Oruç – İslam İbadet Esasları 5.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ

Oruç, İslâm’dan önce de bilinen bir ibadettir. Bu ibadetin temelinde, belli vakitlerde birtakım davranışlardan uzak durulması vardır. Bu vakitler ve davranışlar dinlere göre farklılık gösterir.

Bazen yirmi dört saati aşan oruçlar olursa da bu süre genellikle bir günü geçmez. Uzak durulması gereken davranışlar beslenme ve cinsel hayatla ilgilidir. Bazı dinlerde bunların tamamı yasaklanırken bazılarında beslenme konusunda tür sınırlaması yapılır veya hafif yiyeceklere izin verilir.

Bazı dinlerin orucunda, bunlara ek olarak yıkanma, temizlik yapma, koku (parfüm) ve yağ kullanma, bazı giysileri giyme de yasak kapsamındadır. Bu pasif davranışlar yanında oruçluya birtakım metinleri okuma, dua, mezarlık ziyareti gibi yükümlülükler getiren dinler de vardır.

ORUCUN TANIMI VE TARİHİ

Oruç, sözlükte “bir şeyden geri durma, yapmama” anlamına gelen Arapça savm ve sıyâm kelimelerinin Türkçedeki karşılığıdır. Terim manasıyla oruç, imsâk vaktinin girdiği andan itibaren güneş batana kadar geçen süreyi Allah tarafından beğenilen bir davranış olacağı düşüncesiyle yemeden, içmeden ve cinsî ilişkiden uzak olarak geçirmeye denir.

Kur’ân-ı Kerim’de oruç anlamında sıyâm (el-Bakara 2/183, 187, 196; en-Nisâ 4/92; el Mâide 5/89, 95; el-Mücâdele 58/4) ve oruçlular anlamında da sâimîn ve sâimât (el-Ahzâb 33/35) kelimeleri geçer. Bir yerde (Meryem 19/26) geçen savm kelimesi ise sözlük anlamında (konuşmadan geri durma, konuşmama) kullanılmıştır. Sabaha doğru güneşin doğacağı ufukta beliren beyazlığa fecr (fecir) denir.

Sabah aydınlığı başlamadan önce kısa bir süre görülen ve sonra kaybolan dikey beyazlığa fecr-i kâzib (yalancı fecir) denir. Sonra fecr-i sâdık ve ikinci fecir de denen enine bir beyazlık belirir. Doğu ufkunda ufkun altındaki güneşin ışığının ufukta fark edilmesiyle beliren bu beyazlık, zamanla kuvvetlenerek ve alanını genişleterek devam eder ve sonunda güneş doğar. Bu beyazlığa da fecr-i sâdık (gerçek fecir) denir.

Oruç vaktinin başlangıcı olarak belirtilen fecir, budur ve onun ufukta görülmesi ile oruç başlar. Bu vakit, takvimlerde imsâk olarak belirtilir. Ayrıca bu anlamda tan yerinin ağarması ifadesi de kullanılır.

Ramazan ayında tutulan oruç, Müslümanlara hicretin ikinci yılı şaban ayında farz kılınmış ve onlar bir sonraki ay olan ramazandan itibaren oruç tutmaya başlamışlardır. Başlangıçta güneş batımı ile imsâk arasında özellikle cinsel hayatla ilgili birtakım kısıtlamalar olmakla birlikte daha sonra bunlar kaldırılmış, bu süre tam bir serbestlik zamanı olmuştur.

ORUCUN FAZİLETİ

Oruç, çok faziletli bir ibadettir. Bir kudsî hadiste ifade edildiğine göre Allah “İnsanoğlunun her ameli kendisi içindir fakat oruç bundan hariçtir; o, benim içindir ve onun karşılığını ben vereceğim” buyurur. Bu ifadesiyle o, oruca ayrı bir değer verdiğini açıklamaktadır. Hadisin devamında oruç, kalkana benzetilir (Buhârî, “Savm”, 2). Kalkan, sahibini muhtemel tehlikelerden koruduğu gibi oruç da oruçluyu çeşitli kötülüklerden ve günahlardan korur. Yalnız bunun için orucun sırf yeme-içmeyi terk etmekten ibaret kalmaması, oruçlunun davranışlarına da yansıması gerekir.

Hz. Peygamber bunu ifade etmek üzere “Yalan söylemeyi ve sahtekarlığı terk etmeyen oruçlu bilmelidir ki Allah’ın onun yeme-içme fiillerini terk etmesine ihtiyacı yoktur” buyurur (Buhârî, “Savm”, 8). Oruç, aslında yasak olmayan bazı fiillerin günün belli saatlerinde geçici olarak yasaklanmasıdır. Bu durum Müslümanın sürekli yasaklardan uzak durması için de bir eğitim fırsatı verir ve o, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamaya özen gösterme alışkanlığı kazanır. Hz. Peygamberin ifadesiyle “Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah o günden dolayı onun yüzünü cehennemden yetmiş yıllık mesafe kadar uzaklaştırır” (Nesâî, “Sıyâm”, 44).

Gün boyu oruç tutan bir Müslüman iftar ederken hem Allah’ı memnun eden bir ibadeti başarıyla yerine getirdiği hem de birtakım yasaklar kalktığı için sevinir. Aynı Müslüman o gün oruçlu olmaktan kaynaklanan benzer bir sevinci de âhirette Rabbine kavuşunca yaşayacaktır. Peygamber Efendimiz Müslümanın bu iki sevinç anına dikkat çeker (Buhârî, “Savm”, 9). Sağlıklı her Müslümana farz olan Ramazan ayı orucunun da özel bir yeri ve değeri vardır.

Hz. Peygamber bu ayda oruç tutanlara müjde verir (Buhârî, “İman”, 27; “Savm”, 6): “Ramazan ayını inanmış olarak ve sırf Allah için oruçlu geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır”. Ramazan ayı gelince cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapatılır ve şeytanlar bağlanır (Müslim, “Sıyâm”, 1, 2), böylece etkileri azaltılır. Bu, Allah’ın insanlara bir lutfudur. Ramazan, Allah’ın af ve bağışlamasının çok, rahmet ve merhametinin bol olduğu bir aydır.

Oruç aynı zamanda bir sabır eğitimidir. Oruçlu günlük alışkanlıklarını belli bir süre için terk ederek sabretmeye alışır ve aynı zamanda da bundan dolayı sevap kazanır. Onun için o kadar çok sevap vesilesi vardır ki oruçlu olmayanların onun yanında yemeleri veya içmeleri bile ona sevap kazandırır (Tirmizî, “Savm”, 82; İbn Mâce, “Sıyâm”, 45).

Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre cennete girecek insanlar dünyadaki önemli amellerine göre değişik kapılardan hatta bazıları bu kapıların her birinden ayrı ayrı davet edilecektir. O kapılardan biri de oruçluların girişine ayrılmış olan “Rayyân” kapısıdır. Bu kapı, onlar girdikten sonra kapatılacak, başkaları oradan giremeyecektir (Buhârî, “Savm”, 4). Bir oruçluya iftar açtırmak da büyük sevaptır. Bu sebeple Müslümanlar Ramazan ayında birbirlerini ve yoksulları iftar sofralarına davet ederler. Çünkü oruçluya iftar ettiren, oruçlu kadar sevap kazanır ve bu sebeple oruçlunun sevabından da bir eksilme olmaz (Tirmizî, “Savm”, 82; İbn Mâce, “Sıyâm”, 45). O tamamen Allah’ın Müslümanlar arasındaki sevgi ve saygıyı, karşılıklı anlayış havasını değerlendirmesinin sonucudur.

ORUÇ ÇEŞİTLERİ VE NİYETLERİ

Oruç, özü itibariyle faziletli bir ibadettir. Fakat onun da hüküm bakımından çeşitleri vardır. Ayrıca bunlar arasında niyetin bilhassa vakti konusunda farklılıklar görülür.

Oruç Çeşitleri

Oruç hükmü esas alındığında farz, vacip, sünnet/mendup, nâfile, mekruh ve haram kısımlarına ayrılır.

1. Farz Oruç

Ramazan ayında oruç tutmak, daha sonra açıklanacak şartları taşıyan her Müslümana farzdır. Orucun bu ay içinde tutulmasına edâ denir. Kendisine oruç farz olan bir Müslüman bu ay içinde herhangi bir günü oruçsuz geçirmişse onu daha sonra tutar. Vaktinde tutulmayan orucun daha sonra tutulmasına da kazâ denir.

Ramazan orucunun kazâsı da farzdır. Ayrıca keffâret oruçları da farzdır. Bazı hatalı veya eksik davranışlardan dolayı Müslümanlardan bir miktar oruç tutmaları istenir. Bu oruçlara keffâret orucu denir. Bunların sebep ve çeşitleri hakkında ileride keffâretlerle ilgili ünitede geniş açıklama yapılacaktır. Keffâret oruçlarının vacip olduğunu söyleyen âlimler de vardır.

2. Vacip Oruç

Adak (nezir) oruçları vaciptir. Oruç tutmayı adayan kimsenin o orucu tutması vacip olur. Hanefî mezhebine göre sünnet veya nâfile bir oruca başlayanın onu devam ettirmesi gerekir. Başladığı böyle bir orucu bozarsa onu daha sonra kazâ etmesi vacip olur.

3.Sünnet/Mendup Oruç

Hz. Peygamberin, oruç tutulmasını tavsiye ettiği veya ramazan dışında genellikle oruçlu geçirdiği günlerde oruç tutmak sünnettir. Bu günleri şöyle sıralayabiliriz: Muharrem ayında zaman zaman ve bilhassa dokuzuncu ve onuncu (âşûre) günü veya onuncu ve on birinci günü, recep ayının birinci günü, şaban ayının on beşinci günü, zilhicce ayının ilk dokuz ve bilhassa dokuzuncu günü (arefe), şevval ayında altı gün, kamerî takvime göre her ay üç gün ve özellikle de ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri, hafta içinde pazartesi ve perşembe günleri, savm ı Dâvûd denen ve günaşırı oruçlu olmak şeklinde tutulan oruç.

4.Nâfile Oruç

Nâfile kelimesi bazen sünneti de içine alacak genişlikte kullanılır. Biz burada farz, vacip, mekruh ve haram olmayan, hakkında herhangi bir rivayet de bulunmayan günlerde sevap niyetiyle tutulan oruçları kastediyoruz. Hz. Peygamber’in ramazan dışında bir ayın tamamını oruçlu geçirdiğine ait bir bilgi yoktur. Kaynaklarda onun ramazan dışında hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmediği ve en fazlası şaban ayında olmak üzere her ay az çok oruç tuttuğu şeklinde rivayetler vardır (Buhârî, “Savm”, 52, 53; Müslim, “Sıyâm”, 172–180). Dolayısıyla daha önce sayılanlara ek olarak zaman zaman oruç tutmak sevaptır.

5.Mekruh Oruç

Mekruh oruç, tutulması hoş karşılanmayan oruçtur. Bunlardaki mekruhluğun sebebi bazen Müslümanların sevincine katılmamak bazen de o günlere dinde olmayan bir kutsallık katmak veya böyle bir görüntü vermektir. Mesela yalnız cuma veya cumartesi günü yahut muharrem ayının onunda, nevruz gününde (Câferî mezhebi hâriç) oruç tutmak tenzîhen mekruhtur.

Bu günlere ön veya arkasından bir gün ilave edilirse mekruhluk ortadan kalkar. Peygamberimiz ramazan orucuna bir gün önceden başlamayı da uygun görmemiş ancak o günün, kişinin genelde oruçlu geçirdiği bir güne tesadüf etmesini bu hükmün dışında tutmuştur.

Diğer taraftan iftar etmeden iki veya daha fazla günü aradaki gecesi ile birlikte oruçlu geçirmek de (savm-ı visâl) İslâm’ın oruç anlayışına uymadığı için mekruhtur. Arefe günü ve öncesinde oruç tutulması genelde sünnet ise de hac ibadetini îfâ edenler için sıkıntı sebebi olacaksa mekruh görülmüştür.

6.Haram Oruç

Ramazan bayramının ilk günü ve kurban bayramının dört günü oruç tutmak, Müslümanların bayramına katılmamak, ona karşı çıkmak şeklinde değerlendirilir. Bunun için İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre o günlerin oruçlu geçirilmesi haramdır. Hanefî mezhebindeki hâkim görüşe göre ise bu günlerde oruç tutulması tahrîmen mekruhtur.

Oruca Niyet ve Niyetin Vakti

Bir fiilin ibadet sayılması ve ondan sevap kazanılması için ibadet niyetiyle yapılması gerekir. Oruçta da belirtilen süre içinde ilgili yasaklara uymak, ancak Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla yapılırsa oruç kabul edilir. Bir kimse oruç niyeti olmaksızın belirtilen sürelerde oruç yasaklarına tesadüfen veya başka bir gaye ile uymuş olsa, oruçlu sayılmaz. Niyet, bir işe kesin karar vermektir. Niyette önemli olan kalben buna karar vermiş olmaktır. Ayrıca dil ile söylenmesi şart değildir. Buna rağmen genellikle dil ile de söylenir.

Dinî günlerin tespitinde kullanılan kamerî takvime göre gün, güneşin batımı ile başlar ve önce gece sonra gündüz olur. Güneşin batttığı andan itibaren imsâk vaktine kadar, başlayan günün orucuna niyet edilir. Oruca imsâkten önce niyet edilmesi, oruç yasaklarını başlatmaz Dolayısıyla bir kimse erkenden de niyet etse imsâk vaktine kadar yiyip içebilir. Yapılan niyetten imsâkten önce vazgeçmek mümkündür.

Bazı oruçlara –imsâkten sonra orucu bozan herhangi bir iş yapmamış olmak şartıyla- oruçlu geçirilecek sürenin yarısı dolmadan da niyet edilebilir. Ramazan ayı orucu, günü belli edilerek adanmış (mukayyet adak/nezir) oruç ve nâfile (sünnet de dâhil) oruçlar bu gruba girer. Bu oruçlara niyet edilirken ayrıca onun hangi oruç olduğunun belirtilmesi de gerekmez, oruca niyet edilmesi yeterlidir. Ramazan orucunun kazâsı, günü belli olmayan (mutlak) adak orucu ve keffâret oruçlarında ise imsâkten önce niyet edilmesi şarttır. Ayrıca bunlarda niyet esnasında hangi oruca niyet edildiğinin de belirlenmesi gerekir. Niyet konusunda Hanefî mezhebine ait bu ayırımda oruç tutulan günün Allah veya oruç tutacak şahıs tarafından daha önceden o oruç için belirlenmiş olup olmaması etkili olmuştur. Şâfiî mezhebine göre farz oruçlara ve adak oruçlarına imsâkten önce niyet edilmesi şarttır fakat sünnet/nâfile oruçlara günün yarısından önce niyet edilebilir.

RAMAZAN ORUCUNUN FARZ OLUŞU VE DELİLLERİ

Müslümanlar ramazan ayını oruçlu geçirirler. Bu ayın oruçlu geçirilmesinin farz olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği (icmâ) vardır. Onların bu görüşü ayet ve hadislere dayanır. Orucun farz olduğu Bakara sûresinin 183. ayetinde bildirilir: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı”. Bu ayette zamanı açıkça belirtilmeden orucun farz olduğu ifade edilir. Aynı sûrenin 185. ayetinde ise onun zamanının ramazan ayı olduğu belirtilir: “Ramazan, insanlar için bir rehber olan, ayırt edici ve yol gösterici açık deliller ihtiva eden Kur’ân’ın indirildiği aydır. O aya yetişen onu oruçlu geçirsin”.

Hz. Peygamber de ramazan orucunun, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu dile getirir. Namaz, zekât ve hac ile birlikte ramazan orucunun da dört temel ibadetten biri olduğunu açıklayan hadis bir çok kaynakta yer alır: “İslâm beş şey üzerine kuruldu: Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şahitlik etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, haccetmek ve ramazanda oruç tutmak” (Buhârî, “İman”, 1; Müslim, “İman”, 19–22.).

Bir gün yeni Müslüman olmuş birisi Hz. Peygamber’den, Müslüman olarak yapması gereken temel sorumlulukları öğrenmek istemiş ve bu arada farz olan orucu da sormuştur. Hz. Peygamber de bu soruya “Ramazan ayındaki” diye cevap vermiştir (Buhârî, “Savm”, 1).

RAMAZAN ORUCUNUN FARZ OLMASININ SEBEBİ VE AYIN GÖRÜLMESİ (RÜ’YET-İ HİLAL) MESELESİ

Diğer ibadetler gibi oruç da Allah’ın emri olduğu için farzdır. Bu manada ramazan orucunun farz olmasının sebebi, Allah’ın onu emretmiş olmasıdır. Fakat fıkıh usûlünde “sebep” kelimesinin özel bir anlamı vardır. Buna göre sebep, Allah veya Peygamber tarafından bir hükmün varlığına alâmet olmak üzere tespit edilip açıklanan zâhir durumdur. Bir vakte bağlı olan ibadetlerde o vaktin girmesi aynı zamanda o ibadet yükümlülüğünün doğmasının sebebidir. Buna göre ramazan orucunun sebebi de ramazan ayının başlamasıdır. Ramazan ayının başlaması, bu aya ait hilalin doğması ile belli olur. Dinî günlerin tespitinde gökyüzündeki ayın hareketleri esas alınır. İlk gün küçük bir hilal şeklinde kısa bir süre görülen ay, günden güne büyüyerek ve görülme süresi de uzayarak ayın ortasında dolunay halini alır. Bundan sonra tekrar küçülmeye başlar ve bazen 29 bazen de 30 gün sonra yeni hilal görülür.

Ramazan orucuna bu aya ait yeni hilalin görülmesiyle başlanmasını ve bir sonraki ay olan şevval hilalinin görülmesiyle de bayram yapılmasını emreden hadisler vardır (Buhârî, “Savm”, 11; Müslim, “Sıyâm”, 3–20). Hz. Peygamber (s.a.) zamanında ve onu takip eden ilk asırlarda ayın bu hareketi gözle izlenirdi. Bu izlemeye göre ramazan ayı başlayınca oruç tutulur ve şevval ayı başlayınca da oruca son verilir, bayram yapılırdı.

Hz. Peygamber zamanındaki bu uygulamanın fıkha yansıması özetle şöyle olmuştur: Ramazandan önceki ay olan şaban ayının 29. gününün sona erdiği akşam yeni ayın doğup doğmayacağı gözle izlenir. Eğer yeni ay görülürse ramazan ayı girmiş sayılır ve o gece terâvih namazına, imsâkten itibaren de oruca başlanır. Yeni ay görülmezse ertesi günü şaban ayının otuzu kabul edilir ve sonraki gün oruca başlanır. Aynı işlem ramazanın 29. gününün sonunda da yapılır ve bunun sonucuna göre o seneki ramazan ayının 29 veya 30 gün olduğuna karar verilir. Gözlemi herkes yapabilir fakat bunun sonucunun karara dönüşmesi Müslüman toplumun en üst temsilcisinin (devlet başkanı) onayı ile olur. Bu onay için gökyüzünün berrak olduğu zamanlarda hilalin bir iki kişi tarafından görülmesi yeterli sayılmaz, çok sayıda kişinin görmesi şartı aranır .

Hava bulutlu ise ramazanın başlangıcında bir Müslümanın sonunda ise en az iki Müslümanın şahitliği aranır. Böylece Müslümanlar ramazana birlikte başlarlar ve yine birlikte bayram yaparlar. Günümüzde teknolojik imkanlar hayli gelişmiştir. Uzun yıllardır ayın ve diğer gök cisimlerinin hareketleri, çok çeşitli amaçlarla uzman kişiler tarafından ve teknolojiden yararlanılarak takip edilmekte, elde edilen sonuçlar ilan edilmektedir. Bu açıklamalarda yeni ayın fiilen doğuş zamanı (kavuşum/ictima anı) ile gözle görülebilecek hale geleceği zaman da ayrıca bildirilmektedir. Müslümanların bu tespit karşısındaki tutumlarının ne olacağı yani dinî günlerin ve vakitlerin tespitinde bu bilgileri kullanıp kullanamayacakları meselesi son zamanlarda Müslüman alimler arasında tartışılmaktadır.

Kimi ülkelerde uzmanların raporlarına dayanan takvimlere kimi ülkelerde çıplak gözle görmeye itibar edilmektedir. Türkiye’deki takvimler yeni ayın çıplak gözle görülebilecek hale geleceği an esas alınarak hazırlanmaktadır. Buna göre takvime esas alınan ölçüm ve hesaplamalar doğru olduğu takdirde yeni ayın belirtilen zamandan önce doğmaması gerekir. Buna rağmen kimi ülkeler yeni ayı, takvimde belirtilen bu günlerden önce gördükleri iddiasıyla ramazana başlamakta veya bayram yapmaktadır.

Bu durumda ya ölçümde ya da gözlemde bir hata akla gelebilir. İkisinde de hata yoksa ölçüm ile gözlem arasında bir farklılık meydana gelmemelidir. Bilindiği gibi güneşin veya ayın doğuş zamanı her yerde aynı değildir. Bazan ayın doğuş zamanı ile ilgili bu farklılık (ihtilâf-ı metâli) ramazanın başlangıcı konusunda bir günlük farka sebep olabilir. İslâm hukukçuları arasında eskiden beri tartışılan bir konu da yeni ayın bir ülke veya şehirde görülmesinin diğer şehirlerdeki Müslümanlar için geçerli sayılıp sayılamayacağı meselesidir. Zamanımızdaki iletişim imkanlarının ve ihtiyacı, dünyanın küçük bir köye dönüştüğü gerçeği karşısında bu tartışma eski önemini kaybetmiştir.

Ramazan ve bayram gibi vakitlerin Müslümanların kişisel ibadet hayatında olduğu gibi aynı zamanda onların ortak heyecanı bakımından da önemi vardır. Bilhassa bayramların birlikte yaşanması onların bu ortak heyecan ihtiyacını karşılayacak, aralarındaki birlik ve beraberlik, sevgi ve saygı bağlarını kuvvetlendirecektir. Bu sebeple Müslümanların çoğunluk teşkil ettiği ülkelerde, ramazana birlikte başlamak ve hep beraber bayram yapmak için onların temsilcisi durumunda olan resmî kurum veya devletin ilan ettiği ve halk tarafından da umumi kabul gören günlerin esas alınması, ferdî tercihlerin Müslümanlar arasında huzursuzluk vesilesi yapılmaması tavsiye edilir. Hz. Peygamber’in de ramazan ve kurban bayramlarını Müslümanların ortak heyecanla geçirmelerini istediği anlamına gelen sözleri vardır (Tirmizî, “Savm”, 78; İbn Mâce, “Sıyâm”, 9).

ORUCUN RÜKNÜ, ŞARTLARI VE MÜSTEHAPLARI

Oruç Allah için tutulur. Bir kimseye orucun farz olması ve tutulan orucun Allah tarafından kabul edilmesi için onda olması gereken birtakım şartlar vardır. Bunlardan bir kısmı olmazsa oruç farz olmaz, bir kısmı olmazsa da oruç tutulmamış sayılır. Müslüman ibadetlerini ve ibadet dışı davranışlarını en iyi şekilde yapmaya çalışır. Orucun mükemmel olması veya mükemmele yaklaşması için istenen bazı davranışlar vardır. Bunlar da orucun müstehapları olarak anlatılacaktır.

Orucun Rüknü

Orucun rüknü, oruçlunun oruç için belirlenen süre içinde oruca aykırı davranışlardan uzak durmasıdır. Bunun için onun özetle cinsel ilişkiden uzak durması ve vücudunun içi hükmünde sayılan kısmına özellikle ağız, makat gibi doğal kanallardan herhangi bir şey girmemesi gerekir. Buna aykırı davranışlar orucu bozar.

Vücuda giren şeyin doğal kanallardan (menfezlerden) girmesi esas alınır, derinin gözeneklerinden girenler orucu bozmaz. Boğaz, en önemli doğal giriş kanalıdır. Gıda ve tedavi maddeleri büyük ölçüde boğaz kanalıyla vücuda girer. Burun, kulak, anüs vb. kanallar da vücudun içine açılan diğer doğal kanallardır ve buralardan girecek maddeler de orucu bozar.

Ayrıca doğal kanallar dışından mesela vücutta açılan bir yaradan içeriye giren veya iğne vasıtasıyla vücuda verilen ilaçların yahut başka maddelerin, rüknüne aykırı olduğu için orucu bozup bozmayacağı tartışılmıştır. Bu konuda ileride “Oruç ve Tedavi” başlığı altında bilgi verilecektir.

Orucun Şartları

Orucun insana bir yükümlülük olarak farz olması, farz olan bu orucun içinde bulunulan zaman diliminde tutulmasının (edâ) farz olması ve tutulan orucun geçerli (sahih) olması için birtakım şartlar vardır. Şimdi bunları ayrı ayrı ele alacağız.

1. Orucun Farz Olmasının Şartları

Daha önce hangi oruçların farz olduğunu açıklamıştık. Bunlar akıllı ve bâliğ (ergin) Müslümanlara farzdır. Dolayısıyla orucun farz olmasının üç şartı vardır: Akıllı, bâliğ (ergin) ve Müslüman olmak.

Oruç çocuklara yani bâliğ olmayanlara farz değildir. Fakat çocuklar bâliğ olmadan önce namaz gibi oruca da alıştırılırlar. Böylece bâliğ oldukları zaman birden hiç tanımadıkları ve hayli sabır isteyen bir ibadetle karşılaşmamış olurlar, psikolojik olarak kendilerini bu ibadete hazır hissederler. Bu alıştırma esnasında çocuğun fizyolojik ve psikolojik durumu dikkate alınmalı, oruçtan korkması ve nefret etmesi değil, orucu sevmesi sağlanmalıdır. Bir çocuk ramazan ayı içinde bâliğ olmuşsa veya bir gayri müslim Müslümanlığı kabul etmişse o anı izleyen ilk imsâk vaktinden itibaren oruca başlaması gerekir.

Akıl sağlığı olmayan delilere oruç farz değildir. Fakat akıl sağlığı geçici olarak bozulan ve ramazanın bir kısmında aklî dengesi bozuk (deli) durumunda olanların daha sonra bu günleri kazâ etmeleri gerekip gerekmediği konusunda farklı görüşler vardır.

Hanefî mezhebine göre geçici delilik hali ramazan ayının tamamını kaplıyorsa bu şahıs, o seneki ramazan orucu ile yükümlü değildir. Fakat bu hal ramazanın tamamını kaplamıyorsa tutamadığı o günlerin orucunu daha sonra kazâ etmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise delilik müddeti ramazanın tamamını kaplamasa da bu haldeki günlerin kazâsı gerekmez. Baygınlık hali her iki mezhebe göre de bir tür hastalık kabul edilir ve ramazanın tamamını kaplasa da o günlere ait oruçların kazâ edilmesi gerekir.

İslâm dünyasında yaşamayan ve sonradan Müslüman olan şahsa ramazan orucunun farz olması için ayrıca orucun farz olduğunu da bilmesi gerekir. Eğer orucun farz olduğunu bilmiyorsa Müslüman olduktan sonraki ramazan ayından itibaren değil bunu öğrendiği anı izleyen ramazan ayından itibaren oruç mükellefi olur ve geçen günlerin orucunu kazâ etmez. Ama İslâm dünyasında yaşarken Müslüman olmuşsa ramazan orucunun farz olduğunu bilmemesi bir mazeret sayılmaz ve bilmese bile Müslüman olduktan sonraki tutmadığı ramazan oruçlarını kazâ eder.

2. Orucun Edâsının Farz Olmasının Şartları

Orucun edâsının yani farz olduğu günde tutulmasının farz olması için o şahsın ayrıca sağlıklı ve mukîm (seferî değil) olması gerekir. Ramazan orucu hasta veya sefer halinde olanlar için de bir yükümlülük olarak farzdır. Fakat bunlar o halde iken oruç tutmayabilirler ve bu durum, onlar için farzı yapmamak olarak değerlendirilmez. Onlar gününde tutamadıkları oruçları daha sonra kazâ ederler. Burada sağlıklı olmak, genel bir kavram olarak kullanılmaktadır. “Oruç tutmamaya izin veren haller” başlığı altında açıklanan ve insan hayatını az-çok tehdit eden diğer durumlar da bu kavram altında düşünülmelidir.

3. Orucun Geçerli (Sahih) Olmasının Şartları

Orucun geçerli (sahih) olmasının şartları da niyet etmek ve kadınlar hakkında ay halinde ve loğusalık halinde olmamaktır. Bir kimse oruç niyeti olmadan bütün gününü aç, susuz ve cinsel ilişkiden uzak geçirse oruç tutmuş sayılmaz.

Niyet konusunun ayrıntıları daha önce “Oruç Çeşitleri ve Niyetleri” başlığı altında anlatılmıştı. Âdet gören kadınların bu halde iken oruç tutmaları farz değildir ve bu esnada orucun bütün şartlarına uysalar bile oruç tutmuş sayılmazlar. Doğum yapmış ve loğusalık hali devam eden kadınlar da aynı durumdadır. Bu konu “Oruç Tutmaya Engel Olan Haller” başlığı altında tekrar ele alınacaktır.

Orucun Sünnetleri ve Müstehapları

Tutulan orucun Allah katında daha değerli, mükemmele daha yakın olması için oruçlunun rükün olarak ifade edilen asgari ölçülere ek olarak bazı davranışlar sergilemesi beklenir. Bunları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:

1-Sahuru geç, iftarı erken yapmak. Sahur yemeği yemek ve bunu imsâk vaktine yakın zamanlarda yapmak, akşam olunca da iftarı geciktirmeyip vaktinde iftar etmek sünnet ve müstehaptır. Hz. Peygamber “Sahur yeyin; sahurda bereket vardır” buyurur (Buhârî, “Savm”, 20; Müslim, “Sıyâm”, 45). Sahur yemeği doktorlar ve beslenme uzmanları tarafından da ısrarla tavsiye edilmektedir

2-Sadaka vermek. Toplumun yoksul kesimiyle ilgilenmek, onların ihtiyaçlarını gidermek sevaptır. Oruçlunun bu davranışı orucuna ayrı bir anlam katar.

3-İftar yemeği vermek. Yoksul olsun olmasın oruçlulara iftar yemeği vermek tavsiye edilir. Hz. Peygamber “Kim bir oruçluya iftar ettirirse ona o oruçlunun sevabı kadar sevap olur. Bu, oruçlunun sevabından hiç bir şey de eksiltmez” buyurur (Tirmizî, “Savm”, 82; İbn Mâce “Sıyâm”, 45). İhtiyaç sahiplerine ulaşmak ve onlara iftar vermek daha da faziletlidir.

4-Hurma veya su ile iftar etmek, iftarda dua etmek. Hz. Peygamber’in, iftarda hurmayı tercih ettiği, yoksa su veya mevcut olan başka gıda maddeleri ile iftar ettiği bilinmektedir (Buhârî, “Savm”, 33, 43-45; Müslim, “Sıyâm”, 52-53; Ebû Dâvûd, “Savm”, 21).

5-Nâfile namaz kılmak, çokça Kur’ân okumak, istiğfarda bulunmak. Hz. Peygamber ramazan ayında diğer aylardan daha çok nâfile namaz kılardı.

6-İ‘tikâf. Ramazanın bilhassa son on gününde i‘tikâfa girmek orucun sünnetlerindendir.

ORUÇ TUTMAYA ENGEL OLAN VE RAMAZAN ORUCUNU TUTMAMAYA VEYA BAŞLANMIŞ ORUCU BOZMAYA İZİN VEREN HALLER

Orucun geçerli olmasının şartlarından birisi eksik olduğu takdirde oruç fiilen tutulsa da geçerli olmaz. Bu eksiklik oruç tutmaya engeldir. Orucun edâsının farz olmasının şartlarından birisi eksik olduğu takdirde ise o günün orucu sonraya bırakılabilir. Şimdi bunlarla ilgili ayrıntıları açıklayacağız.

Oruç Tutmaya Engel Olan Haller

1-Ay hali (Hayız): Kız ve kadınlarda görülen ay hali (hayız, âdet) oruç tutmaya engeldir. Bir kız veya kadın bu hâlde iken oruç tutamaz. Tutsa bile dinen meşru sayılan oruç yerine geçmeyeceği için sonradan o günlerin yerine kazâ orucu tutması gerekir. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in, ay halinden sonra onlara orucu kazâ etmelerini emrettiğini, namaz konusunda ise böyle bir isteğinin olmadığını anlatır.

Tirmizî bu rivayetten sonra “Uygulama da böyledir. Ay halindeki kadının orucu kazâ edeceği, namazı kazâ etmeyeceği konusunda ilim ehli arasında bir ihtilaf da bilmiyoruz” der (Tirmizî, “Savm”, 68). Ay hali gün içinde oruçlu iken başlarsa o günün orucu bozulmuş olur ve daha sonra kazâ edilir. Böyle birisinin günün kalan kısmını oruçlu olarak geçirmesine gerek yoktur, yiyip içebilir. Gün içinde âdeti sona eren kadının ise günün kalan kısmını oruçlu gibi geçirmesi gerekir. Yalnız bu yasağa uymamaktan dolayı ayrı bir kazâ gerekmez.

2-Doğum sonrası hal (Nifas): Doğum yapan kadın (nüfesâ) oruçlu ise orucu bozulur ve nifas (loğusalık) hali devam ettiği müddetçe oruç tutamaz. Tutamadığı bu orucu daha sonra kazâ eder.

Oruç Tutmamaya veya Orucu Bozmaya İzin veren Haller

Kur’ân’da ramazan ayında oruç tutmayı emreden âyetlerde hasta veya seferde (seyahat, yolculuk) olanlar bu hükümden istisna edilmiştir. İslâm dini, insandan gücünün yetmeyeceği veya onu önemli sıkıntılara düşürecek görevler istemez. İslâm’ın bu ilkesinden dolayı başta hastalık ve sefer olmak üzere ramazan ayında oruç tutmamaya izin veren bazı haller şunlardır:

1- Yolculuk (Sefer, seyahat): Başta namaz ve oruç olmak üzere yolculuğun bazı dinî hükümlerde değişikliğe sebep olacağı ayet ve hadislerde yer alır. Fakat hangi yolculukların ve seyahatlerin böyle değişikliğe sebep olan “sefer” kapsamında olacağı alimler arasında tartışmalı bir konudur. Daha önce namaz konusunda geçen açıklamalara göre “sefer” sayılan yolculuk ve seyahatler oruç tutmamak için bir mazerettir. Bu tanıma uyacak şekilde yolcu durumunda olanlar ramazan ayında oruç tutmayıp onu daha sonra kazâ edebilirler.

Hz. Peygamber ve ashâbının yolculuk esnasında bazan oruç tuttuğu bazan tutmadığı veya gruptakilerden bir kısmının oruçlu, bir kısmının oruçsuz olduğu şeklinde rivayetler vardır. Ramazanda yolcu olan bir Müslümanın zor olmayacaksa oruç tutması, önemsenecek derecede meşakkatli olacaksa tutmaması daha iyidir. Hz. Peygamber (s.a.) yolculuk esnasında sıkıntı çeken birisini görünce “Seferde oruç tutmak bir fazilet değildir” demiştir (Buhârî, “Savm”, 36).

2- Hastalık: Kur’ân-ı Kerim’deki ilgili ayetlerde (el-Bakara 2/184, 185) herhangi bir sınırlama getirilmeksizin hasta olanların oruçlarını daha sonraki günlerde tutacağı belirtilir. Fakihler buradaki hastalığı “oruç tutulduğu takdirde artacak veya iyileşmesi gecikecek yahut bir organın zarar görmesi neticesini doğuracak olan hastalık” şeklinde anlarlar.

Hasta olan birisi oruca hiç niyet etmeyebilir. Oruca başladıktan sonra gün içinde hasta olan da orucunu bozabilir. Oruç yükümlüsü, oruç-hastalık ilişkisi konusunda daha önceki tecrübelerine dayanabileceği gibi işinin ehli bir doktorun açıklamalarına da güvenebilir.

Hastalık sebebiyle oruç tutmayan veya orucunu bozan kimse, iyileşince geciktirmeksizin orucunu kazâ eder. İyileşme olmaksızın hastalık hali ölümle sonuçlanırsa bu günler için herhangi bir sorumluluk da yoktur.

3- Yaşlılık: Yaşlanmış, artık açlık ve susuzluğa dayanamayacak hale gelmiş kişiler oruç tutmak yerine her günün orucuna karşılık bir fidye verirler. Fidye, bir fakirin bir günlük yemek bedelidir (el-Bakara 2/184). Fidye olarak her gün için bir fakire yemek yedirmek de yemeğin bedelini vermek de câizdir.

Fidye bedeli genellikle ramazan ayında ilan edilen fitre (fıtır sadakası) ile aynı miktardadır. Kendisini yaşlılık sebebiyle artık oruç tutamayacak halde gördüğü için oruç tutmayıp fidye veren kimse daha sonra oruç tutacak hale gelse bundan sonra orucunu tutmaya başlayacağı gibi önceki değerlendirmesinin isabetsiz olduğu anlaşılmış olacağından tutmayıp fidye verdiği o oruçlardan da sorumlu olur. Çok yaşlı olmasa bile tedavisi mümkün olmayan ve oruç tutmaya engel teşkil eden bir hastalığı olan kimse de fidye verebilir.

4- Aşırı açlık veya susuzluk: Oruca başlamış bir insan akıl veya vücut sağlığına zarar verecek derecede açlık veya susuzluk hali ile karşılaşırsa orucunu açar ve daha sonra kazâ eder. Açlık veya susuzluğun sağlığına bu derecede zarar vereceğini bilen veya güvenilir bir doktordan öğrenen Müslüman oruca hiç başlamaz ve ileride bu durum geçince onu kazâ eder Böyle ciddi bir tehlike karşısında orucunu bozduğu için günahkar olmaz.

5- Hamilelik veya emzirme: Oruç, hamilenin kendisine veya karnındaki yavruya zarar verecekse o da hasta gibi kabul edilir ve ramazanda oruç tutmayıp sonra kazâ eder. Kendine veya başkasına ait bir çocuğu emziren kadın, oruç tuttuğu takdirde çocuk bundan zarar görecekse orucunu o ramazan ayında tutmaz, sonra kazâ eder.

6- Savaş hali: Ramazanda düşman karşısında savaşan bir Müslüman eğer oruç tuttuğu takdirde zayıf düşecekse o günlerde oruç tutmayıp sonra kazâ edebilir. Fiilen savaş başlamamış da olsa o gün başlayacağını biliyorsa bu durumda da oruç tutmayıp sonra kazâ edebilir.

7- Tehdit: Ölüm veya vücut organlarından birine ciddi manada zarar verme tehdidi altında orucunu bozması istenen şahıs, orucunu bozar ve sonra kazâ eder.

8- Ziyafet: Sünnet veya nâfile oruca başlayan birisinin sonra kazâ etmek üzere orucunu açmasının mubah olup olmadığı tartışmalı bir konudur.

Kimi âlimlere göre böyle bir oruca başlayan onu bozabilir ve sonradan kazâ etmesi de gerekmez. Sünnet ve nâfile ibadetlerin, başlandığı andan itibaren bu özelliklerini kaybedip vacip hale geldiğini düşünen Hanefî mezhebindeki hâkim görüşe göre böyle bir oruca başlayan, bir mazereti olmadan orucunu bozmamalıdır. Bu görüşe göre ziyafete davet edilmiş olmanın mazeret sayılıp sayılamayacağı da ayrıca tartışmalıdır.

Kimine göre bu, uygun bir mazeret iken kimine göre değildir. Kimine göre günün ilk yarısında (zevâlden önce) mazeret sayılırsa da daha sonra mazeret sayılmaz.

Bazıları davet sahibinin üzülecek olmasını dikkate alır ve oruca devam edip ziyafete katılmamak davet sahibini üzecekse bu bir mazerettir, der.

Farz veya vacip oruca başlayan birisinin ziyafet sebebiyle orucunu bozmasına ise izin verilmez. Buna rağmen bozarsa kazâ eder.

AKTİNDE TUTULMAYAN ORUÇLARIN KAZÂSI

Yukarıda açıklanan mazeretler dolayısıyla veya herhangi bir mazerete bağlı olmaksızın vaktinde tutulmayan ya da başlanıp bozulan oruçlar daha sonra kazâ edilir. Kazâdan maksat, tutulmayan gün sayısınca orucun daha sonra ramazan dışındaki günlerde tutulmasıdır.

Kazâ orucu için belli bir vakit yoktur. Ramazan bayramının birinci ve kurban bayramının ilk dört günü dışında senenin herhangi bir gününde kazâ edilebilir. Kabul edilebilir bir mazereti olmadığı halde ramazan ayında oruç tutmamak büyük bir günahtır.

Bunların hem oruçlarını kazâ etmeleri hem de tövbe edip Allah’tan af dilemeleri gerekir. Farz olan bir ibadetin vaktinde yapılmaması büyük günahtır. Bu günahtan sadece kazâ ile kurtulmak mümkün değildir. Hz. Peygamber “Bir kimse mazereti olmadan ve hasta da değilken ramazanda bir gün oruç tutmasa bütün zamanları oruçlu da geçirse bu, onun yerine geçmez” buyurur (Buhârî, “Savm”, 29).

Bir mazeretten dolayı orucu vaktinde tutamamış bir insan söz konusu mazereti sona erip onu kazâ fırsatı bulamadan ölmüşse oruç borçlusu olarak ölmüş sayılmaz ve bundan dolayı günahkar olmaz. Ama kazâ için fırsat doğduğu halde kazâ etmemişse oruç borçlusu olarak ölmüş olur. Kazâ oruçlarını, nasıl olsa vakti geçti deyip günlerin kısa, havaların serin olduğu mevsimlere bırakmak dürüstçe bir davranış değildir.

Bir insan, kazâ etmesi gereken oruçlarını kazâ etmeden yukarıda açıkladığımız mazeretler arasında sayılan “yaşlılık” dönemine girmiş olabilir. Bu durumda orada anlatılan bilgiler dahilinde hareket eder ve kaç gün kazâ borcu varsa o kadar fidye verir.

İnsanların, ibadetlerini sağlıklarında bizzat ve istendiği şekilde îfâ etmeleri esastır. Buna rağmen onların bir kısmını vaktinde îfâ etmeden ölmeleri de mümkündür. Bu ihtimale karşı bir tedbir olarak, kazâ borcu olan şahsın, kazâ orucunu tutamadan öldüğü takdirde, bırakacağı mirastan kazâ borcu kadar fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu durumda miras paylaşımından önce vasiyeti yerine getirilir.

ORUCU BOZAN, BOZMAYAN VE ORUÇLUYA MEKRUH OLAN ŞEYLER

Orucun rüknünü açıklarken oruçluya yasak olan fiillere genel olarak değinmiştik. Bu yasağa aykırı davranışlar orucu bozar ve bozulan orucun daha sonra kazâ edilmesi gerekir. Bu yasağın meşru bir mazeret olmadan ihlal edilmesi aynı zamanda günahtır ve bundan dolayı tövbe edip Allah’tan af dilemek de icap eder. Yasağa aykırı davranışlardan bazısı ağır ihlal olarak değerlendirilir ve o zaman bunlara ek olarak keffâret de gerekir. Bazan yapılan fiil, tam bir yasak ihlali sayılmaz ama oruçluya yakışmaz veya onu ihlal ortamına çekebilecek türden olur. Oruçlunun bunları yapması da mekruhtur.

Orucu Bozup Sadece Kazâyı Gerektiren Haller

Orucu bozup sadece kazâyı gerektiren hususları üç grup halinde ele alacağız: Yeme içme ile ilgili olanlar, cinsel hayatla ilgili olanlar ve diğerleri.

1. Yeme-İçme ile İlgili Olanlar

Beslenme veya tedavi amaçlı olarak kullanılması âdet olmayan bir şeyin ağız yoluyla alınması. Bu konuda örnek olarak zikredilen bazı maddeler şunlardır: Fındık, badem gibi kabuklu yiyecekleri kabuğu ile yutmak, yenilmesi âdet olmayan bir çekirdeği yutmak, taş yutmak, un yemek, hamur yemek, çiğ pirinç, tuz yemek, kağıt veya pamuk yemek. Eğer bir kişi bunlardan birini yemeyi âdet haline getirmişse ve onu zevkle yiyorsa onun yenmesi kazâ yanında aynı zamanda keffâret sebebi olur.

Hata ile bir şey yemek veya içmek. Hata ile unutmanın hükmü farklıdır. Mesela abdest esnasında ağzını çalkalarken istemediği halde boğazına su kaçan kimse hata ile su içmiş olur ve –eğer o sırada oruçlu olduğu hatırında ise- orucu bozulur. Boğazına kar veya yağmur tanesi kaçan oruçlu, bunu istemeye istemeye yutmak zorunda kalsa eğer o esnada oruçlu olduğunun bilincinde ise orucu bozulur. Bu gibi hata durumlarında orucun bozulmayacağını kabul eden görüşler de vardır (bk. İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 44, 50).

Vaktin giriş veya çıkışında yanılarak bir şey yemek veya içmek. Sahurda imsâk vakti girmedi veya akşam iftar vakti girdi zannederek yiyip içen ve daha sonra da bu konuda yanıldığını anlayan insan orucuna devam eder ve aynı zamanda o orucu kazâ eder.

Orucun bozulduğunu zannederek yiyip içmek. Unutarak yiyip içme orucu bozmaz. Bu hükmü bilmediği için orucunun bozulduğunu zannederek daha sonra bile bile yiyip içenin o günün orucunu kazâ etmesi gerekir. Bu konuda orucun bozulduğunu düşündüren davranışların hepsi aynı değerlendirilmez. Mesela dedikodu (gıybet) yaptığı için orucunun bozulduğunu zanneden ve bundan sonra yiyip içen kimse sadece kazâ ile değil aynı zamanda keffâretle yükümlü olur.

Dişler arasında kalmış nohut tanesi kadar artığın yutulması. İslâm âlimleri dişler arasındaki kalıntının az veya çok olmasını dikkate alırlar. Nohut tanesi kadar veya daha çok olanların orucu bozacağını söylerler. Ağza dışarıdan alınarak yutulacak bir madde ise susam tanesi kadar olursa orucu bozar.

Oruca imsâkten sonra niyet edenin keffâreti gerektirecek davranışı. Niyetin vakti konusunda anlatıldığı gibi bazı mezheplere göre imsâkten sonra yapılan niyet geçersizdir. Buradaki görüş ayrılığı ve o günkü orucun hiç başlanmamış olma ihtimali, orucu bozanın lehinde bir hafifletici sebep olarak değerlendirilmiş ve keffâret gerekmeyeceğine hükmedilmiştir.

2. Cinsel Hayatla İlgili Olanlar

Cinsel ilişki olmaksızın öpüşme, sevişme gibi hallerde boşalma (inzal) olması halinde oruç bozulur ve kazâsı gerekir. Mastürbasyon da (istimnâ) orucu bozar ve kazâyı gerektirir. Uykuda iken boşalan insanın orucu rüyasında bir cinsel ilişki hatırlasa da hatırlamasa da- bozulmaz. Dokunma olmaksızın karşı cinse şehvetle bakmak haram ise de bu bakma veya bu esnada boşalma orucu bozmaz.

3. Kazâyı Gerektiren Diğer Davranışlar

İsteyerek ağız dolusu kusmak. Oruçlunun isteği dışında kusmak zorunda kalması ve kusması halinde miktarı çok da olsa orucu bozulmaz. Ağız dışı yollardan besleyici veya keyif verici madde alınması. Bu konuda “Oruç ve Tedavi” başlığı altında geniş bilgi verilecektir. İçine duman çekmek. Herhangi bir dumanı içine çekmek veya kaçınması mümkün olduğu halde kaçınmayarak solumak orucu bozar. Çiçek koklamak bunlardan farklı değerlendirilir ve orucu bozmaz.

Tehdit altında oruç bozmak. Orucunu, dinen geçerli bir tehdit sebebiyle bozmak zorunda kalan kimse bozmanın şekli ne olursa olsun onun kazâsı ile mükellef olur, bu durumda keffâret gerekmez.

Orucu Bozup Hem Kazâyı Hem Keffâreti Gerektirenler

Ramazan ayında, günün orucuna niyet ederek başlamış olan erkek veya kadın, oruçlu olduğunu bile bile cinsel ilişkide bulunursa orucu bozulur ve kazâ yanında keffâret ile de mükellef olur. Bu konuda büyük ölçüde görüş birliği vardır. Keffâret, sağlığı yerinde olanlar için iki ay ara vermeden oruç tutmak, buna gücü yetmeyenler için ise altmış fakiri birer gün doyurmak şeklinde olur. Bu konuda ileride keffâretlerle ilgili ünitede geniş bilgi verilecektir.

Hanefî mezhebine göre aynı şartlar altında gıda veya tedavi amacıyla kullanılması âdet olan bir şeyi yiyen veya içene de kazâ ve keffâret gerekir. Sigara, nargile, enfiye gibi keyif verici maddelerin bile bile kullanılması da keffâret sebebi olarak kabul edilmiştir. Ramazan ayı dışındaki orucun bozulması veya ramazan ayında oruca niyet edilmemesi ve günün oruçsuz geçirilmesi keffâret sebebi değildir. Bu durumda kazâ gerekir ve oruç tutmama ya da onu bozma meşru bir mazerete dayanmıyorsa ayrıca tövbe edilir.

Orucunu keffâret gerektirecek şekilde bozan birisi aynı gün oruç tutmaya engel olan veya oruç tutmaya izin veren ve elinde olmayan (semâvî) bir mazeret ile karşı karşıya kalırsa keffâret düşer. Mesela orucu, keffâret gerektirecek şekilde bozulan şahıs aynı gün iftardan önce orucunu bozmasına izin verecek derecede hastalansa veya bu durumdaki kadın kendi müdahalesi olmadan âdet görse, doğum yapsa keffâret düşer.

Fakat kendi kendini yaralaması, hasta etmesi, yolculuğa çıkması keffâreti düşürmez. Aynı senenin ramazan ayında birden çok günde keffâret gerektirecek şekilde orucunu bozan bir insana her gün için bir keffâret mi gerekeceği yoksa  daha önce keffâreti yerine getirilmemişse- hepsi için bir keffâretin yeterli mi olacağı tartışmalı bir konudur. Hanefî mezhebinde daha doğru kabul edilen görüşe göre bu durumda bir keffâret yeterlidir. Keffâretin çeşitleri ve uygulanması hakkında “Yemin ve Keffâretler” ünitesinde bilgi verilecektir.

Orucu Bozmayan Fakat Mekruh Olan Davranışlar

Orucu bozulma tehlikesi ile karşı karşıya getirebilecek davranışlar mekruhtur, bunlardan kaçınmakta yarar vardır. Mesela abdest esnasında ağız çalkalanırken boğaz kısmının iyice ıslanması için aşırı hassasiyet gösterildiği takdirde suyun boğaza kaçma tehlikesi vardır. Öyleyse oruçlunun, ağzını çalkalarken boğazını tamamen ıslatmaya çalışması mekruhtur. Bu esnada boğaza su kaçarsa oruç bozulur. Burna su çekmedeki aşırı hassasiyet de aynıdır. Oruçluya mekruh olan diğer hallerin bir kısmı şöyle sıralanabilir:

1. Genç oruçlunun eşini öpmesi, kucaklaması, ona sarılması. Çünkü bu davranış orucun bozulmasına sebep olabilecek neticeler doğurabilir. Hz. Peygamber’in oruçlu iken eşini öptüğüne, öpmenin oruca zarar vermeyeceğini söylediğine dair rivayetler yanında genç birisinin, oruçlu iken eşine sarılma ile ilgili sorusuna bunu yasaklayıcı mahiyette cevap verdiğine dair rivayetler de vardır (Müslim, “Sıyâm”, 62–74). Genç olmasa bile nefsine hakim olamayacak kişiler de bu bakımdan genç hükmünde sayılır. Bu konuda daha ileri gidilerek çıplak halde sevişmek veya dudak dudağa öpüşmek ise yaşlı ve kendine güvenen kimseler için de mekruhtur. Dudak dudağa öpüşme bazı hallerde orucun bozulması sonucunu da doğurabilir.

2. Yemeği yutmadan sadece tadına bakmak. Bu durum eğer bir mazerete dayanmıyorsa mekruhtur. Kocası geçimsiz ve bu bakımdan anlayışsız olan bir kadının, yutmaksızın yemeğin sadece tadına, tuzuna bakması mekruh sayılmamıştır. Satın alınacak yiyecek maddelerinin yutulmaksızın tadına bakılması da eğer aldanma endişesi varsa mekruh değildir.

3. Şekersiz sakız çiğnemek. Ağızda dağılmayan şekersiz sakız çiğnemek mekruhtur. Ama sakız, çiğneme esnasında parçalanıyor ve bir kısmı boğazdan içeri gidiyorsa o zaman oruç bozulur.

4. Ağır işlerde çalışmak. Oruçlunun sağlığını bozacak veya kendisini zayıf düşürecek işler yapması mekruhtur. Eğer vücudu zayıf düşürecekse kan aldırmak da böyledir.

Oruçluya yakışmayan davranışlarda bulunmak. Gıybet ve dedi kodu yapmak, haset etmek, insanlarla kavga etmek, onlara hakaret etmek, sövmek, haram olan işler yapmak sadece oruçlu için değil herkes için yasaktır. Bu gibi olumsuz davranışlar oruçlu için ayrıca mekruhtur. Hatta bunlardan bazılarının oruca ciddî manada zarar verdiğini yani onu bozduğunu belirten ifadelere rastlamak da mümkündür.

Orucun Bozulmadığı Bazı Durumlar

Oruçluya mekruh olan davranışlar orucu bozmaz ama mekruhtur. Burada anlatacaklarımız ise orucu bozmadığı gibi mekruh da değildir.

1.Orucu bozan bir davranışı unutarak yapmak: Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen veya cinsî ilişkide bulunanın orucu bozulmaz. Hz. Peygamber “Unutup da yer içerse orucunu tamamlasın. Şüphesiz ona Allah yedirmiş ve içirmiştir” buyurmuştur (Buhârî, “Savm”, 26; Müslim, “Sıyâm”, 171).

2. İhtilam olmak veya cünüp olarak oruca başlamak: Oruçlu uyuyup ihtilam olsa orucu bozulmaz. İmsakten önce cünüp olan birisinin o haliyle oruca başlaması halinde de orucu geçerlidir. Bu durumdaki birisinin çok gecikmeden gusül abdesti alması tavsiye edilir.

3. Diş fırçalamak, misvak kullanmak: İslâm dini genel temizliğin bir parçası olarak ağız temizliğine de özen gösterir. Bu esnada boğazdan herhangi bir madde gitmediği takdirde oruç bozulmaz. Bu işlemin öğleden önce veya sonra olması, fırça veya misvakın ıslatılmış veya ıslatılmamış olması da fark etmez. Boğazdan gitmemek şartıyla macun da kullanılabilir.

4. Dişe veya ağza ilaç konulması: Ağza veya dişe konan ilacın kendisi boğazdan geçmedikten sonra sırf tadının boğazda hissedilmesi orucu bozmaz. Mesela ağrıyan dişe konan karanfilin tadı boğazda hissedilse bile kendisi boğazdan geçmezse oruç bozulmaz. Diş kanamasında tükürüğe karışan kan, eğer tükürükten az ise karışımın boğazdan geçmesi de orucu bozmaz.

5. Yıkanmak: Oruçlunun gusül maksadıyla veya başka sebeple yıkanması orucunu bozmaz. Boğazından su kaçmadığı takdirde denize veya havuza girmesi, yüzmesi de böyledir. Serinlemek maksadıyla ağzına, burnuna su alması, soğuk su ile yıkanması Ebû Hanîfe’ye göre mekruh sayılırsa da Ebû Yusuf bunun mekruh olmadığı kanaatindedir ve fetva da Ebû Yusuf’un görüşüne göredir.

6. Krem kullanmak, makyaj yapmak: Vücuda parfüm veya krem, yağ vb. maddeleri sürmek, makyaj yapmak, göze sürme çekmek, saç boyamak orucu bozmaz.

7. İstemeyerek toz veya duman yutmak: Tozlu, dumanlı bir ortamda bulunduğu için istemeyerek duman veya toz yutan, boğazına sinek kaçan insanın orucu bozulmaz

ORUÇ VE TEDAVİ

Daha önce açıklandığı gibi hastalık oruç tutmamak için izin (ruhsat) olarak değerlendirilmiştir. Ama hastalığın durumuna göre bu, iznin ötesinde bir mecburiyet halini de alabilir. Oruç tuttuğu takdirde sağlığı zarar görecek bir şahsın öncelikle tedavi ile meşgul olması, sağlığına kavuştuktan sonra tutamadığı oruçları kazâ etmesi isabetli olur.

Diğer taraftan bazı hallerde oruç, uygulanan tedavi programını aksatmayabilir veya oruç dikkate alınarak yapılacak bir tedavi programı ile de hasta, sağlığına kavuşabilir. Bu durumda kullanılacak ilaçların ve tedavi yönteminin oruca etkisinin bilinmesi gerekir. İslâm âlimleri geçmişten günümüze ilaçların ve tedavi metotlarının oruca etkisini değerlendirmişlerdir.

Bu değerlendirmede Hz. Peygamber’in ve ashabının açıklamaları yanında yaşadıkları zamanın bilgi ve tecrübe birikiminin de katkısı vardır. Konu günümüzde ele alınırken eskilerin görüşleri yanında çağdaş tıp biliminin verilerinden de yararlanma ihtiyacı vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 22/09/2005 tarihli toplantısında bu tarz bir çalışma sonucu bazı kararlar almıştır. Yer yer bu kararlara da işaret ederek konuyu şöyle özetlemek mümkündür

1. Ağız Yoluyla Tedavi ve Tıbbî Müdahale

Ağız yoluyla alınıp boğazdan geçen katı veya sıvı ilaçlar orucu bozar. Ancak ağız içerisine az miktarda ilaç damlatılması veya sıkılması, mesela dil veya damakta oluşan yaralara ilaç sürülmesi, dişe ilaç konulması, dişin doldurulması veya kaplanması orucu bozmaz. Çünkü bu uygulamalarda boğazdan herhangi bir madde ya hiç gitmez veya dikkate alınacak kadar bir miktar gitmez. Ağza konulan ilacın kendisi boğazdan geçmediği takdirde sırf tadının boğazda hissedilmesi orucu bozmaz.

Astım hastalarının ve benzerlerinin kullandıkları spreylerde ağza sıkılan ilacın bir kısmı ağız cidarı tarafından emilirken bir kısmı boğazdan nefes borusu yoluyla bronşlara ve akciğere gider. Mideye gitmeyen veya tükürükle karışarak bir miktar gittiği farz edilse bile dikkate alınacak bir miktara ulaşmayacağı bilinen bu tür ilaçların kullanılması orucu bozmaz.

Bu konuda farklı görüşler varsa da Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, bu tür spreylerin orucu bozmayacağı görüşünü benimsemiştir. Kurul tıp uzmanlarının bazı kalp rahatsızlıklarında krizi önlemek maksadıyla dil altına konulduğunu ve doğrudan ağız dokusu tarafından emilip kana karıştığını ifade ettikleri ilaçları da bu bilgiler ışığında aynı durumda saymış ve onların da orucu bozmayacağına karar vermiştir. Mideyi görüntülemek için yapılan endoskopi işleminde aletin boğazdan geçmesi oruca zarar vermez fakat bu esnada çoğu kere mideye su veya başka madde verilir ve bu durumda oruç bozulur.

2. Kulak, Burun veya Göze İlaç Damlatılması veya Sıkılması

Bu işlemlerin oruca etkisi değerlendirilirken konulan ilacın boğaza ve oradan da mideye geçip geçmeyeceği dikkate alınmaktadır. Günümüz tıp bilgilerine göre zarda yırtık olmadığı takdirde kulağa damlatılan ilaç boğaza gitmez.Burna damlatılan ilaç ve spreyler daha çok burun içinde emilir. Bunlarda çok az bir miktarı burun akıntısı ile boğaza gidebilirse de bu, orucu etkileyecek boyutta değildir. Göze damlatılan ilacın boğaza geçmesi için de aynı orucu bozmayacağı sonucuna varılmıştır. Önceki İslâm âlimlerinden nakledilen yaygın bilgi ise burna ve kulağa damlatılan ilacın orucu bozacağı, göze damlatılanın bozmayacağı şeklindedir.

3. Makat Yoluyla Tedavi ve Tıbbî Müdahale

Fıkıh ve ilmihal kitaplarında makattan verilen ilacın orucu bozacağı belirtilir. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun ilgili kararında ise makattan verilen fitilin orucu bozmayacağı sonucuna varılmıştır. Aynı kararda lavman yaptırmak farklı değerlendirilmiş, bu esnada bağırsaklara verilen su orada bağırsaklar tarafından emilecek kadar bir süre kaldığı ya da bağırsaklara gıda özelliği taşıyan bir sıvı verildiği takdirde orucun bozulacağı ifade edilmiştir. Bağırsak görüntüleme yöntemleri için de aynı temel düşünceden hareket edilerek bu esnada su veya besin değeri olan bir sıvının bağırsağa verildiği takdirde orucun bozulacağı belirtilmiştir.

4. Cinsel Organdan Tıbbî Müdahale

Fıkıh kitaplarında ifade edilen hâkim görüşe göre kadın cinsel organının içine herhangi bir maddenin konulması orucu bozar, fakat erkeğin cinsel organının içine ilaç vs. damlatılması orucu bozmaz. Özellikle erkek cinsel organı ile ilgili görüş ayrılığı tartışılırken, ilacın bu yolla vücudun daha iç bölgelerine ulaşıp ulaşmayacağı konusundaki bilgi farklılığının hükmü etkilediği görülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgili kararında idrar yollarının tıbbî teşhis veya tedavi maksadıyla görüntülenmesinin, buralara ilaç verilmesinin orucu bozmayacağı ifade edilmiştir.

5. Anjiyo, Diyaliz, Anestezi

Sözü edilen kararda bu işlemlerin oruca etkisi tespit edilirken, bu esnada vücuda besin değeri olan bir sıvı verilip verilmediği dikkate alınmıştır. Sonuç itibariyle anjiyoda böyle bir sıvı verilmediği için orucun bozulmayacağı, bazı diyaliz çeşitlerinde de durumun aynı olduğu fakat bazılarında vücuda besin değeri olan sıvı verildiği ve bu son durumda orucun bozulacağı görüşü benimsenmiştir. Anestezide ise işlemin kendisinin orucu bozmayacağı fakat bilhassa bölgesel ve genel anestezide ayrıca vücuda serum verildiği, bu durumun ise orucu bozacağı belirtilmiştir.

6. İğne ile İlaç veya Serum Verilmesi, Aşı Yapılması

Vücuda doğal kanallar dışında deriden giren maddelerin oruca etkisi eskiden beri tartışılmıştır. Kimine göre vücuda tamamen giren ve dışarı ile irtibatı kalmayan her türlü madde mesela bir ok parçası bile orucu bozar. Konu zaman zaman komisyonlar tarafından ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 2005 tarihli kararında gıda ve keyif verici özelliği olan iğnelerin orucu bozacağı, diğerlerinin bozmayacağı ifade edilmiştir. Oruçlunun kan vermesi orucu bozmaz. Fakat oruçluyu zayıf düşürecekse mekruhtur. Oruçluya kan verilmesi ise orucu bozar.

7. Ciltteki Yaralara İlaç Konulması

Cilt üzerine veya ciltteki yüzeysel yaralara ilaç konulması, ilaçlı bant yapıştırılması oruca zarar vermez. Fakat bazı âlimler yaraya konulan ilacın karnın içine veya beyne ulaşmasını bundan istisna ederler. Onlara göre yaraya konulan veya sürülen ilaç, karnın içine (cevf) veya beyne (dimağ) ulaşırsa oruç bozulur.

ORUÇ VE İ‘TİKÂF

İslâm öncesi Mekke toplumunca da bilinen i‘tikâf, Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla sünnet vasfı kazanmıştır. İ’tikâf, Arapça’da tenha bir yerde kalmak, bir şeye bağlanmak gibi anlamları bulunan “‘akefe” fiilinden türetilmiştir ve kelimenin farklı türevleri Kur’ân-ı Kerim’de dokuz âyette kullanılmıştır. İslâmî literatürde i’tikâf, “Bir mescitte Allah’ın rızâsını kazanma niyetiyle bir süre kalmak” anlamında kullanılır ve farklı görüşlere göre bu tarife, kalınacak sürenin miktarı, mescidin mahiyeti ve orada kalan kişinin oruçlu olması gibi diğer unsurlar ilave edilir.

Hz. Peygamber çoğunlukla ramazan ayının son on gününde Mescid-i Nebevî’de i‘tikâfa girer, yani günün bütün saatlerini orada geçirirdi. Kendisine bu maksatla mescit içinde bir çadır kurulduğu, zorunlu ihtiyaçları dışında mescitten çıkmadığı bilinmektedir (Buhârî, “İ‘tikâf”, 1, 6–9; Müslim, “İ‘tikâf”, 1–6).

İslâm âlimleri i‘tikâfın hükmünü sünnet olarak tespit ederler. Ramazan ayının son on gününde sünnet (bazılarına göre sünnet-i kifâye), diğer günlerde müstehap diyenler de vardır. Bir Müslümanın adak yoluyla onu kendisi için vacip hale getirmesi de mümkündür. İ‘tikâfın asgari müddeti, i‘tikâf esnasında oruçlu olmanın gerekliliği, kadınların nerede i‘tikâfa girecekleri gibi konularda farklı görüşler vardır. Genellikle kabul edilen görüşe göre bir mescitte kalmanın i‘tikâf sayılması için asgari bir müddet yoktur ve bu esnada oruçlu olmak şart değildir. Dolayısıyla i‘tikâfa niyet ederek kısa bir an mescitte kalmak da bu sünnetin yerine gelmesi için yeterlidir. Hanefîler adak yoluyla vacip olan i‘tikâfı sünnet olanından ayırırlar. Onlara göre i‘tikâf adayan bir insanın en az bir gün oruçlu olarak mescitte kalması gerekir.

İ‘tikâfın sahih olması için ona niyet edilmesi ve guslü gerektirecek bir halin olmaması şarttır. İ‘tikâfa girilecek mescit, en azından içinde vakit namazları cemaatle kılınan bir mescit olmalıdır. Cuma namazı kılınmayan bir mescitte i‘tikâfa giren kişi, cuma namazı için en yakın câmiye gider ve bu durum i‘tikâfa zarar vermez.

İ‘tikâf niyetiyle bir mescitte bulunan kimse, oradan ancak tuvalet, abdest, gusül gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için çıkar ve bu ihtiyaçlarını giderince derhal geri döner. İ‘tikâfta bulunan kimse yeme, içme, uyku gibi ihtiyaçlarını mescidin içinde uygun bir yerde giderir. Bu esnada temizlik kurallarına riayet etmesi ve namaz kılanlara mâni olmaması tavsiye edilir. İ‘tikâfta konuşma yasağı yoktur ama yine de o, lüzumsuz konuşma ve gevezelikten uzak durmaya, günah olacak şeyler konuşmamaya her zamankinden daha fazla özen gösterir, zamanını daha çok ibadetle geçirir; namaz kılar, Kur’ân-ı Kerim okur, dua ve istiğfarda bulunur, Allah’ı hatırından çıkarmamaya çalışır.

Cinsel ilişki kesinlikle yasaktır ve bu yasağa aykırı davranmak i‘tikâfı geçersiz hale getirir. Çoğunluğa göre i‘tikâf konusunda erkeklerle kadınlar arasında önemli bir fark yoktur. Yalnız mescitte i‘tikâfa giren kadınların özel hallerinde mescitten ayrılmaları gerekir. Hanefîlere göre ise kadınların, kendi evlerinde namaz için tahsis ettikleri yerler varsa orada i‘tikâfa girmeleri daha iyi olup mescitte i‘tikâfa girmeleri mekruhtur.

ORUÇ VE FİTRE

Ramazan ayı boyunca oruç tutan Müslümanlar bu ay sona erip şevval ayı girince oruca son verirler ve bayram yaparlar. Arapça’da bu bayrama îdü’lfıtr (fıtr bayramı) denir. “Fıtr” (fıtır), oruçlu olmama halini ifade eder. Müslümanlar bu bayramda aynı zamanda sosyal içerikli bir malî ibadet olarak sadaka vermekle yükümlüdür. Bu gün ödenmesi gereken sadakaya sadakatü’l-fıtr (fıtır sadakası/fitre) veya zekâtü’l-fıtr (fıtır zekâtı/fitre zekâtı) denir. Bu manada dilimizde fitre kelimesi yaygınlık kazanmıştır. Abdullah b. Ömer’in anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.) kadın erkek her Müslümana, fıtır zekâtı (sadakası) olarak bir sâ‘ hurma veya arpa vermeyi farz kılmıştır (Buhârî, “Sadakatü’l-fıtr”, 1, 2; Müslim, “Zekât”, 12–16).

Fitrenin hükmünü İslâm âlimleri farz veya vacip terimiyle açıklarlar. Abdullah b. Abbas fitrenin, veren açısından ramazan boyunca tuttuğu oruç esnasında olabilecek birtakım eksiklikleri telafi edici, alan fakir açısından da yiyecek ihtiyacını giderici işlevine dikkat çeker (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 17; İbn Mâce, “Zekât”, 21). Tek başına bakıldığında miktarı itibariyle az gibi görülen bu sadakanın, geniş kesimler tarafından ödendiği takdirde ihtiyaçların giderilmesine azımsanmayacak katkıda bulunduğu, sevinç ve mutluluğun yaygınlaşmasına vesile olduğu görülür.

Kimlerin fitre vermekle yükümlü olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Genelde şer’î ölçülerle zengin yani temel ihtiyaçlarından fazla olarak nisap miktarı mala sahip olan Müslümanların fitre vermekle yükümlü olduğu kabul edilir. Yalnız zekâtta olduğu gibi bu malın nâmi (artıcı) olması ve üzerinden bir sene geçmesi şartı aranmaz. Bunun yanında bayram gün ve gecesi yetecek kadar temel gıda maddesine sahip büyük, küçük, kadın erkek her Müslümanın fitre vermekle yükümlü olduğu görüşü de vardır. Fitre vermekle yükümlü olan kimse, bakımlarından sorumlu olduğu şahısları da dikkate alarak kendisi ve onlardan her biri için bir fitre verir. Ergin şahıslar, fitrelerini verme konusunda bizzat sorumludurlar. Dolayısıyla aile reisi durumundaki erkek, eşinin ve ergin çocuklarının fitresini vermekle yükümlü değildir.

Buna rağmen eşinin ve beraber oturduğu ergin çocuklarının fitresini verecek olsa, onların yükümlülükleri düşer. Küçük çocuklarının fitresini vermek ise zaten onun sorumluluğundadır. Fitre verme yükümlülüğünün başlama anı, bayramın birinci günü sabahı imsâk vaktinin girmesidir. Bu yükümlülüğün, ramazanın son günü güneşin battığı anda başlayacağını, söyleyenler de vardır. Fitrenin yükümlülükte esas alınan bu vakitten önce ödenmesi câizdir. Özellikle ramazanın sonlarında bilhassa son iftar ile bayram sabahı arasında ödenmesi tavsiye edilir. Fitrenin bayram namazından önce verilmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.) fıtır sadakasının, insanlar bayram namazı için toplanmadan önce verilmesini istemiştir (Buhârî, “Sadakatü’l-fıtr”, 7; Müslim, “Zekât”, 22–23).

Fitreyi bayram namazından önce vermeyenler, mümkün olan en kısa zamanda vermeli ve bu gecikmeden dolayı ayrıca Allah’tan af dilemelidir.

Fitre olarak Hz. Peygamber zamanında verilen maddeler arasında buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzüm öne çıkar. Hanefî mezhebine göre fitre miktarının tespitinde bu maddeler esas alınır. Diğer görüşe göre ise bu maddeler, o günün Medine toplumunun temel gıda maddeleridir ve her bölgede orasının temel gıda maddesi esas alınabilir.

Verilecek miktar bunlardan herhangi birinden bir sâ‘ olarak ifade edilir. Yalnız Hanefîler verilecek miktarı buğdayda yarım sâ‘ kabul ederler. Sâ‘, aslında bir hacim ölçü birimidir ve günümüzdeki karşılığı hakkında farklı değerlendirmeler vardır.

Uygulamada bir sâ‘, yaklaşık üç kilo olarak hesap edilmektedir. Fakihlerin çoğunluğuna göre sözü edilen bu maddelerin aynî olarak verilmesi gerekir. Hanefî mezhebine göre ise aynî olarak verilmesi de bunların bedelinin para olarak verilmesi de câizdir.

Fitre, zekât alma hakkı olanlara verilir. Bunlar genelde temel ihtiyaçlarını karşılayamayan fakirlerdir. Zekât gibi fitre de fakir bile olsalar anne, baba, dede, nine gibi usûl hısımlarına ve evlat, torun gibi fürû hısımlarına verilmez.

Oruç – İslam İbadet Esasları 5.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir