temel karakterestiği bakımından Hz. Ali’ye bir çeşit uluhiyet nispet eden fırka, İslam’ın temel inançları ve ibadetleri konusunda batınî yorumlarla kendine has inanç ve anlayışlar geliştirmiştir. Ayrıca “gizliliğe” özel önem vermiş; kaynakları, inançları ve amelî hayatları uzun asırlar bilim çevrelerinin meçhulü olarak kalmıştır. Diğer batınî yapılar gibi bağdaştırmacı özellik taşıyan fırkanın bünyesinde Şiî-İslâmî anlayışlardan başka Sabiîlik, Musevîlik ve Hıristiyanlık gibi inanışlara ait birtakım izler bulunmaktadır.

Teşekkülü ve Tarihi Gelişimi

Fırkanın teşekkülünde ilk öne çıkan isim kuşkusuz Ebû Şuayb Muhammed b. Nusayr en-Nemirî’dir. Bilinebildiği kadarıyla Basra, Kufe ve Samarra’da yaşayan İbn Nusayr, Irak’ta öteden beri varlığını sürdüren ve hulûl, ittihad, tenasüh gibi eski inanç ve geleneklerden beslenen düşüncelerini değişik şekillerde dillendirmeye başlamış, çok muhtemelen etrafında, aynı kültür havzasından beslenen kesimlerden oluşan küçük bir zümre oluşturmuştur.

On iki imam Şiîliği’nce onuncu imam kabul edilen Ali en- Nakî ile on birinci imam kabul edilen Hasan Askerî zamanında yaşamış olan İbn Nusayr, Ali en-Nakî döneminde onun ilahlığını, kendisinin de onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia etmiş, tenasühü benimsemiş, İslam’ın bazı haramlarını helal sayarak birtakım aşırı görüşler ileri sürmüştür. Hasan Askerî zamanında ise onun “bâb”ı olduğunu iddia etmiş, onun vefatının ardından on ikinci imam Muhammed Mehdî’nin gaybete intikal ettiğine inanılmasıyla birlikte kendisinin onun sefiri (elçisi) olduğunu söylemiştir.

Nusayrîlik tarihi açısından önemli bir şahsiyet olan ve bazan fırkanın ikinci kurucusu olarak da anılan Hasibî, Cünbülânî’nin 287/900 yılında ölümünden sonra hareketin başına geçmiş, fırkanın sistemleşmesi ve yayılmasında büyük rol oynamıştır. Hasibî, akrabalık ilişkileri bulunan Büveyhî hanedanlığına sığınıp desteklerini almıştır. Bu çerçevede kaleme aldığı el-Hidâyetü’l-Kübrâ ve el-Mâide isimli eserlerini Büveyhî hükümdarı Seyfüddevle’ye ithaf etmiştir. Ayrıca kaleme aldığı Kitâbü’l-Mecmû’ isimli eser de fırkanın ana kaynağı olmuştur.

Tarih boyunca Nusayrîlik siyasi bir otorite elde edememiş, varlığını Büveyhîler, Karmatîler, Eyyûbîler, Selçuklular ve Osmanlılar’ın hakimiyetleri altında geçirmiştir. Bunlardan hiç kuşkusuz Hamdanîler dönemi, fırka için en parlak dönem olmuştur. Karmatîler’in 10. yüzyılın başında Suriye’yi ele geçirmesiyle fırka mensuplarının bir kısmı Suriye’de kalmaya devam ederken bir kısmı Antakya bölgesine çekilmiştir.

Haçlı istilasındaki Lazkiye ve çevresinin Selahattin Eyyûbî tarafından kurtarılıp alınmasından sonra (458/1188) ise bölge Eyyûbîler’in hakimiyetine girmiştir. Bu dönemin sonunda İsmailîler ve öteki muhalif guruplarla mücadeleye giren fırka, Sincâr dağlarından gelen Emîr Mekzûn es-Sincârî’nin 622/1223 yılında muhalifleri yenilgiye uğratıp bölgeyi ele geçirmesiyle birlikte belirli bir rahatlık yakalamıştır.

Osmanlılar’ın 1526’da Mercidabık savaşı sonrasında ilgili bölgeleri imparatorluğa katmasıyla birlikte Nusayrîler Osmanlı idaresine girmiş, uzun dönem Halep eyaletine bağlı olarak, mahalli şeyhlerin denetiminde muhtar bir hayat yaşamışlardır.

Mısır’lı İbrahim Paşa’nın devlete karşı giriştiği harekatta (1839) büyük kayıplar vermelerine rağmen devlete karşı sadık kalan Nusayrî toplumu, siyasi ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak bazı küçük çaplı isyanlara girişmişse de bunlar büyümeden bastırılmıştır.

II. Abdülhamid zamanında diğer batınî topluluklar gibi Müslüman ahali arasında kabul edilerek mecburi askerliğe tabi tutulmuş, ayrıca bölgedeki Hıristiyan misyonerlerinin propagandalarına karşı tedbir talepleri dikkate alınarak destek vaadinde bulunulmuş, belli yerleşim merkezlerine camiler inşa edilip imamlar tayin edilmiştir. Ancak bu tedbirler sınırlı oranda kabul görmüş, Birinci Dünya Savaşı sonunda bölgenin önce İngilizler sonra Fransızlar tarafından işgali sonrasında ise tamamen son bulmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Fransızlar’la Suriye’li yetkililer arasında gerçekleşen görüşmelerden sonra 1920 yılında Alevî otonom bölgesi kurulmuş, 1936 yılında burası Suriye devletinin bir vilayeti kabul edilmiş, 1939 yılında Fransa Lazkiye bölgesini Suriye’den ayırarak müstakil bir statü vermiş, aynı tarihte İskenderun sancağı Türkiye’de kalmış, uzun görüşmelerin ardından Lazkiye idaresi 1942 yılında resmi törenle Suriye’ye katılmıştır.

Nusayrî toplumu günümüzde Suriye, Türkiye ve Lübnan’da yaşamaktadır. Suriye’de Lazkiye ve Cebel-i Ensâriyye bölgesi başta olmak üzere ülkede tahminî olarak % 8-12 arasında gösterilen bir nüfus oranına sahiptir. Türkiye’de Hatay ile kısmen Adana ve Mersin’in çeşitli yerleşim birimlerinde, Lübnan’da ise daha çok kuzey kesimlerde on bin dolayında nüfusa sahip küçük bir gurup olarak varlığını devam ettirmektedir.

İnanç Esasları ve İbadet Anlayışları

İslâm coğrafyasında ortaya çıkmış olmakla birlikte, doğup geliştiği mekanlardaki önceki inanç ve geleneklerin kalıntılarını üzerinde taşıyan Nusayrîlik, inanç karakteri bakımından, başta On İki İmam Şiîliği ve İsmailî Şiîlik olmak üzere Sabiîlik, Yahudilik ve Hıristiyanlık’a ait kimi inanç ve anlayışların harmanlandığı bir yapı hüviyetindedir.

Daha sonra bazı sınırlı tasarruflara maruz kalmış olmakla birlikte, fırkanın temel inançları, Hamdan el-Hâsibî tarafından düzenlendiği kesin olan Kitabü’l-Mecmû’ya dayanır. On altı sureden oluşan kitabın “şehâdet” adını taşıyan on birinci suresindeki şu ifade, fırkanın temel akidesini teşkil eder: “Ben şehadet ederim ki Ali b. Ebî Talib’ten den başka ilah, Muhammed Mahmûd’dan başka hicâb, Selmân-ı Fârisî’den başka bâb yoktur.” Burada Ali “mânâ”, Muhammed “isim” yahut “hicâb”, Selman ise “bâb” olarak anılmakta; ilki “ayn”, ikincisi “mim”, üçüncüsü “sin” harfiyle sembolize edilmektedir. Böylece “ayn-mim-sin” (AMS) fırkanın sembolü halini almaktadır. Aynı suredeki şu ifade de fırkanın inanç kimliğini ortaya koymaktadır: “Ben Nusayrî dininden, Cündubî görüşünden, Cünbülânî tarikatından, Hasîbî mezhebinden, Cillî görüşünden, Meymûnî fıkhından olduğuma şehadet ederim”.

Ulûhiyet inancı: Nusayrîliğe göre aşkın ve içkin nitelikte bir Tanrı vardır ve O birdir; O’nun eşi, benzeri, ortağı yoktur. Ancak O saf haliyle bilinemez ve anlaşılamaz. Bu bakımdan O bilinmek ve anlaşılmak üzere “nâsûtî” (beşerî) kalıba girerek tecelli etmiştir. Hz. Ali’nin ilahlığı bu anlamdadır. Nitekim Tanrı daha önce altı kez beşer olarak tezahür etmiş, yedincisi, Hz. Muhammed döneminde Hz. Ali’de gerçekleşmiştir. “Yedi devir” olarak da tanımlanan bu devirler Âdem, Nûh, Yakûb, Musa, Süleyman, İsa ve Hz. Muhammed dönemleri olup bu dönemlerde sırasıyla Hâbil, Şît, Yûsuf, Yûşa, Âsef, Bâtıra (Petrus) ve Ali isimleriyle hulûl söz konusu olmuştur. Bu çerçevede Ali, “zâhirde imam, bâtında ilah”tır. Onun şehit edilmesiyle birlikte nâsûtî kalıptan çıkmasından sonra yerleştiği mekanla ilgili olarak ise farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Haydariye’ye göre Ali göktedir. Gök bir sembol olup “mânâ”nın bulunduğu yerdir. Ali, Muhammed’i temsil eden güneş üzerinde oturmaktadır. Kilâzîler’e göre ise ay Ali’nin makamı olup güneş Muhammed, gök Selmân’dır (Fığlalı, s. 183-184).

Melek inancı: Kendilerine has kozmogoni (âlemin yaratılışı) anlayışına sahip olan fırkaya göre, Allah’ın, sayısı bilinemeyecek çoklukta melekleri vardır. Arş’ın üstü, alemlerin Rabbi’dir. Arş’ı taşıyanlar da sekiz kutsal melektir. Melekler parlak, yeşil ipekli elbiseler giyen nurani varlıklardır. Ayrıca beş yetim, vaktiyle melek olan ve her biri bir gök mertebesini temsil eden şahsiyetlerdir; meselâ Zuhal yıldızı melek olarak Mikail’dir ve bunun yeryüzündeki karşılığı beş yetimden ilki olan Mikdâd b. Esved’dir. Hz. Ali’nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gerçekte birer temiz melekten başka bir şey değildir.

Vahiy inancı: Saf uluhiyetin tarifi ve özelliklerinin bilinmesi imkansız olduğundan, Tanrı’nın ilk sudûru “isim” olarak ortaya çıkmış, “mânâ” bunun ötesinde kalmış, peygamberler bunu dile getiren “nâtık” kimseler kabul edilmiştir. Tanrı peygamberlere seslenerek onlara yazılı mesajlarını bildirmiştir. Bu bağlamda Nusayrîler, Davud’a Zebur’un, Musa’ya Tevrat’ın, İsa’ya İncil’in ve Hz. Muhammed’e Kur’an’ın verildiğini kabul ederler.

Peygamber inancı: Fırkada “sudur anlayışı”na bağlı olarak uluhiyetle ilişkili bir peygamberlik tasavvuru söz konusudur. Peygamberler, Tanrı’nın nâsûtî kalıba girdiği bedenler yahut bu bedenleri haber veren kimselerdir. Bunlar esas itibariyle nur’dan olup semadan cesetsiz olarak iner, daha sonra bir bedene bürünürler. Gerçeklikleri itibariyle yemez, içmez, eşleriyle fiziki bir beraberlik kurmazlar. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar yüz bin peygamber gelmiş olup Hz. Muhammed bunların “küllü”dür.

Tenasüh ve ahiret: Fırkaya göre, ölümden sonra ruh bedenden ayrılınca bir başka bedene girerek yeniden dünyaya gelir. Bu yeni beden kişinin inanç ve yaşayışına göre değişir. Nusayrî bir mümin, sırları bilerek ve onların gerektirdiği biçimde hayat sürdüğünde yedi tahavvül (değişim) geçirip yıldızlar arasında yerini alır. İnkarı ve kötülüğü seçenler fıtratlarına göre köpek, deve, katır, koyun şeklinde doğarlar; çok çirkin davranış sergileyenler ise necis hayvanların yahut birtakım haşerelerin bedenlerine girerek gelirler. Kafirler için hayvan olarak dünyaya gelme, devirler boyu devam eder, sonunda Muhammed Mehdî ortaya çıkarak bunları insan şekline döndürüp öldürür. Bu inançlar sebebiyle Nusayrî çevrelerde çok sayıda yeniden doğuş (reenkanasyon) öyküleriyle karşılaşılmakta, birçok insan önceki hayatından söz etmektedir. Ahiret tasavvurları oldukça müphem bir nitelik taşıyan Nusayrîler, dualarında cennet ve cehennem inancına yer verirler. Ancak bu, yaygın İslamî anlayışta ortaya konulan tablodan büyük ölçüde uzak bir mahiyet taşır. Diğer taraftan Nusayrîler, âlem yaratılmazdan önce kendilerinin Allah katında ilahi güzellikleri seyreden nurani yıldızlar olduklarına, bir sebebe bağlı olarak yeryüzüne gönderildiklerine, bu dünyada görevlerini yerine getirdikten sonra yine Rab’lerinin katına döneceklerine inanırlar.

İbadet anlayışları bakımından ise fırka temel İslâmî ibadetleri, genel kabulden farklı olarak, kendi batınî anlayışlarına paralel biçimde tevil eder. Fırkaya göre ibadetlerin başında “batınî namaz” yahut kısaca “namaz” adı verilen ibadet gelmektedir. Bu da ferdi ve kolektif olarak iki şekilde yerine getirilir. Namaz Ali’ye açılan kalbin niyazı anlamında anlaşıldığından, özel bir mekana, camiye ihtiyaç duyulmadığı gibi, her hangi bir tarafa yönelme yahut özel bir duruş da söz konusu değildir. Namazın temel şartları beş seçkini (Muhammed, Fâtır (Fâtıma), Hasan, Hüseyin ve Muhassin) bilmek, dua esnasında gülmemek ve konuşmamak, Abbasi rengi olduğu için siyah takke giymemek, gizliliğe riayet etmek ve namazı “Ey yüce, büyük ve arıların efendisi Ali, bize merhamet et” diyerek bitirmektir. Bu namazın kılınması, mahiyet itibariyle, Kur’an-ı Kerim’den Fatiha ve İhlas sureleri ile öteki bazı kısa sureler, Kitâbü’l-Mecmû’daki sureler ve kuddâs adı verilen özel bazı duaları okumaktan ibarettir.

Bayramlar Nusayrîlik’te ibadetlerin önemli bir parçasını teşkil eder. Bu günler hem toplu ibadetlerin yerine getirildiği, hem de en azından bazı bayramlarda dışa dönük olarak sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın gerçekleştirildiği zamanlardır. Genel İslâmî anlayış ve Şiîlik’ten başka, temelini bazı eski dinî inançlardan alan bayramlar arasında, söz gelimi, Ramazan ve Kurban bayramından başka Ğadîr bayramı (18 Zilhicce, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi imam tayin ettiğine inanılan gün), Firâş bayramı (29 Zilhicce, hicret esnasında Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in yatağında uyuduğu gece), Nevruz bayramı, Mihricân bayramı ve İsa’nın doğumu bayramı bunlardan bazılarıdır. Bayramlar genellikle bölgelerdeki belli büyük ailelere tahsis edilmiş, başta kurban ve şeyhlere ödenen para olmak üzere masraflar onlar tarafından karşılanmış, böylece, en azından bazı bölgelerde “bayram sahipliği” adıyla kurumsallaşmıştır.

Nusayrîlik’teki diğer bir önemli husus da “ziyaretler”dir. Vefat etmiş bir büyüğün kabri, yahut rüyada uğradığına inanılan kutsal bir şahsın uğrak yeri, beyaza boyanıp çoğu kere üstüne basit bir kubbe yapılarak belirli hale getirilir. Ölen büyüğün yahut uğrayan kişinin adıyla anılan ziyaret yerleri, çeşitli vesilelerle gidilen ve dua edilen mekanlardır. Özel olarak okunması gereken duaları bulunmayan ziyaretlerde, genellikle buhur yakılıp “buhur duası” okunur, Fatiha suresi ve diğer bazı surelerle birlikte akla gelen dua ve dileklerde bulunulur.

DÜRZÎLİK

Dürzîlik Fatımî halifelerinden Hâkim-Biemrillah döneminde (996-1021), onun ilah olduğunu, bütün dinlerin geçerliliklerinin bittiğini ileri süren aşırı (ğâlî) bir fırkadır. Şiî-İsmailî çevreden çıkan ve tamamen batınî bir karakter taşıyan fırka, Hâkim’in veziri Hamza b. Ali tarafından kurulmuştur.

Fırka, bütün dinî gerçekleri en geniş anlamıyla kapsayan müstakil bir sistem olduğunu savunması sebebiyle nadiren Hâkimiyye diye anılmışsa da genellikle Dürzîlik (Dürziyye) adıyla yaygınlaşmıştır. Bu isim fırkaya, önceleri Hamza’nın yakını ve dâisi iken daha sonra mürted sayılan Anuş Tekin (Neştekin) ed-Derezî’nin yoğun propagandalarından dolayı verilmiştir.

Dürzîler, her ne kadar zamanla bu ismi belli ölçüde kabullenmişlerse de, tam anlamıyla tevhidi gerçekleştirdiklerini düşünerek kendilerini “Muvahhidûnveya “Ehlü’t-tevhîd” diye anmış, kimi zaman da “Benû Marûf” ismini kullanmışlardır.

Teşekkülü ve Tarihi Gelişimi

Dürzîlere göre, Hâkim-Biemrillah altıncı Fatimî halifesi olarak tahta çıktıktan kısa bir zaman sonra yeni bir dönemin geldiğini müjdelemek üzere etrafa davetçiler göndermiştir. “Keşf Dönemi” olarak da isimlendirilen bu devrede hakikatin ortaya çıkacağı, tevhidî bilginin kendisini bu harekete hazırlayan kimselere kapalı kalmayacağı ifade olunmuştur. Bunun için ilkin Seleme b. Abdülvehhab, ardından Muhmmed b. Vehb, onun ardından da İsmail b. Muhammed seçilmiş, her biri yedişer yıl görev yaparak gittikleri yerlerde ön çalışmalar yapmış, böylece 21 yıllık hazırlık devresi tamamlanmıştır.

Nihayet 30 Mayıs 1017 (1 Muharrem 408) yılında Perşembe günü gün batarken Hâkim-Biemrillah yeni dönemin başladığını ilan eden bir bildiri dağıtmıştır. Hâkim bildiride, halka korku ve yabancılaşma illetlerini üzerlerinden atmalarını söyleyerek, “Emin olun ki Müminlerin Emiri size özgür irade vermiş, sizi gerçek inanışlarınızı gizleme sıkıntısından kurtarmıştır… Müminlerin Emiri gerçek niyetini size açıklayarak işlediğiniz hataları bağışlamıştır… Artık bundan sonra insanoğlu için bir nizam olacak ve ilahi hikmet geleceğe hakim olacaktır” demiştir. İlanın halka duyurulduğu günün akşamında Hamza b. Ali de hareketin imamı olarak ilan edilmiştir (Bağlıoğlu, 2004).

Hâkim’in uluhiyetini yaymak için girişimde bulunanların başında Muhammed b. İsmail Anuş Tekin ed-Derezî gelmektedir. Batınî düşüncelere sahip Buhara’lı bir Türk olan Anuş Tekin 408/1017 yılında Kahire’ye gelip Hâkim’in hizmetinde bulunmuş, onun ilahlık iddiasını desteklemiş, hatta bu amaçla bir kitap kaleme almıştır.

Hâkim de mahiyetinde bulunanlara Anuş Tekin’i dinlemeleri ve düşüncelerini kabul etmeleri talebinde bulunmuştur. Ne var ki onun bu fikirleri ahalide tepkiye yol açınca, Hâkim’in emriyle Şam’a gidip Vâditteym’e yerleşmiş ve faaliyetlerini burada sürdürmüştür. Kendisine “seyyidü’l-hâdîn” (yol gösterenlerin efendisi) unvanını veren Anuş Tekin’in, kendisini Hamza’nın yerine imam göstermesi ve bu uğurda ciddi mücadeleye girmesi onun şirke düşmekle suçlanmasına yol açmıştır.

Nihayet 9 Mayıs 1019’da Hâkim’in emriyle öldürülmüştür. Hâkim Biemrillah’ın uluhiyetinin ilan edildiği gün hareketin imamlığına getirilen Hamza b. Ali, fırkanın teşekkülü ve yayılmasında merkezi bir fonksiyon icra etmiştir. İsmaili daîlerinin devam ettiği Dârü’l-Hikme meclislerine katılarak kendini yetiştiren Hamza, Allah’ın Hâkim’de tecelli ve zuhur ettiği fikrini yaymaya başlamış, İsmailîler’den bazı insanları ikna etmeyi başarmıştır. Giderek davetini açıktan yaymaya çalışan Hamza, çok geçmeden halkın galeyanını celbetmiş, öldürülmekten ancak Hâkim’in yardımıyla kurtulabilmiştir.

Ardından benzer güçlüklerle karşılaşmamak için inzivaya çekilen Hamza bir yıl kadar sonra tekrar propagandalarına başlamıştır. Hakim’in 1021 yılında esrarengiz biçimde öldürülmesinden sonra ise, aleyhine gelişen siyasi şartları dikkate alarak, davetine icap eden bir gurupla birlikte Mısır’ı terk edip Lübnan’daki Vâditteym’e kaçmıştır. Taraftarlarının işlerini ise Bahâeddin el-Muktenâ’ya havale etmiştir. 411/1027 yılında Hamza tarafından imamlığa atanan Muktenâ Bahaeddin (asıl adı Ali b. Ahmed es-Semmûkî) Hâkim’in vefatından sonra hilafete geçen Zâhir döneminde Dürzî davetini kabul edenlere karşı girişilen baskıya rağmen davet faaliyetlerini temkinli bir şekilde sürdürmüştür.

İskenderiye şehrini kendine merkez seçen Muktenâ, bir taraftan davetçiler vasıtasıyla bazı bölgelere ulaşmaya çalışırken bir taraftan da fırka içinde arttığı görülen iç ihtilafları çözerek toplumu birlik içinde tutmaya çalışmıştır. Zâhir’in ölümünden sonra kısa süreli bir rahatlık olmuşsa da peşinden yeniden baskıların artması üzerine 434/1042 yılında davete son verdiğini, tevhid inancının son şeklini aldığını, artık yeni hükümlerin gelmeyeceğini belirterek gaybete girmiştir. Böylece fırka belirlenen ilkeler çerçevesinde son şeklini almış, giriş ve çıkışlar yasaklanarak fırka “kapalı bir toplum” haline dönüşmüştür.

Dürzî daveti, gönderilen dailer vasıtasıyla Kuzey Afrika’dan Hindistan’a, Yemen’den Bizans’a kadar geniş bir coğrafyada yayılma faaliyetine girişmişse de daha çok Bilâdüş’ş-Şam diye anılan Ürdün, Filistin, Lübnan ve Suriye bölgelerinde dar hatlar halinde taraftar toplayabilmiştir. Bu bölgede çeşitli zaman aralıklarında büyük aileler olarak Tenûhîler, Şihâbîler, Ma’n Oğulları ve Canbolatlar fırkaya intisap etmiştir.

Günümüzde Dürzîler’in kesin sayısı bilinmemekle birlikte Lübnan, Suriye, Filistin ve İsrail’de yaklaşık 450.000 civarında Dürzî bulunduğu sanılmaktadır. Ayrıca 19. yüzyılda göç eden Dürzîler Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’da bazı ülkelere yerleşmiş olup küçük topluluklar halinde varlıklarını devam ettirmektedir.

İnanç Esasları, Amelî Ve Ahlakî Konular

1830’larda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Dürzîler’le giriştiği mücadelede onları mağlup edip kitaplarına el koyması ve bunların kütüphanelere intikalinden sonra fırka ile ilgili özgün bilgilere ulaşılmıştır. Dürzîliğin inanç ve amelle ilgili esasları genel olarak dört bölüm halinde ele alınmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir:

1) Hâkim-Biemrillah’ın ilah olduğuna inanmak

Dürzîlere’e göre bütün varlığın kaynağı Allah’tır. Her şeyin var oluş sebebi ve asıl illeti O’dur. Allah birdir, ezelîdir ve büyük bir cevherdir. Hikmet, kudret ve adalet gibi sıfatları olmaksızın hakîm, azîz ve âdildir. O’nun hakkında “nerede, nasıl ve ne zaman” gibi sorular söz konusu değildir. İdrak ve anlayışın ötesindedir. Zaman ve mekanla sınırlanmış değildir. Bütün eşyayı kendi nurundan yaratmıştır ve hepsi O’na dönecektir.

Bu kadar yücelere sahip olan Allah, insan idrakinin ifadesi olan kelimeler aracılığıyla beşeriyete hitap etmesi mümkün olmadığından, muhtelif zuhur ve tecellilerle insanlara yaklaşmıştır. Bu tecellilerinin ilki el-aliyyü’l-a’lâ şeklinde vuku bulmuştur. Bu zuhuru bazı perdelenme dönemleriyle birlikte yetmiş devre takip etmiştir. Allah’ın en son ve mükemmel tecellisi Hâkim-Biemrillah’ta görülmüştür. Bu bakımdan Hâkim’in birbirinden ayrılmayan ilahi ve beşeri iki yönü vardır.

2) Eşyanın ilk illeti olan”emr”i yani Hamza b. Ali’yi bilmek

Dürzîlik sisteminde Hamza b. Ali, Hâkim’den sonra en önemli unsur olan “emr” makamındadır. Ayrıca ona “küllî akl, tarîk-i müstakim, kâimü’l-hak,imâmü’z-zaman, illetü’l-ilel, en-nebiyyü’l-kerim” gibi unvanlar da verilir. Hamza’nın muhtelif devirlerde çeşitli zuhurlar gösterdiğine inanılır. Adem devrinde Şantil, Nuh devrinde Pisagor, İbrahim devrinde Davud, Musa zamanında Şuayb, İsa zamanında Mesih, Hz. Muhammed devrinde Selman-ı Fârisî, nihayet Hakim devrinde Hamza b. Ali olarak görülmüştür. Dürzîler’e göre Hamza, Allah’a giden yol, Allah’ın arşını taşıyan meleklerin yaratıcısı, ve Allah ile kullar arasında aracıdır.

3) “Hudud”u tanımak

Dürzîler’e göre “hudûd”, Hamza tarafından görevlendirilen peygamber derecesinde kimselerdir. Bunlar evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan, her türlü günah ve hatadan münezzeh ve masum kimselerdir. Dört kişiden oluşan hududun ilki Muhammed b. Hâmid et-Temimî’dir.

Kendisi ayrıca “zû-masse, meşîe, eş-şeyhü’l-müctebâ” gibi unvanlarla da anılır. Hududun ikincisi Ebû Abdullah Muhammed b. Vehb’dir. “Kelime, sefîrü’l-kudre, eş şeyhü’r-radî” gibi unvanlarla da bilinir. Üçüncüsü Ebü’l-Hayr Selâme b. Abdilvehhâb’tır. “es-Sâbık, el-cenâhü’l eymen, azmü’l-muvahhidîn” gibi unvanlarla da anılır. Dördüncüsü Bahâeddin Muktenâ’dır. “et-Tâli’, lisânü’l müminîn, ed-dayf” gibi unvanlarla da bilinir.

4) Yedi esası bilip yerine getirmek

Bazı fırkalardaki velâyet gibi esasları iptal etmiştir. Bunu yaparken de Hâkim’in fiil ve davranışlarını gözlemiştir. Ona göre Hâkim uzun müddet namaz kılmamış, 1010 yılında zekatı kaldırmış, oruç tutmayı ve hacca gitmeyi gereksiz görmüş, ciahadın her çeşidini ilga etmiş, velayeti sadece kendisine tahsis etmiştir. İptal edilenler yerine şu yedi esas vaz edilmiştir:

a) Doğru sözlülük. Namazın yerine ikame edilmiştir.

b) Din kardeşlerini korumak. Zekatın yerine ikame edilmiştir.

c) Var olmayana ibadetten vaz geçmek. Dürzîler’in Hâkim’den önceki inanç ve ibadetlerinin, “mevcut olmayan”a ibadet sayıldığından hiçbir değeri yoktur. Orucun yerine ikame edilmiştir.

d) İblisler ve azgınlardan uzaklaşmak. Hacca karşı ikame edilmiştir.

e) Hâkim’i her devirde tek ilah olarak tanımak. Kelime-i şehadet yerine ikame edilmiştir.

f) Hâkim’in hüküm ve fiiline rıza göstermek. Cihadın yerine ikame edilmiştir.

g) Her durumda Hâkim’in hükmüne boyun eğmek. Velâyetin yerine ikame edilmiştir.

Bu çerçevede İslamî mükellefiyetler kaldırılmış, batınî tevillerle temel ibadetler bambaşka mahiyete dönüştürülmüştür. Buna göre kelime-i şehadetteki Lâ ilahe illallah Muhammedun Resûlullah ifadesi “sâbık” ve “tâlî’”ye delildir. Namaz, ilahî vahdetin her şeyi ihtiva ettiğini idrak ederek Allah’a yaklaşmaktır. Zekat, Rabb’in birliğini ikrardır. Oruç ilahî tebliğin, derunî anlamını kavrayamayacak olana açmaktan kaçınmaktır. Hac, Rabb’in birliğinin bilgisidir (Fığlalı, 2004).

Dürzîliğin inanç esasları ile amelî ve ahlakî konulara ilişkin diğer hususları maddeler halinde şu şekilde özetlemek mümkündür:

Yaratılış: Dürzîlik’te yaratılış Yeni Eflatuncu görüşlere dayanır. Buna göre Allah fiziki alemle doğrudan temas etmesi düşünülemeyecek kadar yüce ve münezzehtir. Bu sebeple kendisinden çıkan (sudûr) külli akıl, yaratıcı ile yaratılmışlar arasında aracı durumundadır. Çokluk ve karmaşıklık Allah’tan değil, bu külli akıldan gelir. Bütün hayat külli nefisten ortaya çıkmıştır. Külli nefsin nurundan iyiyi ve kötüyü seçmekte serbest olan kelime, ondan sâbık, ondan da tâli’ zuhur etmiştir.

Takammus: Dürzîlere’e göre insanların ruhları bir defada ve sınırlı olarak yaratılmıştır. Bu sebeple sayıları artmaz ve eksilmez. İnsan ölünce ruhu derhal başka bir cesede girerek yeniden doğar. Ölüm, ruhun bir çeşit gömlek değiştirmesidir. Dürzîler insan ruhunun bitkilere ve hayvanlara geçtiğini reddeder, bu yüzden de tenasüh yerine takammus kelimesini kullanırlar. Takammusta erkeklik ve kadınlık aynen devam eder. Onlara göre takammus alemin sonun kadar devam edecektir. Bu süreçte iyilerin ruhu daima yükselirken kötülerin ruhu aşağı derecelere düşecektir.

Ahiret: Dürzîler’e göre ahiret ve ahiretle ilgili olarak cennet, cehennem, arş, kürsi, hesâb, mizan, ceza, mükafat gibi şeyler hep bu dünyadadır. Dürzîliğin inanç ve amelle ilgili olarak dört bölüm halinde ele alınan esaslarını hatırlayınız.

Evlenme konusunda genellikle Hıristiyanlığın etkisinde kalan Dürzîler’de evlenme yaşı bayanlarda on yedi, erkeklerde on sekiz olarak kabul edilmiştir. Birden fazla kadınla evlenmek yasak olup böyle bir nikah batıldır. Bir bayan veya erkeğin Dürzî toplumu dışında birisi ile evlenmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Mut’a nikahı ve cariye edinmek de yasaklar arasındadır.

Boşanma hoş karşılanmamakla birlikte mümkün olup bir defada icra edilir. Boşanan kadın aynı erkekle tekrar evlenemez. Zina eden bir kimsenin evliliği de sona ermiş olur. Dürzî hukukuna göre kadının da boşanma hakkı vardır. Kocası ölen bir kadın tekrar evlenmemişse çocukları ve mallarının idaresi ona verilir.

Miras: Dürzîler arasında miras taksimi Sünnî Hanefî hukuk sisteminin tatbikatına göre cereyan etmekle birlikte, en çok görülen yazılı vasiyet uygulamasıdır.

Takiyye: Kendilerinden olmayanlara inançları ve uygulamaları konusunda ifşaatta bulunmayan ve tehlikelerden korunmak gayesiyle takiyye uygulayan Dürzîler, 1860’lara kadar kendilerini Müslüman olarak göstermiş ve muhtelif camiler inşa etmişlerdir. Bu tarihten sonra ise Dürzîlerin takiyye konusunda daha esnek davrandıkları gözlenmektedir.

Kutsal metinler: Dürzîler’in sistemlerini dayandırdıkları kutsal metinler dört yahut altı kitaba taksim edilmiştir. Resâilü’l-Hikme veya el-Hikmetü’ş-Şerîfe diye anılan bu eserler 111 risaleden oluşmaktadır.

Dinî hiyerarşi: Dürzî toplumu dini konuları bilen “ukkâl” ve bilmeyen “cühhâl” olmak üzere iki kısma ayrılır. Fırkanın prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olan, içki, sigara gibi şeylerden kaçınan, zühd ve takvaya dayalı hayat yaşayan zümre ukkâl grubunu oluşturur. Bunların üçüncü bir kişi olmadan yabancı bir kadınla yalnız kalması, lüks içinde yaşaması caiz değildir. Bu zümre çoğunlukla sarık sarar, cübbe giyer, mensupları sakallarını kesmezler.

Bir kimsenin bu zümreye katılabilmesi için kırk yaşını geçmiş olması ve faziletleri üzerinde toplaması gerekir. Perşembe akşamları ibadet mahalleri olan halvetlerde toplanan ukkâl belli dini metinleri okurlar. Bunlar arasında grubun % 2’lik dilimini oluşturan ve “ecâvid” denilen yüksek meziyetli kimseler vardır. Bu zümre tam anlamıyla zühd ve takva hayatı yaşar.

Cemaatin % 85’ini teşkil eden cühhâl ise dini metin ve kaideleri bilmeyen, dini toplantılara özel günlerde katılabilen avam kesimidir. Sigara içmek ve dünya lezzetlerinden faydalanmak bunlar için mubahtır.

YEZİDÎLİK

İsimlendirme ile ilgili olarak ileri sürülen görüşlerden birisi fırkaya bu ismin verilmesinin, onların Haricîler’in İbâdiyye kolundan ayrılan Yezid b. Ebî Uneyse taraftarları olmasından dolayıdır. Bir başka görüş, fırka mensuplarının vaktiyle İran’ın Yezd şehrinden gelmiş olmaları, bu şehre nispetle kendilerine Yezidî denildiğidir.

Diğer bir görüş ise fırkanın ilk dönemlerde Muaviye’nin oğlu Yezid’e gösterdiği saygıya bağlı olarak kendilerine bu ismin verildiği şeklindedir. Daha güçlü olan görüşe göre ise kelimenin Yezid b. Ebî Uneyse, Yezid b. Muaviye ve Yezd şehriyle hiçbir ilgisinin bulunmayıp, fonetik kurallarına göre Farsça’daki melek anlamındaki “İzed” veya tanrı anlamındaki “Yezdan” sözcüğünden geldiğidir. Buna göre kelime Ezidî, İzdî, İzidî biçiminde olmalıdır. Nitekim fırka mensupları bugün kendilerini Ezdî veya Ezidî diye anmaktadır.

Teşekkülü ve Tarihi Gelişimi

Fırkanın kuruluşuyla ilgili merkezî bir şahsiyet olarak hemen hemen bütün çalışmalarda Şeyh Adî b. Müsafir’in isminden bahsedilir. Biyografi kaynaklarında hakkında geniş bilgi bulunan Şeyh Adî muhtemelen 467/1074 yılında Suriye’de Baalbek’in Beytifâr isimli köyünde doğmuş, çocukluk ve gençliğinde iyi bir eğitim almıştır. Devrin önemli tasavvuf simalarından Abdülkadir-i Geylânî, Ebû Necib Sühreverdî, Ahmed Rifâî gibi kişilerle görüşmüştür. Şam ve Bağdat’ta ilim ve tasavvuf çevreleriyle irtibat kurmuş olan Şeyh Adî, 1130’larda Musul’un dağlık bölgesi olan Lâleş’e gelmiş, uzun bir riyazet dönemi yaşamıştır.

Ardından burada bir zaviye kurmuş, şeyh olarak adı çevrede süratle yayılmaya başlamıştır. Nesebi Hakem b. Mervan’a, tarikat ve silsilesi Ebû Said Harrâz’a uzanan Şeyh Adî, başta İtikâdu Ehli’s- Sünne ve’l-Cemâa, ve Kitâb fîhi Zikru Âdâbi’n-Nefs olmak üzere kaleme aldığı eserlerle dinî-tasavvufî çizgisini geliştirmiştir. 555/1160 yılında vefat eden Şeyh Adî, kaynaklarda Adeviyye veya Sohbetiyye adlı tarikatın kurucusu olarak anılmıştır.

Eserlerinde Ehl-i Sünnet inancını benimsediği ve savunduğu açıkça görülen Şeyh Adî, söz gelimi, ilk eserinde, imanda artma ve eksilme olmadığı, ilahî irade söz konusu olmaksızın hiçbir fiilin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, kurtuluşa ulaşacak kesimin Ehl-i Sünnet olduğu, Şîa, Mutezile ve öteki fırkaların mücadele edilmesi gereken gruplar olduğu gibi düşüncelere yer vermiştir. Yine onun başka bir eserinde, kendisine öğüt vermesini isteyen birisine, İslam’ın temel ibadetlerini aksatmaması, takva ve zühd yolunu takip etmesi gerektiği yolunda tavsiyelerde bulunmuştur (Turan, 1994).

Daha yaygın olan ikinci görüşe göre ise Şeyh Adî’nin ölümünden sonra, kurduğu tarikat yeni müritler kazanarak bilinen çizgisini sürdürmüştür. Ancak 652/1254 yılında vefat ettiği bilinen Şeyh Hasan b. Adî zamanında farklılaşmaya başlamıştır. Şiîler’in Yezid b. Muaviye’yi lanetlemelerine karşı önce onu savunma sonra da kutsallaştırma yönüne gidip aşırı görüşler ortaya koymuşlardır. Fırka giderek öteden beri bölgede ciddi kalıntıları olan İran dinleri ile İslami unsurların içiçe geçtiği bir yapıya dönüşmüş ve bugünkü mahiyetine bürünmüştür.

Yezidîler’e göre Şeyh Adî evlenmemiş olup Şeyh Ebû Bekir, Şeyh Abdülkadir, Şeyh İsmail ve Şeyh Abdülaziz olmak üzere dört kardeşi vardır. Başka bir görüşe göre Adî’nin Sahr isminde bir erkek kardeşi vardı ve soyu onun üzerinden devam etmiştir.

Sahr’ın Ebû’l-Berekât isminde bir çocuğu olmuş, bunlardan Musa ve Adî isminde iki çocuk dünyaya gelmiş, Musa’nın soyundan gelenler Sünnî yolu takip ederken, Adî’nin ise Hasan ve Şerafeddin adında iki çocuğu olmuş, bugünkü Yezidîler’in din adamları Hasan’ın soyundan gelmiştir. Hasan’ın Ebû Bekir ismindeki çocuğundan gelenler Katanîler’i; diğer oğlu Şemseddin’in soyundan gelenler Şemsanîler’i, diğer oğlu Şerafeddin’in torunu Alaeddin’den gelenler ise Adanîler’i teşkil etmiştir.

1280’lerden sonra Yezidîler Suriye ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yayılmaya başlamışlardır. Diyarbakır ve Siirt dolaylarında dağlık bölgelere yerleşmiş ve varlıklarını sürdürüşlerdir. Buralarda genellikle Türkmenlerle birlikte hareket etmişlerdir. Yezidîler, yaşadıkları geniş bölgede hakimiyet kuran Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safevîler ve Osmanlılar’ın yönetimi altına girerek tarihi seyirlerini devam ettirmişlerdir.

Karakoyunlular ve Akkoyunlular’dan sonra Yezidîler çoğunlukla Safevîler ve Osmanlılar arasında hudut bölgelerinde kalmışlar, kimi zaman Safevîler’i kimi zaman da Osmanlılar’ı desteklemişlerdir. Yezidîler’in açıktan veya gizli olarak Safevîler’i desteklemeleri karşısında Osmanlı şeyhülislamları onların küfür içinde bulundukları doğrultusunda fetva vermişlerdir.

Kısaca değinmek gerekirse 1715’lerde Yezidîler’in silahlanarak bölgede kendileri gibi olmayan Müslüman ahaliye büyük zarar verdikleri, bunun neticesinde takibata maruz kalıp dağlara çekildikleri görülmektedir. Bu tarihten itibaren Yezidîler 1830’lara kadar isyan faaliyetlerinden uzak kalmış, vergilerini vermişlerdir. Bundan sonra ise Yezidîlerin Osmanlı yönetimini uğraştırdığı, birçok mahalli isyana kalkıştıkları görülmektedir. Sultan Abdülaziz döneminde “kura kanunu” gereği askere çağrılan Yezidîler, inançlarını gerekçe göstererek mazeret beyan etmiş ve “bedel” ödeyerek bundan uzak kalmışlardır.

1890’larda II. Abdülhamit’in ıslahatçı tutumları çerçevesinde eğitim almaları planlanmış, okullar açılmış, ancak sınırlı orandaki gelişmeler dışında sağlıklı sonuçlar alınmamıştır.

Bölgede İngilizler’in faaliyetleri karşısında onların yanında yer alan Yezidîler, Birinci Dünya Savaşı sonunda Sincar dağları ve Lâleş bölgesinin Irak sınırları içinde kalmasından sonra bu idare altında yaşamaya başlamışlardır. 1935 yılında mecburi askerlik kanunu dolayısıyla kayıt yaptırmayıp hükümete karşı ayaklanmışlar, hükümet kuvvetlerinin sert mukabelesi karşısında ağır kayıplar vermişlerdir. Sonunda silah bırakmaya mecbur olmuşlar ve Irak ordusunda ayrı bir bölükte askerlik görevini yapmaya başlamışlardır. 1980’lerden sonra yeniden baskı ile karşılaşan Yezidî liderleri, bazı Batı ülkelerine kaçmak zorunda kalmışlardır.

Bugün başlıca Irak ve Suriye ile çok küçük oranda Türkiye, Gürcistan ve Ermenistan’da yaşayan Yezidîler’in nüfusları ile ilgili olarak nihai istatistikler yoktur. Ancak tahmini olarak Irak’ta 20-30 bin, Suriye’de 5-6 bin dolayında Yezidî yaşadığı sanılmaktadır. Türkiye’de Siirt, Hakkari, Mardin, Urfa gibi illerimizde vaktiyle daha kabarık sayıda Yezidî yaşarken bunların büyük çoğunluğunun Avrupa’ya göç ettiği ve ancak birkaç bin Yezidî vatandaşımızın kaldığı bilinmektedir.

İnanç ve İbadetler

Kapalı bir toplum halinde yaşamaları, gizliliğe önem vererek inançlarını başkalarından saklamaları dolayısıyla uzun dönem Yezidî inançları konusunda nihai bilgilere sahip olunmamıştır. Yezidî toplumu ilk olarak, Osmanlı sultanı Abdülaziz döneminde, 1872 yılında askerlik yapmalarının mümkün olmadığının gerekçelerini ortaya koyarken bazı özel inançlarından bahsetmişler, 19. yüzyılın sonlarına doğru Yezidîliğin iki kutsal kitabı bilim dünyasının eline geçerek yayımlanmış, böylece fırka hakkındaki bilgiler artmıştır. 1910’lardan sonra ise toplum hakkındaki araştırmalar derinleşmiş ve sağlıklı bilgilere ulaşılmıştır.

Yezidîliğin iki kutsal kitabı Kitabü’l-Cilve ve Mushaf-ı Reş’tir. Araştırmacılar Kitabü’l-Cilve’nin iddia edilenin aksine Şeyh Adî tarafından değil çok muhtemelen Şeyh Fahreddin tarafından yazıldığını, Mushaf-ı Reş’in ise kimliği tam olarak bilinemeyen Hasan-ı Basri tarafından 1340’larda kaleme alındığını belirtmişlerdir. Bu iki kitap arasında muhteva bakımından çelişkilerin olması, Yezidîliğin esnek bir dokuya sahip olduğunu, toplumun inanç ve anlayışlarını metinlerden ziyade din adamlarının belirlediğini, ayrıca fırkanın sistemleştirilmiş bir inanç manzumesine sahip olmadığını gösterir.

Gerek kaynaklarda gerekse yapılan saha çalışmalarında Yezidîler’in kelime-i şehadeti, Lâ ilâhe illallah, Emin Cebrâil Habîbullah (Allah’tan başka ilah yoktur, Emin Cebrail Allah’ın sevdiğidir) şeklinde tespit edilmiştir. Burada Emin Cebrail’den maksat Melek Tavus’tur. Şeytan diye de anılan Melek Tavus, Yezidîliğin en önemli sembolüdür ve horoz şeklinde tersim edilir. Kelime-i şehadetten biraz daha uzun olan ve sabah kalkarken ve akşam yatarken okunan şu üç ibarelik söz de Yezidîliğin temel inançlarını teşkil eder:

a) Melek Tavus’un Allah’ın meleği ve elçisi olduğuna,

b) Şeyh Adî’nin Allah’ın meleği ve Yezidîler’in mürşidi olduğuna,

c) Sultan Yezid’in Allah’ın meleği, dünyanın nuru ve insanlığın sevinci olduğuna iman ederim.

Yezidîliğin önemli inançlarından birisi de yaratılıştır. Kitabü’l-Cilve’de mutlak bir Yaratıcı’dan, her şeyin O’nun emir ve yönetiminde olduğundan bahsedilmekle birlikte vurgu Melek Tavus üzerine yapılır. Eserde şöyle denilir: Melek Tavus bütün yaratıklardan önce vardı. Melek Tavus, Abd Tavus’u yani Şeyh Adî’yi, sevgili kullarını yani Yezidîler’i doğru yola sevketmek amacıyla gönderdi. Melek Tavus gerçeği önce şifahi emirler ile, sonra Yezidî olmayanların okumaması şartıyla Kitabü’l-Cilve aracılığıyla bildirdi. Mushaf-ı Reş’te ise farklı bir yaratılış nazariyesi ortaya konulmaktadır.

Buna göre, Allah başlangıçta beyaz bir inci yaratıp Enfer adlı kendi yarattığı bir kuşun üstüne koydu. Kırk bin yıl onun üzerinde oturdu. Sonra ilk olarak Pazar gününü yarattı. Bugünde yedi meleğin en büyüğü olan Azrail’i (Cebrail olmalı) yarattı ki bu Melek Tavus’tur. Pazartesi günü Melek Derdail’i yarattı ki bu Şeyh Hasan’dır. Salı günü Melek İsrafil’i yarattı ki bu Şeyh Şems’tir. Çarşamba günü Melek Mikail’i yarattı ki bu Ebû Bekir’dir. Perşembe günü Melek Cebrâil’i (Azrail olmalı) yarattı ki bu Seccacüddin’dir.

Cuma günü Şemnail’i yarattı ki bu Nâsuriddin’dir. Cumartesi günü Melek Nurail’i yarattı ki bu Şeyh Fahreddin’dir. Allah yedi yıl bekledikten sonra Melek Tavus’u bu melekler üzerine başkan yaptı. Sonra yedi kat göğü, yeri,güneşi ve ayı yarattı. Onları hırkasının yakasına koydu. O zaman melekler inciden çıktı. İnciye öyle bir bağırdı ki, inci derhal dört parçaya ayrıldı.

İnciden akan sularla denizler meydana geldi. Dünya yusyuvarlak oldu. Ve Allah Cebrail’i bir kuş şeklinde yarattı ve salıverdi. O da incinin parçalarından güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler ve arşı yarattı. Allah kendisi de bir gemi yaratarak içinde otuz bin yıl seyahat etti. Sonra gelip Lâleş’e oturdu.

İbadetler: İbadet anlayışlarına gelince, Yezidîler’in yerine getirmekle yükümlü oldukları ibadetlerden birisi namazdır. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez güneşe doğru dönerek bazı duaları okumaktan ibaret olan namazın gizli olması ve ferdi olarak yerine getirilmesi gerekir. Bu bakımdan Yezidî bölgelerde ibadethane yoktur. Namaz için elleri yıkamak bir nevi abdesttir ve yeterlidir.

Oruç özel ve genel olmak üzere iki çeşittir. Özel orucu din adamları tutarlar. Bunlar yirmi günü Aralık, 20 günü Temmuz, 3 günü de Lâleş’te Şeyh Adî türbesinde, geldikten sonra da 80 güne tamamlanan oruçtur. Genel oruç, her Yezidî’nin Aralık ayının başından itibaren tuttuğu üç günlük oruçtur.

Hac ibadeti, Yezidî geleneğinde Lâleş’te Şeyh Adî’nin türbesine ziyaretten ibarettir. Bu ziyaret Eylül ayının 23-30. günleri arasında yapılır.

Zekat ibadeti müritlerin gelirlerinin % 10’unun şeyhlere, % 5’inin pirlere, % 2,5’inin fakir diye anılan ve toplumu dinen aydınlatanlara verilmesi yoluyla gerçekleştirilir.

Diğer taraftan Mushaf-ı Reş’te bazı yasaklardan söz edilmektedir. Buna göre yiyeceklerden marul, bakla, lahana, balık, geyik ve horoz eti yemek yasaktır. Özellikle horoz kutsaldır. Çünkü o Melek Tavus’u simgelemektedir. Aynı şekilde koyu mavi elbise giymek, helaya girmek ve hamamda yıkanmak de haramdır. Çünkü hela ve hamamlar şeytanın oturdukları yerler olarak görülür. Ayrıca şeytan ve mel’un gibi kelimeleri kullanmak da yasaklar arasındadır.

Yezidîlik’te bayramlar da önemlidir. En büyük bayram Sare Sale (Sarsaliya) bayramıdır. Her yıl Melek Tavus’un yeryüzüne inmesi ve her şeyi yönetimine alması münasebetiyle Nisan ayının ilk Çarşamba gününden ay sonuna kadar devam eden bayramdır. Cemai Bayramı 28 Eylül- 3 Ekim arasında kutlanır. Hata ve günahların affedildiğine inanılan gündür. Ayrıca Yezid Bayramı (Yezid b. Muaviye’nin doğduğu günün anısına), Şeyh Adî Bayramı (3 Ağustos’ta Şeyh Adî’nin orucu vesilesiyle), Bülende Bayramı (Şeyh Adî’nin doğumu anısına) adlarında kutlanan bayramlar vardır.

Nusayrîlik, Dürzîlik, Yezîdilik – İslam Mezhepler Tarihi 7.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir