Şiîlik II – İslam Mezhepler Tarihi 6.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Giriş

Müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa’nın en büyük kolunun İmâmiyye olduğu düşünüldüğünde, söz konusu fırkanın tarihte üstlenmiş olduğu rolün yanı sıra, günümüzdeki önemi daha iyi anlaşılır. Günümüzde Şîa teriminin ilk çağrışımının İmâmiyye olması da bu yüzdendir.

İran’ın dışında İmâmiyye’nin en güçlü olduğu ülke Irak’tır. Bu ülkenin nüfusunun yaklaşık %60’ının Şiî olduğu tahmin edilmektedir. Hatta Irak’ın, Necef, Kerbela, Samarra, Kâzımeyn gibi imam türbelerinin ve ziyaret merkezlerinin bulunduğu bir ülke olması hasebiyle İran’dan daha öncelikli bir konumda olduğu bile söylenebilir.

İran’da ise, sadece Meşhed’de, Şîa’nın on iki imamından sekizincisi olan Ali Rızâ’nın kabri bulunmaktadır. Lübnan’daki Şiîler ise ülkenin Müslüman nüfusunun yüzde 40-50’sini oluşturmaktadır. Kuveyt’in %24’ünün İmâmiyyye mezhebine mensup olduğu bilinmektedir. Suudi Arabistan’da ise, nüfusun ancak yüzde 4-6’sını teşkil etmekle birlikte, oldukça etkin bir Şiî toplum mevcuttur. Bahreyn’de Şiîler nüfusun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen, Sünnîler iktidardadır.

İMÂMİYYE ŞÎASI’NIN TEŞEKKÜLÜ VE TARİHÇESİ

İmâmiyye Şîası’nın Teşekkülü

İmâmiyye, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri, Peygamber’in tayini ve vasiyeti ile meşrû imam kabul eden ve böylece on iki imama inanmayı dinin aslına dahil bir rükün olarak görenlerin mezhebidir. Bugün Şîa denilince bu fırka anlaşılır (Fığlalı, 1983, s. 140).

Bu mezhebe, Hz. Peygamber’in vefatından sonra halîfe-imam olarak on iki imamı kabul ettiklerinden dolayı İsnâaşeriyye (on ikiciler/on iki imamcılar); imamlara inanmayı imanın şartlarından saydıkları için İmâmiyye; hem itikat hem de ibâdet ve muâmelatta İmam Cafer Sâdık’ın görüşlerine dayandıklarından dolayı Caferiyye; on ikinci imamın gelişini beklemeleri sebebiyle Ashâbu’l-intizâr (bekleyiciler) ve on ikinci imam için çokça kullanılan kâim (hayatta olan, var olan) ünvanına nisbetle Kâimiyye de denmiştir. Muhalifleri ise mezhebi, Râfıza ya da Râfiziyye diye anmışlardır.

Hz. Peygamber’in ölümündün sonra Emevî-Haşimî çizgisinde gelişen olaylar ve Emevîler’in iktidara gelişi, İmâmiyye’nin tarihinde ilk evreyi oluşturmaktadır. Hz. Ali taraftarları, onun vefatından sonra, Muaviye’nin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, önce Hasan, ardından da Hüseyin’in liderliği etrafında toplanmak istemişlerdi. Hz. Hüseyin’in ölümüne kadar kendi aralarında herhangi bir liderlik sorunu yaşanmamıştı. Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesiyle birlikte durum değişmiştir.

Özellikle bu hadiseden sonra, Hz. Ali ve Haşimî soyu etrafında, Emevîler’e karşı siyasî bir muhalefet oluşmaya başlamıştır. Fakat bir siyasî görüşü temsil eden, Şîa diye anılan ve başta Kufe olmak üzere önce Irak’ta yerleşen bu grubun dinî bir fırka olarak teşekkülü henüz gerçeklememişti. Hüseyin’in vefatını takiben muhtelif bölünmelerle karşı karşıya kalan Şîa’dan bir grup, Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn’i, babasından sonra ilim ve amel yönünden en üstün ve imâmet makamına en layık kimse olarak benimsemişti. Buradaki imâmet, dinî değil siyasi bir liderliği ifade ediyordu. Bir anlamda İmâmiyye’nin selefleri diyebileceğimiz; fakat İmâmiyye diye anılmayan söz konusu grubun düşüncesi bu şekilde teşekkül etmeye başlamıştır (Öz, s. 111-2).

Şiîliğin siyasî cephesinin dinî cephesinden daha önce teşekkül ettiği hususu, daha önce vurgulanmıştı. Siyasî teşekkül sürecine geldiğimizde, “…en erken Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Hâricîler’in dışında ne Sünnî ne de Şiî idiler; onlar sadece Müslümandılar… En önemlisi, Şiîlik’ten söz edebilmek için zarurî kavramlar olan nass, vasiyet ve imâmet fikirleri henüz ortaya çıkmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin’in şehadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede ıstılahî anlamı içinde doğmamıştı” (Fığlalı, 1993, s. 40). Kerbela’dan sonra ortaya çıkan Tevvâbûn ve Muhtar hareketleri, Şiîliğin doğuşunu hazırlayan olaylar olarak tarihteki yerlerini almıştır. Ancak bu hareketlerin de Şiî ve İmâmî bir hareket olduğunu söylemek, “fikir-hadise irtibatı” çerçevesinde düşünüldüğünde pek mümkün görünmemektedir (Onat, 2000, s.48).

Hicri birinci asrın son çeyreğine gelindiğinde ise, Ümeyyeoğulları- Haşimoğulları arasındaki iktidar yarışı, siyasî olmaktan çıkarılarak dinî bir veche kazanmaya başlamıştır. Buna göre, Haşimîler’in önderi olarak Hz. Ali’nin, Osman’dan üstünlüğü bir kenara bırakılarak, Ebubekir ve Ömer’den de üstün olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Diğer taraftan birinci asrın sonlarından itibaren, Haşimîler adına yönetimi ele geçirmeye çalışan birbirinden bağımsız ve çok merkezli gruplar oluşmaya başlamıştır.

Şîa’nın doğuş dönemi olarak adlandırılan bu devrede ortaya çıkan oluşumlara, “aşırı (ğulât) hareketler” veya “ilk Şiî hareketler” adı verilmiştir. Bunların başındaki Beyân b. Sem‘ân (ö. 119/737), Muğîre b. Saîd (ö. 119/737), Abdullah b. Muaviye (ö. 129/746) gibi şahsiyetler, Şiîliğin ve daha sonra İmâmiyye’nin esasları arasında yer alacak olan vasîlik, imâmet, nass ve tayin fikirlerini ortaya atmışlardır. Abbasîler’in iktidarı ele geçirmesiyle imâmet, Emevîler’le Haşimîler arasındaki bir mücadele alanı olmaktan çıkmış, Haşimîler’in bir iç meselesi haline dönüşmüştür. Artık Abbasoğulları- Alioğulları mücadelesinden söz edilmektedir. Alioğulları arasında da bazen Hasanî bazen de Hüseynî kollardan gelen değişik kişiler imâmet iddiasıyla Abbasî’lere isyan etmişler, yer yer birbirlerine de rakip hale gelmişlerdir.

Daha sonra İmâmiyye’nin istinad edeceği çizgideki ilk ciddi farklılaşma ve imâmet nazariyesi oluşturma teşebbüsleri, Cafer Sâdık döneminde ortaya çıktı. Hasanoğulları’nın Abbasîler’e karşı isyanları başarısız olunca, Hüseyinoğulları’nın önde gelenlerinden Muhammed Bâkır ve oğlu Cafer Sâdık, siyasetten tamamen uzak kalmayı, ilim ve ibadetle uğraşmayı tercih etmişlerdi. Siyasete doğrudan karışmaması nedeniyle Sâdık’ın ilmî faaliyetlerine Abbâsîler müsamaha gösteriyorlardı. Netice Sâdık’ın fikirleri etrafında,kelamî ve fıkhî meselelerle ilgilenen ve onlara aklî çözümler üretmeye çalışan bir halka şekillenmeye başladı. Bu halkanın içinde yer alanların tamamı, insicamlı bir bütünlük arzetmemekteydi. Birbirinden farklı düşünen kimseler, aynı halkada ilim öğrenmekteydi (Kutlu, s. 116).

Hişâm b.Hakem, yine İmâmiyye’nin öncüsü olduğu iddia edilen Mü’minü’t-Tâk’ı reddeden Risâle fî Redd-i Mü’mini’t-Tâk adında bir risâle yazmıştır. İmâmet konusu dışında birbirinden farklı görüşlere sahip olduğu bilinen bu kişilerin, sadece Ehl-i Sünnet’e ait kitaplarda değil, bizzat Şîa’nın kendi eserlerinde de zikredilmiş olması dikkat çekicidir (Uyar, 2000, s. 31-2).

İmâmiyye’nin imâmet nazariyesinin temel unsurlarından nass ile tayin, ilahî bilgiye sahip olma, ilahî alemden bilgi alma, günahsızlık (masûmiyet) ve imamların sayısının on iki olduğu fikri, Sâdık’ın döneminde henüz belirgin değildi. Sâdık’ın oğlu Musâ Kâzım döneminde ise imâmetin nass ve tayinle olduğu, vasîlik, imamın efdaliyeti ve masumiyeti, Ebû Bekir ve Ömer’den teberrî (red ve uzaklaşma), imâmetin erkek çocukların yaşça en büyüğüne ait olması, imâmetin kardeşten kardeşe geçmemesi, bedâ ve takiyye gibi meseleler tartışıldı. Musâ Kâzım’ın 183/799’da ölümünden sonra, onun imâmetini ileri sürenler, onun ölüp ölmediği konusunda üç ayrı gruba ayrıldılar. Bunlardan birincisi, onun öldüğünü kabul ederek imâmetin oğlu Ali Rızâ’ya intikal ettiğine inanan Kat‘iyye; ikincisi imâmeti Musâ Kâzım’da sona erdirip onun ölümsüzlüğünü ve kâim-mehdî olduğunu iddia eden Vâkıfe; üçüncüsü ise onun ölüp ölmediği konusunda bir karara varamayan gruptu (Bozan, s. 110).

Ali Rızâ döneminde İmâmiyye’nin öncülerinin büyük çoğunluğu, Musa Kâzım’ın öldüğünü ve ondan sonra imâmetin Ali Rızâ’ya geçtiği fikrini benimsemiştir. İmâmetin Hüseyinoğulları’ndan Ali Rızâ’nın soyunda devam edeceğine inanan Kat‘iyye grubu, daha sonraki İmâmiyye’nin alt yapısını oluşturacaktır. Bu arada adı henüz İmâmiyye olmamakla birlikte, tedricî bir gelişme kaydeden İmâmî Şiî düşünce, 2/8. asır ortalarında Hişâm b. Hakem’in katkılarıyla belirli bir şekle bürünecektir. Bu düşünce daha sonra Hüseynî soyda imamların sayısının on ikide dondurulmasıyla sonuçlanmıştır (Kutlu, s. 117).

Abbasî halifesi Memun’un, Ali Rızâ’yı veliaht olarak tayin etmesi, İmâmiyye’nin imâmet nazariyesinin teşekkülünde bir dönüm noktası olarak görülebilir. Çünkü Memun dönemi ve daha sonraki tartışmalar, Şiî imâmet nazariyesinin olgunlaşmasını ve İmâmiyye çizgisinin aşırı (ğulât) fırkalardan ayrılmasını ve daha mutedil bir yapı kazanmasını sağlamıştır.

Daha sonra İmâmiyye adını alacak Şiî kol, Ali Rızâ’nın imâmetini nasslar ve mucizeler ile ispata çalışırken, Ali Rızâ hicrî 203 yılında Horasan’da öldü. Bu sırada oğlu Muhammed Cevâd henüz yedi yaşında bulunuyordu. Bu durum söz konusu grubun saflarında yeni bir krize sebep oldu. Zira Allah’ın, Müslümanların liderliği için henüz küçük yaşta olan, yetki sahibi olmayan, kendi şahsî mallarında bile tasarruf hakkı bulunmayan ve üstelik şerîata göre mükellef sayılmayan bir çocuğu tayin etmiş olması makul değildi.

İşte bu sorun, teşekkül döneminde olan İmâmiyye’nin birçok yeni gruba ayrılmasına yol açmıştır. Cevâd yanlısı İmâmîler ise, imâmeti, peygamberliğin bir benzeri saydıkları ve tayinin Allah’tan geldiğini savundukları için, bu konuda Kur’ân’ın “Biz ona hükmü daha çocuk iken verdik” (el-Kehf: 12) ayetini delil olarak kullanmakta fazla zorlanmamışlardır.

İmam Cevâd’ın yaşının küçüklüğü problemi, oğlu Ali el-Hâdî döneminde bir kez daha ortaya çıkmıştır. Çünkü Cevâd vefat ettiğinde henüz yirmi yaşını bile doldurmamıştı. Ali el-Hâdî henüz yedi yaşında olduğundan, babası, bıraktığı mirası Abdullah b. el-Musâvir’e vasiyet etmiş ve onları reşit olunca oğluna devretmesini emretmişti.

Bu ise Şîa’nın şu sorgulamayı yapmasına sebep oldu: “Madem ki el-Hâdî babasının gözünde küçük yaşta olması sebebiyle malları, eşyayı ve nafakaları idare etmekten aciz bulunmakadır; öyle ise bu dönemde imam olan kimdir? Küçük bir çocuk nasıl imamlık yapabilir?”

Bu sorular daha önce İmam Rızâ vefat ettiği zaman bazı Şiîler tarafından Cevâd için de sorulmuştu. İmâmî yazarlardan Küleynî, Cevâd’dan sonra Şîa’nın başına gelen bu belirsizlik ve şaşkınlık halini bize tasvir etmekte, Şîa’nın büyüklerinin yeni imamın kimliğini tespit edemediklerini, yetkili kimseyi belirlemek amacıyla Muhammed el-Farac’ın yanında toplandıklarını, sonra tanınmayan bir kişinin gelerek İmam Cevâd’ın Ali el-Hâdî’ye vasiyet ettiğini haber verdiğini nakletmektedir (Küleynî, Kâfî, I, 324).

El-Hâdî ise, oğlu Seyyid Muhammed’in kendisinin halefi olduğunu ilan etmiş; ancak o, daha babası hayatta iken vefat etmişti. Bunun üzerine diğer oğlu Hasan el-Askerî’ye vasiyet etti. Ayrıca, babalarının vefatından sonra Hasan el-Askerî ile kardeşi Cafer b. Ali arasında imamet için bir rekabet ve mücadele yaşandı.

Askerî’nin, göz önünde olan bir oğlu bulunmadığı için kendisine bir halef tayin etmeden hicri 260 yılında Samarra’da vefat etmesi, ilahî kaynaklı imâmet zincirinin kıyamete kadar sürmesinin zorunlu olduğuna inanan İmâmiyye Şîası saflarında çetin bir krizin patlak vermesine sebep oldu.

Büyük bir kuşku ve belirsizlik baş göstermiş ve Askerî’den sonra imâmetinin seyir çizgisi (kimin imam olacağı) sorgulanmaya başlamış, buna verilen cevaplar sonucunda topluluk, Nevbahtî’ye göre 14, Kummî’ye göre 15 ve Mes‘ûdî’ye göre 20 gruba ayrılmıştır.

Şîa tarihçilerinin belirttiğine göre, Askerî’nin kardeşi Cafer b. Ali, ağabeyinin tüm mirasını ele geçirmeye çalışmıştı. Askerî’nin Medine’de bulunan annesi de Samarra’ya kadar gelerek vasiyet iddiasında bulunmuştu. Bu vasiyet iddiaları, mahkemeye kadar taşınacaktır.

Şîa tarihçileri şu bilgileri kaydetmektedir: İmam Askerî’nin Sakîl adında bir cariyesi vardı ve ondan hamile kaldığını iddia etmekteydi. Bu iddia üzerine miras taksimi durdurulmuş, Abbasi halifesi Mu’temid, Sakîl’i sarayına taşımış, hanımlarından, hizmetçilerinden bu cariyeye bakmalarını, sağlık içinde doğumunu yapması için gereken bütün ihtiyaçlarını karşılamalarını istemişti. Hamile olmadığının anlaşılması üzerine, Askerî’nin mirası annesi ile kardeşi Cafer arasında paylaşılmıştır (Tabersî, el-İhticâc, II, 79).

İmâmete kimin geçeceği, genel temayül olarak, önceki imamın en layık olana vasiyet etmesinin dışında bir yolla tespit edilmemiştir. Askerî’nin sağlığında kendisiyle imâmet konusunda mücadele eden kardeşi Cafer b. Ali, ağabeyinin çocuğunun olmaması ve birinin imâmetine ilişkin herhangi bir vasiyet veya işarette bulunmamış olmasından doğan boşluktan yararlanarak, imâmet iddasında bulunmuş ve Askerî’nin taraftarlarından bazıları, onun imâmetine inanmıştır.

Nevbahtî, Kummî, Küleynî, Müfîd, Tûsî, Sadûk ve el- Hur el-Âmilî tarafından belirtildiğine göre, Askerî’nin taraftarlarından bir grup da, tevakkuf görüşünü ileri sürmüş, buna bağlı olarak, imâmetin kesildiğini ve peygamberler arasındaki fetret devri benzeri bir dönemin geldiğini söylemişlerdir. Yine Kummî ve Nevbahtî’ye göre, başka bir grup, herhangi bir çocuk bırakmadan vefat etmiş olduğundan, Askerî’nin imâmetinin batıl olduğunu ve el-Hâdî’den sonra gerçek imamın, onun kardeşi Cafer olduğunu ileri sürmüştür.

Sonuç olarak, “imamın nassla tayini” ilkesinin benimsendiği ilk dönemdeki Şiîler arasında Hişam b. Hakem gibi İmâmî görüntüsü veren şahıslar olmasına rağmen, “on iki imam” şeklinde bir biçimlenme başlangıçta söz konusu değildi. Zira 260/874’de on birinci imam Askerî’nin ölmesi ve on ikinci imamın kaybolması iddiasına kadar, böyle bir oluşum gerçekleşmemiştir.

İmâmiyye-İsnâaşeriyye mezhebinin geliştiği siyasî ve fikrî hareketliliğin vuku bulması, hicri 290’lı yıllara kadar gecikmiştir. 4/10.asrın ikinci yarısında ise İmâmiyye İsnâaşeriyye akidesinin ılımlı Şiîlerce büyük ölçüde kabul edilmeye başlandığı ve bu arada rakip zümrelerin çoğunun da taraftarsız kalarak ortadan kalktıkları anlaşılmaktadır. İmâmî fikirlerin hicri 3/9. asrın sonlarına doğru ilanıyla birlikte, erken dönem Şîa tarihi, dönemin müelliflerince yeniden ele alındı ve son gelinen aşamada genel kabul görmüş inançlara uyumlu hale getirilmeye çalışıldı.

İmâmiyye Şîası’nın Tarihçesi

On İki İmam: On iki imamın her birinin isimleriyle anıldığı ilk rivayetin, Ali b. İbrahim el-Kummî’nin (ö. 307/919) Tefsîr’inde olduğu anlaşılmaktadır. Ali b. İbrahim, on iki rakamıyla ilgili bazı rivayetlere yer verdiği kitabının bir yerinde, Hızır’ın Hz. Ali ve oğlu Hasan’la karşılaştığında, onlara, on iki imamın her birinin ismini açıkladığı meşhur rivayeti gündeme getirmiştir.Rivayete göre Hızır’ın, Ali’ye dönerek ona, Hz. Muhammed’in vasîsi ve ümmetin halifesi olduğunu, daha sonra onun yerine geçecek haleflerinin sırasıyla Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Musâ b. Cafer, Ali b. Musâ, Muhammed b. Ali, Ali b. Muhammed, Hasan b. Ali ve son olarak da, zulüm ve zorbalıkla dolan yeryüzünü adalet ve doğruluğa kavuşturacak olan el-Kâim el Muntazar olduğunu söylediği ifade edilmektedir. Bu ve buna benzer rivayetlerden, on iki imam rivayetlerinin gaybetten önce de gündeme gelmiş olabileceği, ancak on iki imamın her birinin isimleriyle anıldığı rivayetlerin, ilk olarak hicri 290’lı yıllarda tedavüle girdiği anlaşılmaktadır. İmâmî rivayetlerin büyük bölümü Kum ve çevresinden çıktığı için, uzak bölgelere ulaşması hayli zaman almış olabilir. On iki imamla ilgili rivayetler, Küleynî’nin Usûlü’l- Kâfî adlı eseriyle karar bulmuştur. Küleynî ve kısmen de Ali b. İbrahim el- Kummî, kendilerine göre imamların sayısının şüpheye yer bırakmayacak şekilde on iki olduğunu her yönüyle ele almışlardır. Bu kitapta on iki imam teorisiyle ilgili bütün temel malzemeleri bulmak mümkündür. Aynı rivayetler daha sonra Numânî, Sadûk ve Tûsî gibi alimler tarafından tekrar kayda geçirilmiştir (Hakyemez, s. 187-192).

Durum bu merkezde olmasına rağmen, İmamiyye Şîası, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından imam olarak tayin edildiği iddiası ile yetinmeyip, Hz. Peygamber’in on iki imamı da bildirdiğine dair, Sünnî ve hatta ilk Şiî kaynaklarda yer almayan bir rivayetten söz eder.

Buna göre İmâmiyye, Hz. Peygamber’e vasîleri sorulduğu zaman, onun, “Ali kardeşim, vârisim, vasîm, benden sonra da her insanın velîsidir; sonra oğlu Hasan, sonra Hüseyin, sonra da Hüseyin evladından dokuz kişidir; Kur’ân onlarladır, onlar Kur’ânla; onlar, (cennetteki) havz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmazlar” buyurduğunu, hatta onları adlarıyla yazdığını söyler (Gölpınarlı, 1969).On iki imam, sırasıyla şu şahsiyetlerdir:

1- Ali b. Ebî Tâlib

Hz. Ali, Ehl-i Sünnet’e göre Hulefâ-i Râşidîn’in dördüncüsü, Şiîlere göre ise ilk imamdır. Hz. Peygamber’in amcazadesi ve kızı Fatıma’nın eşi olan Ali, hicretten yaklaşık 22 yıl önce, miladî 600 yılında, Ebû Tâlib’in oğlu olarak Mekke’de doğdu. Babasının aile fertleri kalabalık olduğu için beş yaşından itibaren hicrete kadar Hz. Peygamber’in yanında kalmıştı. Vahiy geldiğinde, henüz dokuz yahut on yaşında bir çocuk iken ilk inananlar arasına girmiştir.  Hicretten önceki hayatı hakkındaki bilgiler oldukça azdır. Hicret gecesini, müşrikleri oyalamak ve emanetleri ehline tevdi etmek üzere Hz. Peygamber’in yatağında geçirmiş ve onun evde bulunduğu kanaatini uyandırmıştı. Daha sonra Kuba’da Peygamber’e yetişmiştir (Öz., s. 115).

Cesaret, şecâat ve kahramanlığı ise, Hz. Ali’nin şöhretinin en azametli sayfalarını oluşturur. Hz. Peygamber’i öldürmeye gelen müşrikleri oyalamak ve yokluğunu gizlemek amacıyla Peygamber’in hicrete çıktığı geceyi onun yatağında geçirmesi bunun en önemli kanıtıdır. Bu ve benzeri sebeplerden Hz. Peygamber, Medine’ye hicretlerinden beş ay sonra, Muhacirlerle Ensâr arasındaki dayanışma ve muhabbeti sağlamlaştırmak için yaptığı kardeşlik tesisi (muâhât) sırasında, Hz. Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmiştir. Hicretin ikinci yılının son ayında da, kızı Hz. Fatıma’yı Hz. Ali’ye vererek, onu kendisine damat edinmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve adı doğmadan verilmekle birlikte ölü olarak doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Kulsûm adlı kız çocukları olmuştur.

Hz. Ali, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber başta olmak üzere neredeyse bütün gazvelere katılmış olmakla birlikte, Tebük gazvesinde Hz. Peygamber, onu ailesine ve işlerine bakmak için Medine’de bırakınca, münafıkların “Ali aşağı sayılarak, önemsiz görülerek geride bırakıldı” diye dedikoduları üzerine, Ali Peygamber’e yetişerek üzüntüyle söylenenleri nakletmiş; Hz. Peygamber de bunun üzerine şu karşılığı vermiştir: “Onlar yalan söylüyorlar. Ben seni arkamda kalanlara bakmak üzere Medine’de bıraktım. Sen Medine’ye dön; ailemde ve kendi ailende benim halifem ol. Ey Ali! Musâ’ya nisbetle Harun ne ise, sen de bana nisbetle o mevkide bulunmaya razı değil misin?. Fakat benden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, ancak peygamberlik derecesi bunun haricindedir.” Hz. Ali de bunun üzerine Medine’ye geri dönmüştür. Bu ve buna benzer rivayetlerden Şîa, Hz. Ali’nin imâmetine ilişkin bir takım çıkarımlarda bulunmasına rağmen, olayın meydana geliş şekli dikkate alındığında, bunun imâmetle ilişkisinin olmadığı anlaşılacaktır. Hz. Ali’yi, Resulullah’tan sonra insanların en üstünü olarak görüp, başta Ali olmak üzere, kendisinden sonra çocuklarını da imâmete en layık kişi olarak gören Şîa’nın, yukarıdaki rivayetlere ilave olarak, bu iddialarını desteklemek üzere naklettikleri en önemli olay, Ğadîr-i Hum vakasıdır.

Onlara göre, Peygamber, Vedâ Haccı’ndan Medine’ye dönerken, Ğadîr-i Hum denilen mevkide, Hz. Ali’yi, kendisine halife ve ümmete imam olarak tayin ettiğini açıkça bildirmiştir. Çünkü imâmet, Ehl-i Sünnet’in dediği gibi, ümmetin istek ve seçimine bırakılacak küçük işlerden değildir.

Şîa’nın pek önem verdiği Ğadîr-i Hum olayına kısaca temas etmek gerekebilir. Hz. Peygamber, Vedâ Haccı dönüşü konakladığı bu yerde, Şîa’ya göre, orada bulunanlara şu hitapta bulunmuştu: “Allah bana: ‘Ey Peygamber, sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun…’ (el-Mâide, 67) ayetini indirdi. Cebrail bana Rabbim’den şu emri getirdi: Ali b. Ebî Tâlib, benim kardeşim, vasîm, halifem ve benden sonra imamdır. Ey halk! Allah onu size velî ve imam olarak tayin etti; ona itaati herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mel‘ûn, saygı gösteren ise rahmete erecektir. Dinleyiniz ve itaat ediniz. Allah mevlânız, Ali de imamınızdır. İmâmet ondan sonra, kıyamete kadar, onun soyunda devam edecektir”. Bundan sonra Hz. Peygamber, Ali’nin elinden tutarak havaya kaldırmış ve “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” demiştir. Ehl-i Sünnet’e göre ise, yukarıda zikredilen ayet, bu vesile ile değil, çok daha önce nazil olmuştur ve üstelik Müslümanlardan değil, kafirlerden bahseden bir ayettir. Ayrıca Hz. Peygamber’in sözünü ettiği velâyet, Şiîler’in kastettiği anlamda kullanılmamıştır; çünkü Hz. Peygamber her Müslümanın velîsidir, dostudur. Hz. Ali ile olan münasebeti de böyledir. Diğer taraftan Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsennâ’ya yukarıdaki hadis hakkında sorulmuş; ama o, “ fakat bununla emirliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek istemiş olsa idi; bunu açıkça söylerdi. Çünkü Resulullah, Müslümanların en fasih olanıdır…” demiştir.

Hz. Ali’nin Mezhepler Tarihi açısından asıl önemli faaliyet dönemi, Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra başlar. Hz. Osman’ın öldürülmesini takiben halife seçilen ve sayıları binlerle ifade edilen katilleri cezalandırmada sıkıntıyla karşılaşan Hz. Ali, başlangıçta kendisini destekleyen Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’yle, istemeden de olsa Cemel’de karşı karşıya gelmiştir.

Hâsılı ister dinî, ister dünyevî hırs ve kızgınlıklar sebebiyle olsun, teşekkül eden karşı grup, İslam tarihinde Müslümanlar’ın ilk defa karşı karşıya gelmelerine ve binlerce Müslüman’ın kanının akıtılmasına sebep olmuştur. Cemel savaşının sonunda Muaviye’ye biat etmesi için elçi gönderen Hz. Ali, maalesef, bu ve daha sonraki uzun boylu yazışmalardan bir sonuç alamamıştır. Bütün bu iyi niyetlere rağmen Muaviye, Hz. Ali’ye biatı reddedip, Osman’ın intikamı adı altında siyasi gayelerini devam ettirmek suretiyle Müslümanlar’ın ikinci defa karşı karşıya gelmelerine neden olmuştur.

Sıffîn sonrası tahkim meselesinde ordusu içindeki müteaasıp bir grupla ters düşmüş ve Hâriciyye adını alan bu gruba mensup Abdurrahman b. Mülcem tarafından yaralanarak 19 veya 21 Ramazan 40/26 veya 28 Ocak 661 tarihinde vefat etmiş ve Kufe’de (Necef) defnedilmiştir. Emîru’l-mü’minîn, Aliyyü’l-Murtazâ, Ebû’l-Hasan, Ebû Turâb, Esedullahi’l-Gâlib gibi adlarla da anılan ve Şîa’nın tamamı tarafından Hz. Peygamber’den sonra imam olması gereken kişi olarak kabul edilen Hz. Ali, bütün Şiî mezheplerin imâmet silsilesinde ilk sıradadır (Fığlalı, 1984,s. 67-84).

2- Hasan b. Ali

Hz. Ali ve Fatıma’nın ilk çocukları olan Hz. Hasan, hicretin 3. yılında (625) Medine’de doğmuştur. Hayatında yüzden fazla evlilik yaptığı söylenmektedir ve bu yüzden ona mitlak (çok boşayan) denmektedir. Babası Hz. Ali’nin vefatı üzerine, bir rivayete göre aynı gün, bir rivayete göre de iki gün sonra, 37 yaşında iken Kufe’de gerçekleşen biatla hilâfet makamına geçmiştir.

Onun halife seçildiğini duyan Muaviye, üzerine bir ordu gönderdi. Kufelilerden oluşan ordusunun savaşmadaki isteksizliğini gören Hasan, bir kısım müzakerelerden sonra, bazı şartlarda Muaviye ile anlaşarak halifeliği ona devretti ve Medine’ye döndü. Rivayete göre Muaviye tarafından Yezid b. Muaviye ile evlendirilmek vaadi ile kandırılan hanımı Ca‘de tarafından 49/669’da zehirlenerek öldürüldü, Medine’de Bakî kabristanına defnedildi.

3- Hüseyin b. Ali

Resulullah’ın gözbebeği iki torunundan ikincisi olan Hz. Hüseyin, 5 Şaban 4/30 Aralık 628 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. Lakabı eş-Şehîd’tir. Hasan’ın ölümüne kadar ağabeyine tabi olarak, onun Muaviye ile yaptığı şartlara bağlı kalan Hüseyin, Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’e biat etmedi. Bununla birlikte, Kufe Şiîleri başta olmak üzere çok sayıda kabile lideri, Hüseyin’e yazdıkları mektuplarda, Emevîler’i devirmek için teşebbüse geçtiği taktirde kendisini kesin olarak destekleyeceklerini vaat ettiler.

Arkadaşları tarafından yapılan uyarılara rağmen bu çağrıya cevap veren Hüseyin, 61/680 Muharrem ayının aşûra (onuncu) gününde yanındaki az sayıdaki aile efradıyla birlikte Kerbela’da hunharca şehid edilmiştir. Kesik başı Halife Yezid’e ulaştırılmak üzere Şam’a gönderilirken, geri kalan nâşı yakındaki köylüler tarafından şehit edildiği yere defnedilmiştir.

Hüseyin’in başının nereye defnedildiği konusu ise ihtilaflıdır. Şîa ve çoğu Müslüman nazarında Hz. Hüseyin, zulme karşı direnişin bir simgesi haline gelmiştir. Bu sebepten hem tarihte ve hem de günümüzde onun adı etrafında oluşturulan etkinlikler, diğer imamlar için yapılanlardan daha ihtişamlıdır.

4- Ali b. Hüseyin Zeyne’l-Âbidîn

Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilen büyük oğlu Ali’den (Ali Ekber) ayırmak için Ali Asgar diye de anılan Ali b. Hüseyin’in lakabı, “ibadet edenlerin süsü” anlamında Zeynelâbidîn’dir. Babası Hüseyin, annesi de son İran hükümdarı Yezdcürd’ün kızı olan Şehribânû’dur. 5 Şaban 38/6 Ocak 659’da Medine’de doğmuştur. Hz. Hüseyin’in soyu Zeynelâbidin’den yürüdüğü için kendisine ayrı bir önem verilmiş ve Ebû’l-Eimme (İmamların Atası) olarak lakaplanmıştır. Kerbela vakası esnasında hasta olduğu için babası tarafından savaşa katılmasına izin verilmeyen Zeynelâbidîn, ailesinden sağ kalanlarla birlikte Şam’a, Yezid’in yanına gönderilmişti. Burada birkaç gün kaldıktan sonra Medine’ye dönmelerine izin verildi. O hayatının geri kalan kısmını Medine’de ilim, ibadet ve insanlara hizmetle geçirmiş, siyasete karışmamayı tercih etmiştir. Muhtar’ın ve Abdullah b. Zübeyr’in isyanlarına katılmayı reddeden Zeynelâbidîn, 94/712 veya 95/713 yılında vefat ederek, Medine’de Bakî kabristanına, amcası Hasan’ın yanına defnedilmiştir.

5- Muhammed el-Bâkır b. Ali Zeyne’l-Âbidîn

3 Safer 57/16 Aralık 676’da Medine’de dünyaya gelen ve İmâmiyye tarafından beşinci imam olarak kabul edilen Muhammed b. Ali, babası gibi siyasetten tamamen uzak kalmış ve kendisini ilme vakfetmiştir. Babasının ölümü üzerine, sükûnet politikası izleyerek, Emevîler’e karşı isyan etmek istikametindeki arzu ve düşüncelere karşı çıktığı gibi, dolaylı olarak da destek vermemiştir. Bu sebeple kardeşi Zeyd b. Ali’nin imâmet ve isyanla ilgili düşüncelerini tasvip etmemiş, ona bu konuda uyarılarda bulunmuştur. Şiî rivayetlerde Muhammed Bâkır, mezhebin dini ve hukuki öğretilerinin başlatıcısı ve oğlu Cafer Sâdık’la birlikte İmâmiyye Şîası’nın kurucusu olarak görülmektedir. Aynı kaynaklar Bâkır’ın, Ebû Hanîfe ile yaptığı tartışmalarda onu müşkil durumda bıraktığını kaydetmelerine karşın; Hanefî kaynaklar, Ebû Hanîfe’nin Bâkır’ın öğrencilerinden birisi olduğunu, onun da Ebû Hanife hakkında bir hayli iltifatkâr sözler söylediğini kaydederler. Tarihçilerin çoğunluğuna göre, 114/732 yılında Medine’de 57 yaşında iken vefat eden Bâkır, Bakî kabristanına defnedilmiştir.

6- Cafer es-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır

On iki imam arasında, literatürde kendisinden en çok bahsedilen kişi olan Cafer Sâdık, 80/699 veya 83/702 yılında Medine’de doğmuştur. Emevîler’in son, Abbasîler’in ilk dönemlerini idrak eden Sâdık, fikren uzlaşamadığı amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip öldürülmesinden sonra, hem siyasetten uzak kalması, hem de ilk iki halife hakkındaki görüşleri dolayısıyla, Abbâsîler’in kuşkularından büyük ölçüde kurtulabilmiştir. Suyutî, İmam Sâdık’ın “Ebû Bekir ve Ömer’i hayırla anmayan kimseden uzağım” dediğini nakleder. Kendisini dinlemek ve bilgi almak için gelenler arasında Ebû Hanife, Mâlik b. Enes, Vâsıl b. Atâ ve meşhur kimyacı Câbir b. Hayyân gibi simalar zikredilebilir. Cafer Sâdık, Şiîlerce, imamların en büyüğü ve özellikle Şiî fıkhını ve itikadını tedvin eden bir imam olarak görülür. Nitekim İmâmiyye Şîası, kendisinden fıkhî bir mezhep olarak bahsederken Caferiyye ismini kullanır. Sâdık’a, Şiî itikadını ve ibadetlerini belirleyen birçok görüş ile vaaz ve nasihatlar isnat edilmiştir. Bu arada birçok kitabının olduğu söylenirse de, bunların ona nisbetinin sıhhati oldukça şüphelidir. Sâdık, bütün rivayetlerin ittifakıyla, 25 Şevval 148/15 Aralık 765 tarihinde, Şiîler’e göre Halife Mansûr tarafından zehirlenmek suretiyle Medine’de vefat etmiş ve Bakî’de babası ve dedesinin yanında defnedilmiştir.

7- Mûsâ el-Kâzım b. Cafer es-Sâdık

İmâmiyye’ye göre yedinci imam olan Musâ b. Cafer, 7 Safer 128/8 Kasım 745 tarihinde, Mekke ile Medine arasındaki Ebvâ’da doğmuştur. Babasının vefatından sonra aslında Abbasîler’e karşı barışçı bir politika izleyen, daha çok ibadet ve takvaya yönelen Musâ Kâzım’ın takipçilerinin çoğalması, Halife Mehdî’yi kuşkulandırmış; bu sebeple onu Medine’den Bağdat’a getirterek bir süre hapsetmiş, isyan etmeyeceğine dair yemin aldıktan sonra da gönlünü alarak Medine’ye geri göndermiştir. Harun Reşîd’in halife olduğu 170/786 yılına kadar Medine’de kalan Musâ Kâzım, daha sonra değişik suçlamalara maruz kalarak yeniden Bağdat’a getirilmiş ve hayatının son dört yılını hapishanede geçirmiştir. Hapiste iken 25 Receb 183/1 Eylül 799 tarihinde vefat eden Kâzım, daha sonra torunu Muhammed Cevâd’ın da yanına gömülmesiyle Kâzımeyn veya Kâzımiyye adını alan Bağdat Kureyş mezarlığına defnedilmiştir.

8- Ali er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım

İmâmiyye’nin sekizinci imamı olan Ali Rızâ, 148/765 veya 153/770 yılında Medine’de doğdu. Hayatının büyük kısmını siyasetten uzak geçirmesine rağmen, 201/817 yılında Halife Memun tarafından Abbâsî tahtına veliaht tayin edildi ve Horasan’a getirildi. Ali Rızâ fazlaca yediği üzümün etkisiyle yahut Şiî kaynaklarda geçtiği üzere, yediği zehirli bir nar veya halifenin sunduğu nar suyunu içmesiyle hastalanır ve 29 Safer 203/5 Eylül 818 tarihinde vefat eder. Cenaze namazını bizzat Memun kıldırmış ve onu Tus şehrinin Senabâd köyüne, babası Harun Reşîd’in yanına defnetmiştir. Daha sonra bu yöre, Ali Rızâ’nın hatırasını yaşatmak için “şehâdet yeri” anlamında Meşhed diye isimlendirildi. Zamanla türbenin etrafında teşekkül eden külliye, tarihte ve günümüzde bir ziyaretgâh ve kültür merkezi olarak hizmet vermektedir. Meşhed, İran’ın büyük şehirlerinden birisidir.

9- Muhammed Cevâd et-Takî b. Ali er-Rızâ

İmâmiyye’nin dokuzuncu imamı olan Muhammed Cevâd, 195/810 tarihinde Medine’de doğmuştur. Ali Rızâ’nın vefatına çok üzülen Memun, onun soyuna karşı iyi niyet ve hüsn-ü alaka göstermeye devam etmiş; sekiz yaşında yetim kalan Muhammed’i kızlarından Zeynep ile 215/830 yılında evlendirmiştir. Memun’un yerine geçen kardeşi Halife Mu‘tasım, Medine’de kendinden önceki imamlar gibi ilim ve ibadetle uğraşarak sessiz, sakin bir hayat süren Muhammed’i Bağdat’a çağırır. Muhammed Cevâd, Bağdat’a varışlarından (220/835) sekiz-dokuz ay sonra, 30 Zilkade 220/25 Kasım 835 tarihinde eceliyle vefat eder ve Kâzımeyn’de dedesi Musâ Kâzım’ın yanına defnedilir.

10- Ali el-Hâdî en-Nakî b. Muhammed et-Takî

İmâmiyye’nin onuncu imamı olarak kabul edilen Ali en-Nakî 214/829 yılında Medine’de doğdu. Abbasî halifeleri Mu‘tasım ve Vâsık devirlerinde Medine’de oturan ve ömrünü zühd ve takva hayatı içinde ilim öğreterek geçiren Ali en-Nakî, Halife Mütevekkil devrinde, muhalifleri tarafından halifeye şikâyet edildiği için Bağdat’a çağırılıp, daha sonra Samarra’ya gönderilir. 254/868 yılında Samarra’da vefat eden Ali en-Nakî, oturduğu evde defnedilmiştir. Bazı rivayetler onun halife Mu‘tez veya Mu‘temid tarafından zehirletilerek öldürüldüğünü belirtmektedirler.

11- Hasan el-Askerî b. Ali en-Nakî

İmâmiyye’nin on birinci imamı olan Hasan el-Askerî, 232/846 yılında Medine’de dünyaya geldi. İki, üç yaşlarında, babasının ikamate mecbur edildiği Samarra’ya gelen Askerî, orada yetişmiştir. Abbasî yönetimi tarafından sıkı şekilde kontrol edildiğinden dolayı mensuplarıyla yeteri kadar temas kuramayan Askerî, Mu‘temid’in hilafeti sırasında, 8 Rebiulevvel 260/1 Ocak 874 yılında Samarra’da vefat etmiş ve babasının yanına gömülmüştür.

12- Muhammed el-Mehdî b. Hasan el-Askerî

İmâmiyye Şîası’na göre halen gaybet halinde bulunan, fakat gelecekte mehdî olarak ortaya çıkıp dünyada adil bir düzen kuracağına inanılan on ikinci imam Muhammed el-Mehdî, on birinci imam Askerî’nin, bir cariyeden doğduğuna inanılan oğludur. Sâhibu’z-zamân, el-Huccet, el-Kâim, el-Mehdî, el-Mehdî el-Muntazar, Mehdi’l-enâm ve Halef gibi lakaplarla da anılmaktadır. Hakkında daha fazla tarihi malumata sahip olmadığımız Muhammed Mehdî, İmâmiyye inancına göre, babası Askerî’nin vefatından sonra, evlerindeki mahzene (serdab) girerek gözden kaybolmuştur. Halen sağdır ve kıyametten önce mehdî sıfatıyla zuhur ederek zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracaktır. İmâmiyye’ye göre bu, bir inanç esasıdır (Fığlalı, 1984, S.160-174; Öz, s. 115-131).

Gaybet Dönemi: İmamiye’ye göre, on birinci imam Hasan el-Askerî, on ikinci imamı, yani oğlu Muhammed’i, doğduğu zaman ve kendi vefatına kadarki zaman zarfında yakınlarından birçok kişiye göstermiş ve onun, kendisinden sonra Allah’ın hucceti ve ümmetin imamı olacağını bildirmiştir.

Ancak Askerî 260/874 yılında vefat edince, oğlu Muhammed de gizliliğe (gaybet) çekilmiştir. Bu tarihten itibaren başlayıp Muhammed’in döneceği kıyamete yakın bir vakte kadar devam edecek döneme Gaybet Dönemi denir. Bu dönem, Gaybet-i Suğrâ (Küçük Gaybet) ve Gaybet-i Kübrâ (Büyük Gaybet) adıyla iki devreye ayrılır.

Gaybet-i Suğrâ Dönemi: İmâmiyye ulemâsı, Muhammed b. Hasan el- Askerî’nin beklenen mehdî ve kaybolduktan sonra ortaya çıkıp dünyayı ıslah edecek kişi olduğu konusunda, kendi anlayışına göre Kur’ân, sünnet ve imamların sözlerinden birçok delil ortaya koymuştur. Mehdî’yi, onun dört sefîrinin dışında hemen hemen hiç kimsenin görmediği ifade edilmektedir.

Gaybete girmenin peygamberlerin sünneti olduğunu belirten İmâmiyye’ye göre, Mehdî’nin gaybetinin gerekçeleri olarak şu hususlar zikredilmektedir: Muhammed’in başta amcası Cafer tarafından olmak üzere öldürülme endişesi; gaybetin Şîa için bir imtihan vesilesi olması; açıklanmasına izin verilmeyen bir sebebe bağlı olması; insanların Allah’ın yolundan sapmaları sebebiyle Allah’ın onlara gazap edip huccetini aralarından çekip alması ve bâtıl esaslar üzerine kurulmuş bir idarî sistemde gizli imama uymanın zâhir imama uymaktan daha üstün bulunması. Onlara göre gaybet hali, Şîa için ilahî bir lütûftur.

Gaybet-i Suğrâ döneminde sefîr (çoğ. süferâ), nâib (çoğ. nüvvâb), yahut vekîl (çoğ. vükelâ) diye adlandırılan görevliler, imamla toplum arasında irtibat kurmuşlar, ortaya çıkan problemleri imama arzederek onun emir yahut yasaklarını topluma ulaştırmışlar, imama gelen humus ve diğer gelirleri imam adına toplayıp muhafaza etmişlerdir. Altmış sekiz yıl süren bu dönemde (260-328/874-940), sefirlik iddiasıyla ortaya çıkan başka kimseler de olmakla birlikte, İmâmiyye’nin kabul ettiği dört sefirin İmam’dan getirdiği yazılı emir ve tavsiyeler (tevkî’ler), Şîa için bir hareket noktası olmuş, sefirler de imamın yegane temsilcileri olarak telakki edilmişlerdir. Dört sefir sırasıyla aşağıdaki isimlerdir:

Osman b. Saîd el-‘Amrî: İmâmiyye’ye göre, on birinci imam Hasan Askerî bu şahıs için, “benden sonra imamınız, size halifem budur; bundan sonra dağılmayın… Osman ne derse kabul edin, onun emrine uyun, sözünü dinleyin. Artık o, İmamınız’ın halifesidir; emir ona râcidir” demiştir. On ikinci imamın gaybeti zamanında ise, yine İmâmiyye’ye göre, “sefirler, kendilerine gelen malları, yağ kaplarına korlar, gizlice imama götürüp teslim ederlerdi. Gerekirse Şîa’ya imamın yazılı emirlerini getirirlerdi; böylece Şiî toplumun müşkil işlerini hallederlerdi.” Muhammed b. Osman b. Saîd el-‘Amrî: Birinci sefirin oğludur. İmâmiyye’ye göre bu zatın sefirliği de Hasan Askerî tarafından bildirilmiştir. Daha babasının sağlığında iken, on ikinci imamın sefirlik hizmetini ifaya başlamış; arada bir tevkî getirmiştir. 305/917 tarihinde Bağdat’ta ölmüştür. Hüseyin b. Ruh en-Nevbahtî: Meşhur Nevbahtîler soyundandır. On ikinci imamın yazılı emriyle, yani onun tevkî’i ile sefirlik hizmeti Muhammed b. Osman’dan sonra kendisine verilmiştir. 326/938 yılında ölmüştür.

Ali b. Muhammed es-Semârrî: On ikinci imamın emriyle, Hüseyin b. Rûh tarafından kendi yerine sefir olarak tayin edildiği bildirilmiştir. Ölümüne yakın Şîa’nın ileri gelenlerini çağırmış ve on ikinci imamdan gelen bir tevkî’i göstermiştir. Bu tevki’de, Ali’nin ölümünün yaklaştığı; ama ölümünden sonra yerine geçecek başka bir sefîr bırakmaması gerektiği; artık tam gaybet zamanının yaklaştığı; Allah izin vermedikçe Mehdî’nin artık görünmeyeceği hususları bildirilmekeydi. Ali b. Muhammed 328/940 yılında vefat etmiştir.

Gaybet-i Kübrâ Dönemi: İmâmiyye Şîası’na göre, 328/940 yılından itibaren Gaybet-i Kübrâ (Büyük Gizlilik) başlamıştır. Dördüncü sefir Semârrî’nin vefatıylı birlikte başlayan bu dönem liderlik sandalyesinde büyük bir boşluk yarattı. Bunun üzerine İmâmî alim ve fakihleri, meydana gelen boşluğu doldurabilmek için büyük çaba sarfederek önceki döneme (imamlar dönemi) nispetle faaliyet sahalarını daha da genişlettiler.

Başlangıçtaki, gaybetin kaç türlü olacağı ve hangi gaybetin daha uzun süreceği gibi ihtilaf ve soru işaretlerinin ortadan kalkmasından sonra, Büyük Gaybet’in kıyamete kadar süreceği konusunda görüş birliğine vardılar. Bununla birlikte, hayatta farzedilen on ikinci imamın Şiî toplumuyla doğrudan temas kuramaması nedeniyle, toplumu olası bir dağılmadan korumak amacıyla hal çareleri aramaya başladılar. Bu durumda imamın vekilleri olma görevini, ulemâdan başka devralacak kimse yoktu. 4/10. asrın son çeyreğine doğru Şiî toplumu, alim ve fakihleri imamın genel temsilcileri gibi görmeye başladı. Onların otoritesi imamın karizmasına eşit olmamakla birlikte, onlar akide ve fıkıhla ilgili konularda imamın sözcüleri olarak kabul edildiler. Böylece ulemâ, imâmet müessesesinin yerinin doldurulamayacağı gerçeğine rağmen, ortaya çıkan zaruretten dolayı imamın nâibleri konumuna yükseldi. Kısacası imamın gaybetinden sonra Küçük Gaybet döneminde, niyâbet-i hâssa (imamın özel temsilcisi olma) prensibine dayanarak sefîrlerin üstlendiği liderlik görevini, her ne kadar imamla doğrudan teması olmasa da niyâbet-i âmme (imamın genel temsilcisi olma) esasından hareketle Şiî ulemâ devralmış oldu.

Böylece ortaya çıkan zorunluluğun tabii bir neticesi olarak gaybet döneminin en önemli özelliklerinden birisi, liderliğin imamlardan ve onların özel temsilileri olan sefîrlerden Şiî ulemâya geçmiş olmasıdır. Onlar bu konuda, kendi tezlerini destekleyecek birçok haber ileri sürmüşlerdir. Bunlardan birisinde on ikinci imam şöyle demektedir: “Yeni ortaya çıkan olaylarda, bizim ahbârımızı rivayet edenlere (ulemâ) müracaat ediniz; çünkü onlar, benim sizin üzerinizdeki huccetlerimdir (delil) ve ben de Allah’ın huccetiyim”. İmâmiyye’ye göre, ulemânın imamın dolaylı temsilcisi olabilmesi için sadece iki ön şart gerekir.

Birincisi ilim, ikincisi ise adâlettir. Böylece bu iki vasfa sahip alim kimse, imâmet anlayışında olduğu gibi Hz. Hüseyin’in soyundan gelip gelmediğine bakılmaksızın, imamın temsilcisi olmaya hak kazanır. Bilindiği gibi, on ikinci imamdan sonra gelen dört sefîr de, Hz. Ali soyundan gelen kişiler değillerdi. Kanaatimizce Şiî düşüncesinin, soya bakılmaksızın ulemâ tarafından temsil edilmeye başlaması, Şîa’yı içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaran bir unsur olmuş ve bu bakımdan her ne kadar kendilerini imamın nâibi olarak kabul etseler de, yaklaşık iki asır sonra, pratikte Sünnî ulemânın toplumdaki konumuna benzer bir fonksiyonu üstlenmişlerdir.

Ahbârîlik: Diğer taraftan bu doktrin, onların Ehl-i Sünnet ve Mutezile’den istifade etmelerini engellememiştir. Ahbârî ekol ise bu konuda daha katı bir tutum takınmıştır. Daha geniş olarak düşünülecek olursa, söz konusu grubun ahbârîlik olarak isimlendirilmesi, daha sonra usûlî ekolün şerî esaslar olarak kabul ettikleri Kitap, Sünnet, icmâ ve akıl delillerinden sadece Kitap ve Sünnet’i, hatta sadece imamların ahbârını nihaî delil olarak kabul etmeleri sebebiyledir. Kısacası bunlar, ahbâr ve rivayetlere karşı bakışlarından dolayı bu ismi almışlardır. Safevîler döneminde ahbârîliği sistemleştirip müstakil bir ekol haline getiren Muhammed Emin Estarâbâdî (ö. 1033/1624) ise ahbârîleri, masum (günahsız) imamları takip edip aklın hataya düşebileceği her konuda onların ahbârına sarılan kimseler olarak vasıflandırmaktadır.

Usûlîlik: Yukarıda zikredilen dört şerî delili kabul eden usûlîlik ise, ahbârın bütün şerî hükümlerin kaynağı olamayacağı ve her asır ve zamanda toplumun bütün ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği kanaatindedir. İşte bundan dolayı usûlîler, ahbârîlerin haram addetmelerine karşın, ictihadın zorunlu bir fiil olduğunu savunurlar. İctihadı reddeden ahbârî ekolün Şiî düşüncesine getirdiği donukluğu ve taklit ruhunu izale etmeye çalışan usûlî ekol, Muhakkık Hillî (ö. 676/127), Allâme Hillî (ö. 726/1326), Behbehânî (ö. 1205/1790) ve Şeyh Murtazâ Ensârî (ö. 1281/1864) gibi meşhur alimleri vasıtasıyla günümüze kadar Şiî düşüncesine hükmetmiştir. Bu ekol bugün de ağırlığını sürdürmektedir. Fakat velâyet-i fakîh teorisinin ortaya çıkmasıyla birlikte usûlî düşüncenin geleneksel yaklaşımının da sorgulanmaya başladığı dikkat çeker.

İMÂMİYYE ŞÎASI’NIN GÖRÜŞLERİ

İmâmiyye’ye göre din, Ehl-i Sünnet’te olduğu gibi, iki ana bölümde ele alınır: Usûl-i Dîn ve Furû-i Dîn. Bilindiği gibi usûl ya da usûl-i dîn inanç ve itikatla ilgili konuları; furû ya da fürû-i dîn ise tatbikat ve uygulamalar bölümü olup daha çok ibadetler ve insanlar arasındaki muameleleri ihtiva etmektedir. İmâmiyye’de usûl-i dîn genel olarak, sırasıyla tevhîd, nübüvvet, imâmet, adl ve mead olmak üzere beş ana başlık altında ele alınır.

İmâmiyye Şîası’nın İtikadî Görüşleri

Tevhîd

Tevhîd-i zât: Zatî tevhîd de denilen bu tür tevhîd, Allah’ın zâtının bir olduğunun belirtilmesi; her türlü noksanlıktan münezzeh bulunduğunun, eşi ve benzerinin, yaratılmışlarınkine benzeyen bir vasfının bulunmaması; varlığının kendisinden olup cismi ve mekanının bulunmaması; O’nun cevher, araz, şekil, uzunluk, genişlik, ağırlık, hafiflik, sükûnet, hareket, yer ve zamanla vasıflandırılmaması; her şeyin O’na muhtaç, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmamasının ifadesidir.

Tevhîd-i sıfât: İlahî sıfatların zât ile ayniyet ifade ettiğini belirten bu tür tevhîd konusu, İslam mezhepleri arasında şiddetli tartışmalara sebep olmuştur. İmâmiyye’ye göre Kur’ân ve hadislerde zikredilen Allah’ın hayy, alîm, kadîr, semî ve basîr olması gibi ona izafe edilen bütün özellikler yahut sıfatlar, O’na hastır. Mutlak anlamda diri olan, bilen, duyan ve kudret sahibi olan O’dur. O konularda Allah’ın şerîki ve benzeri yoktur. Fakat bu özellikler ilahî zâta râcidir. İmâmiyye Allah’ın zatından başka, zâta izafe edilen kadîm sıfatlar konusunu kabul etmez. Onlara göre  tıpkı Mutezile’de olduğu gibi- Allah, zâtıyla bilir, zâtıyla duyar, zâtıyla konuşur; ayrıca zâtın ötesinde kadîm bir ilim, sem‘ ve kelam mevcut bulunmamaktadır. Eğer böyle olmazsa, kadîmlerin birden çok olması (te‘addüdü’l kudemâ) gerekir. Oysa kadîm olan yalnız Allah’ın zâtıdır. Bu sebeple zâtın dışında herhangi bir kadîm sıfat düşünülemez. Bu yüzden Allah’ın kelâmı muhdestir; Allah’ın kelâmı ve vahyi olan Kur’ân, O’nun yarattığı kelam nevindendir; onun mahlûk olmadığı konusundaki sözler kabul edilemez. Yine bu anlayışın sonucu olarak İmâmiyye’ye göre Allah’ın, ne dünyada ne de ahirette gözlerle görülmesi (ru’yetullah) mümkün değildir. Bu inanç, Kur’ân, akıl ve imamlardan gelen haberlerle sabittir.

Tevhîd-i Fiil: Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme ve rızık verme gibi fiilleri yönünden birlenmesi ve O’ndan başka yaratıcı olmaması, yaratıcılığında ortağı bulunmaması demektir. Mümin Allah’ın fiillerinde hiçbir şeyin tesiri olmadığına inanmakla mükelleftir.

Tevhîd-i İbâdet: İbadetin sadece Allah’a yapılması, ondan başka hiçbir şey ve kimseye ibadet edilmeyeceği, tek mabûdun O olduğu, O’ndan başkasına ibadetin şirk teşkil ettiği; bu sebeple Allah’tan başka hiçbir varlığa, insana, meleğe, bir imama, peygambere kulluk edilmeyeceğinin tasdik edilip uygulanmasıdır.

Nübüvvet

Nübüvvet yahut peygamberlik, Allah’ın seçtiği kullarını, Cebrail vasıtası veya doğrudan vahiy yoluyla ilahî bir vazife ile mükellef kılmasıdır. İlahî tebliği alan peygamberlerin görevi, bunu halka ulaştırarak onları doğru yola iletmektir. Peygamberler kulların en hayırlıları, en güvenilirleri olup günahtan korunmuş kimselerdir. Tebliğ görevlerinde kesinlikle hata, kusur, noksanlık ve ihmal bulunmaz. Peygamberlik kesb ve iktisapla elde edilecek bir makam ve mevki olmayıp, ilahî bir lütuftur. Hz. Peygamber, bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur.

İmâmet

İmâmiyye Şîası’nda imân, usûl-i dînden olan imâmete inanmakla tamamlanabilir. İmâmîler, nübüvvetin nasıl Allah’tan bir lütuf olduğuna inanıyorlarsa, her asırda Peygamber’in vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşadlarını üstlenmiş bir imamın yine Allah’ın lütfuyla olan mevcudiyetine aynı şekilde inanmaktadırlar. Onlara göre imam, Allah tarafından seçilmiştir ve ancak O’nun tarafından tayin edilebilir. Bu tayin, Peygamber’e indirilen vasiyete göre gerçekleşir. Onlara göre söz konusu vasiyette, imamların hepsinin ismi zikredilmiştir. İmâmiyye’ye göre, hiçbir peygamber kendi bilgisinin gerçek vârisleri olan imamlar olmaksızın gönderilmemiştir.

Nass döneminde imamla peygamberin durumu kıyaslanacak olursa, imamın da peygamber gibi Allah’ın özel lütfuna mazhar olduğu dikkati çeker ve işte bu husus, imamları masûm (günahsız) kılarak, Allah’ın insanlara şâhidi ve O’nun hucceti olmalarını sağlar. Onlara göre imamın en önemli özelliği, onun ismetidir. Ehl-i Sünnet, bunun sadece Peygamber’e ait bir sıfat olduğunu kabul etmiştir. İmâmîler ise, imâmetin, nübüvvetin bir devamı olduğunu ve Hz. Peygamber’den sonra insanlığı hidayete erdirecek olanların bizzat imamlar olduğunu düşündüklerinden, onların da peygamberler gibi günahtan korunmuş olmaları gerektiğine kani olmuşlardır.

İmâmiyye’ye göre imamın liderliği dinî ve dünyevî bakımdan Peygamber’inkine benzer. Bunun neticesi olarak Müslümanlar’ın onlara tabi olup itaat etmeleri gerekir ve neticede imama muhalefet ve reddediş, Peygamber’i reddetmek, Peygamber’i reddediş de Allah’ı reddetmek manasına gelir ki; bu durum İmâmiyye’ye göre şirktir. Çünkü Peygamber “kendisine vahyedilen”, imam da “kendisine ilham edilen” kişidir. Neticede İmâmî alimler, Peygamber’in ölümünden sonra Kur’ân’ın sırlarının anlaşılmasında, şerî hükümlerin bilinmesinde ve diğer ilim ve fenlerle ilgili hususlarda yegâne kaynağın imamlar olduklarını ve imâmetin bu sebepten nübüvvetin devamı olduğunu savunmaktadırlar.

Adâlet

İmâmiyye’ye göre dinin dördüncü aslı ve dolayısıyla inanç esaslarından olan adâlet, Allah’ın âdil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar oluşudur. O’nun, iyi kimseye iyiliğine karşılık mükâfatta, kötü kimseye de kötülülüğüne karşılık cezada bulunması, adâletinin zarurî bir icabıdır. Kul, fiillerinde hür ve muhtârdır. Mutezile’nin dediği gibi, cebr (zorlama) ve tefvîz (havale) yoktur.

Meâd

İmâmiyye’nin usûl-i dînden sayıp benimsediği beş prensipten sonuncusu, ölümden sonra ahiret hayatının hak olduğu esasıdır. Kelime anlamıyla meâd, tekrar dönülüp gelinen veya önceden bulunulan yer demektir. Terim olarak da, Allah’ın kullarını ölümlerinden sonra tekrar diriltip dünyada yaptıklarının hesabını sorması anlamına gelir. Ölümden kıyamete kadar berzah hayatı ve en son kıyamet ve diriliş vuku bulacaktır. Kıyamete dair Kur’ân ve hadislerde geçen mîzan, sual, hesap, sırât, şefâat, cennet, cehennem hepsi gerçektir; bunların hiçbiri akılla yorumlanamaz; keyfiyeti de bilinemez. Meâd cismanîdir ve bunlara icmâlen iman yeterlidir.

Dinin usûlüyle doğrudan ilgili olmamakla beraber, mezheb mensuplarınca itikadî hususlar arasında kabul edilen rec‘at, bedâ ve takiyye gibi bazı meseleler vardır ki, bunlar da bir anlamda itikadî konulara ilave edilmiş bulunmaktadır.

Rec‘at (dönüş), Allah’ın, ölenlerin bir bölümünü öldükleri surette dünyaya getireceğine, böylece bir insan kesiminin yükseltileceğine, bir insan kesiminin de alçaltılacağına, hak sahibi insanların haklı olduklarının, zâlimlerin ise haksız bulunduklarının meydana çıkacağına inanmaktır. Rec‘atin, Şîa inancının esas unsurlarından olduğunu ve buna inanmayanın Şiî olmadığını söyleyenler de vardır.

Muzaffer’e göre, “Dünyaya gönderilecek kişiler, imanda en üstün olanlarla fesadda en aşağı derecede bulunanlardır. Bunlar sonra tekrar ölecekler, kıyamet koptuktan sonra sevaba nail olacaklar ve azaba uğrayacaklardır.” (Muzaffer, 1978, s. 64). Ehl-i Sünnet, rec‘ati kabul etmemektedir. Halbuki İmamiye’ye göre, rec‘ate inanmak ne tevhîd inancına zıddır, ne de nübüvvet inancına; hatta bu iki inancı kuvvetlendirir. İmâmiyye Şîası’nda rec‘at anlayışının temel güdüsü, zulme uğrayan Ehl-i Beyt mensuplarıyla onlara zulmedenlerin, on ikinci imamın ortaya çıkması döneminde diriltilip tekrar dünyaya gönderilmesi ve ardından Ehl-i Beyt düşmanlarından intikam alınmasını gösterme çabasıdır.

Bedâ, ortaya çıkarılmak, görünmek, bir işi yapmaya niyetlenmişken o işten vazgeçip başka bir işi yapmaya kalkışmak anlamlarına gelir. Kısaca bedâ, zuhûr demektir. Bir insanın, yapmayı düşündüğü işten vazgeçerek başka bir şekilde davranması mümkündür ve bu, bilgisizlikten veya layıkı ile bilememekten ileri gelir. Ancak Allah’ın bu manada fikir ve irade değiştirmesinden söz edilemez. Cafer Sâdık, “Allah, bir şeyi yaptıktan sonra ondan pişmanlık duyar iddiasında bulunan biri, bizim görüşümüze göre, Yüce Allah’ın inkarcısıdır” der.

Bedâ inanışı, İmâmiyye’de, Sâdık’ın oğlu İsmail yüzünden ortaya çıkmıştır. Rivayete göre Sâdık, önce oğlu İsmail’in imâmetinden söz etmiştir. Ancak İsmail’in, kendi sağlığında ölmesi üzerine, İsmail hakkındaki ilk iradenin Allah tarafından değiştirildiğini söylemesi, bedâ inanışının esasını teşkil etmiştir. İmâmiyye’ye göre, “Allah dilediğini siler; dilediğini sabit kılıp bırakır” (er-Râd, 39). Böylece Allah, maslahata uygun tarzda izhar ettiği şeyi, sonra imha edip ayrı bir tarzda izhar edebilir. Ayrıca bedâ, İmâmiyye’ye göre, Hz. Peygamber’in şeriatıyla diğer şeriatların nesh edilmesine, hatta ona vahyedilen bazı hükümlerin sonradan nesh edilmesine benzer. Ehl-i Sünnet’e göre ise, nesh meselesini bedâ anlayışı içinde görmek mümkün değildir.

Takiyye de, İmâmiyye’nin diğer mezheplerle ihtilaf yaşadığı konulardan birisidir. Gerçi takiyye çoğu mezhebin kabul ettiği bir görüştür; çünkü “korunmak, sakınmak” demek olan takiyye, elinde kuvvet ve iktidar bulunan kâfir ve zâlimlerin canlar ve mallar üzerindeki tehditlerinden sakınmak için tecviz edilmiştir. Buna göre insan, can ve malını kurtarmak için, hakikatte sahip olduğu görüş ve inancını saklayabilir veya aksini izhar edebilir.

Şîa, siyasî baskılardan korunmak ve masûm kabul ettiği imamların kendi iddialarına uymayan söz ve fiillerine inandırıcı açıklamalar getirebilmek için bu ilkeye başvurmuştur. Onlara göre imam, takiyye halinde kendisinin imam olmadığını söyleyebilir. Hatta imam, takiyye yoluyla küfür, küfre rıza gösterme ve fısk alametlerini ızhar edebilir. Bu durumda da kendisine itaat farzdır.

İmâmiyye Şîası’nın Diğer Görüşleri ve Ca’ferî Fıkhına Göre Bazı İbâdet ve Muameleler

Kitab, daha önce de belirtildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’dir. Başlangıçta, tahrîfu’l-Kur’ân yönünde bir takım iddialar bulunmasına rağmen, daha sonra bundan büyük ölçüde vazgeçilmiş ve Kur’ân’ın bugün elimizde bulunan Kitab olduğu kabul edilmiştir. Onun yorumu da ancak Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’inin hakkıdır.

Sünnet, diğer İslamî gruplarda, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri olarak değerlendirilirken, İmâmiyye sünnet kavramını daha geniş şekilde ele alarak, on dört masûmun, yani Hz. Peygamber, Hz. Fatıma ve on iki imamın kavil, fiil ve takrirleri olarak ele almaktadır. İmâmiyye, Hz. Peygamber’den ancak Ehl-i Beyt kanalıyla gelen rivayetlere uyar.

Bu tutum, diğer ashâbı adaletli saymamalarının bir sonucudur. Ehl-i Sünnet’in Kütüb-ü sitte diye isimlendirdiği altı hadis kitabı gibi, İmâmiyye’nin de, Küleynî’nin el-Kâfî’si, Şeyh Sadûk’un Men lâ yahduruhu’l-fakîh’i, Şeyh Tusî’nin Tehzîb ve İstibsâr’ından oluşan Kütüb-ü erba‘a’sı bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Muhammed Bâkır el-Meclisî’nin (ö. 1110/1699) yüz on ciltlik Bihâru’l- Envâr’ı da önemli hadis kaynakları arasında yer almaktadır.

İcmâ’ya gelince usûlîler, masûmun sözünü keşfeden bir delil olması sebebiyle onu, şerî kaynakların üçüncüsü kabul ederlerken ahbârîler, icmânın delil olarak kabulünün mümkün olmadığını ileri sürerler. Akıl, usûlîlere göre Kitab, Sünnet ve icmâda bulunmayan şey hakkında hüküm verir. Ahbârîler ise, aklın, şerî hükümleri anlamadaki yetersizliğinden bahsederek, onunla amelin bizzat imamlar tarafından yasaklandığını savunurlar. Onlara göre, kıyamete kadar insanlığın ihtiyaç duyacağı bütün hususların cevabı, imamların ahbârında mevcut olduğu için, akıl gibi muteber olmayan bir delile ihtiyaç yoktur.

Abdest, Ezan ve Namaz: Caferîlik’te abdest alınırken ayaklar yıkanmaz, su ile meshedilir. Buna mukabil mestler üzerine mesh caiz değildir. Ezanda, Muhammedün Resûlullâh’dan sonra Aliyyün Veliyyullâh ilavesi ve hayye ‘ale’l felâh’dan sonra hayye ‘alâ hayri’l-‘amel ilavesi yapılır. Seferîliğe bakılmaksızın beş vakit namaz üç vakit içinde cem edilerek kılınır. Sabah namazı kendi vaktinde, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı da birleştirilmek suretiyle eda edilir Namazda kıyâmdayken Mâlikîyye’de olduğu gibi elleri bağlamak gerekmez. Secdedeyken, secdenin toprak cinsinden bir madde üzerine yapılması gerekir. Bu iş için genellikle mühür denilen, Kerbela toprağından mamül taşlar kullanılır. Cemaatle terâvih kılmak meşru değildir.

Humus: Ramazan ayında oruç, hac mevsiminde haccetmek ve zenginler için zekat konularında diğer mezheplerle bariz bir ihtilaf bulunmamaktadır. Humus vergisi ise zekattan ayrı bir mali ibadettir ve zekat almaları haram olan Ehl-i Beyt mensuplarına tevdi edilir. Ticari kazançlar, harp ganimetleri, define ve arazi gelirlerinden beşte bir oranında verilir.

Nikah: Normal nikah akdi (akd-i dâimî) yanında Caferiyye mezhebi, geçici nikah akdine (akd-i inkita) izin vermektedir. Mut’a nikahı ya da sıyka nikahı denen bu nikah türü, Ehl-i Sünnet’e ve diğer Şiî mezheplere göre caiz değildir. Hz. Peygamber’in belli bir süre bu nikahı uygulattığı ancak daha sonra yasakladığı bilinmektedir. Yasaklayıcı rivayetler Caferilerce muteber sayılmamıştır.

Mut’a nikahı, geçici süreliğine yapılan bir akit olup iki şartı bulunmaktadır. İlk şart, evlilik süresinin tayin edilmesidir. İkinci şart, kadına ödenecek ücretin belirlenmesidir. Tayin edilmiş süre bittikten sonra nikah, boşamaya veya başka bir işleme gerek kalmadan kendiliğinden sona erer. Ayrılan kadın, kırk beş gün iddet beklemeden yeniden nikahlanamaz. Bu nikahtan eğer çocuk doğmuşsa, velayeti babaya aittir ve babasının mirasına hak kazanır. Mut’a müddeti içindeki ölümlerde ise karı ile koca birbirlerine mirasçı olamaz.

Şiîlik II – İslam Mezhepler Tarihi 6.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir