Tefsîr Ekolleri – 6.Ünite

featured
. TEFSİR EKOLLERİ. MODERNİST TEFSİR. İLMÎ TEFSİR. İCTİMAÎ TEFSİR. MEZHEBİ TEFSİR. FIKHİ TEFSİR. İŞARÎ TEFSİR. Mutezile. Şia. Harici.
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Tefsîr Ekolleri

Giriş

Ekol kavramı, bir bilim ve sanat dalında ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem ve akım anlamına gelmektedir. Tefsîr alanıyla ilgili olarak tefsîr ekolleri kavramı, tefsîr ilmi içerisinde müstakil niteliklere ve özelliklere sahip; kendi içinde yöntem ve prensipleri bulunan; ayrıca belli temsilcileri ve literatürü olan akım ve okullara verilen isimdir.

Ekoller, önceleri dirâyet tefsîr yöntemi içerisinde ‘konu’ düzeyinde ve genel hatlarıyla var olup zaman içerisinde yöntem olarak geliştirilmiş, sistematik hale getirilmiş ve müstakilleşmiştir. Böylece tefsîr ilmi içerisinde bir “ekol” olarak yerlerini almışlardır.

Bu ekollerin ortaya çıkıp gelişmesinde birçok etken vardır. Ancak bunlar arasında en önemli etken, temsilcilerinin interdisipliner (değişik ilimlerde ihtisas sahibi) şahıslar olmasıdır. Yani, hem tefsîr alanı, hem de başka alanda uzman olan şahısların tefsîre dair çalışma yapmaları neticesinde ilgili akımlar ortaya çıkmıştır.

Bir başka etken ise hicrî birinci yıldan itibaren İslâm coğrafyasının genişlemesi, Arap olmayan unsurların Müslüman olması, İslâm toplumunda siyasi karışıklıkların baş göstermesi, akaid ve iman konusunda ihtilafların ortaya çıkmasıdır. Bu sebeplerden dolayı itikâdî açıdan İslâm toplumu, fırkalara ayrılmış, buna bağlı olarak da bu alanda bilimsel ekoller ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber ve ilk iki halife döneminde İslâm toplumu homojen bir yapı arzederken Hz. Osman döneminde siyasi olaylar çıkmış, Hz. Ali döneminde de bunlar hızlanmıştır. Bu dönemden sonra bir taraftan İslâm toplumunun genelini ifade etmek üzere Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat nitelemesi yerleşirken, Hz. Peygamber’den sonra hilafete Hz. Ali’nin gelmesi gerektiğini savunan Şîa fırkası ile tahkim olayından sonra İslâm toplumundan ayrılan Hâricîler ortaya çıkmıştır.

Her grup kendi mezhebine göre bir tefsîr geleneği oluşturmuş, böylece tefsîr ekolleri içerisinde, “mezhebî tefsîrler” alanı yerini almıştır. Başta Ehl-i Sünnet olmak üzere Şîa, Mu’tezile ve Hâricîye ekolleri büyük oranda sistemleşmiş, diğerleri ise Kelâmî fırka düzeyinde kalmıştır.

Kur’ân’ın mesajını daha iyi anlamak ve anlatabilmek, ortaya çıkan problemleri Kur’ân çerçevesinde çözmek ve de sosyal ve fen bilimlerinin gelişmesine paralel olarak bu bilimlerin verilerinden faydalanmak üzere modern dönemde bir kısım tefsîr ekolleri ortaya çıkmıştır. Bu ekoller, dirâyet tefsîri içerisinde yer alırken, zamanla sistemini geliştirerek müstakilleşmişlerdir.

Bu bağlamda ilk dönemden günümüze kadar devam eden baştan sona tefsîrin parçacı yöntemine bir alternatif olarak Kur’ân’daki bir kavramın veya konunun bütüncül olarak ele alınmasını ön gören “konulu tefsîr ekolü” ortaya çıkmıştır.

Yine Kur’ân tefsîrinin gramatik ve arap dili ağırlıklı tartışmaları sebebiyle mesajın arkaplana atıldığı, Kur’ân’ın temelde bir hidâyet rehberi olduğu ve ferdi-ictimâî problemlere çözümler üretmesi gerektiği düşüncesiyle “edebi-ictimâî tefsîr ekolü” gelişmiştir. Kur’ân’da pozitif bilimlerle ilgili birçok âyetin bulunması ve bunların pozitif bilimlerin verileriyle tefsîr edilmesi amacıyla “bilimsel tefsîr ekolü” oluşmuştur.

KLASİK TEFSİR EKOLLERİ

Tefsîr ilminin genel yorumlama yöntemlerinin (dirâyet ve rivâyet) dışında Kur’ân âyetlerinin belli bir kısmıyla alakalı olarak özel açıklama biçimlerine sahip ekoller ortaya çıkmıştır. Bu açıklama biçimlerinin birçoğu, tefsîr tarihinin başlangıcına kadar uzanır. Çağdaş döneme kadar gelişen bu akımlar, klasik tefsîr ekolleri olarak adlandırılır. Bu ekoller, mezhebî (kelâmî) tefsîr ekolleri, işârî tefsîr ekolü ve fıkhî tefsîr ekolüdür. Eşari ve Maturidiye ait tefsirler bir önceki ünitemizde olduğu için bu ünitede yer verilmemiştir.

Mezhebî (Kelâmî) Tefsîr Ekolleri

İslâm terminolojisinde mezhep, dinin itikâdî ve amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip olan düşünce sistemine verilen isimdir. İman esaslarıyla ilgilenen mezheplere itikâdî mezhepler; ibadet, hukuk, ahlak ve insan-ilişkileriyle ilgilenen mezheplere de fıkhî mezhepler denmektedir. Tefsîr literatüründe, fıkhî mezhep kavramı ayrı bir ekol (fıkhî tefsîr ekolü) olarak incelenirken, mezhebî tefsîr ekolleri itikat ve Kelâm alanındaki mezheplerle özdeşleşmiş, çeşitlere ayrılmıştır.

Tefsîr alanında “mezhebî ekol” kavramı, temelde itikat alanıyla ilgili olup bir anlamda Kelâm ilmi ile ilgilenen mezhepleri kapsamaktadır. Bu bağlamda itikâdî mezhepler, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i bidat olarak iki kısma ayrılmaktadır.

Bunun dışında kalan mezhepler de Ehl-i bidat mezhepleri olarak kabul edilmiştir. Tefsîr ilmi, temelde Ehl-i Sünnet mezhebinin doktrini çerçevesinde şekillendiği için Ehl-i Sünnet ekolünü müstakil olarak incelemeye ihtiyaç duyulmaz. Bu yüzden de mezhebî ekoller “Ehl-i bidat” olarak nitelenen mezheplerle sınırlıdır. Mezhebî tefsîr ekolleri, esas itibariyle mutezile ekolü, şîa ekolü ve hâricîyye ekolü olarak üç kısma ayrılmaktadır.

Mezheplerin ortaya çıkışının altında bir takım sebepler mevcuttur. Bunların içinde en önemlisi, nassların (Kur’ân ve Sünnet) yapısından kaynaklanmaktadır. Açık olan ve anlaşılabilen (muhkem) âyet ve hadisler bulunduğu gibi, anlaşılması kolay olmayan (müphem, ğarib) hatta çok daha zor, belki de imkansız olanlar (müteşabih) da mevcuttur. Meselâ Allah’ın isim, sıfat ve eylemleri; ahiret hayatı ile ilgili kavramların (cennet, cehennem, arş, vb.) mahiyeti konusu müteşâbih âyetlerdendir.

Mezhepler ve Kelâm tarihinde itikâdî mezheplerin sayısı çok fazla olmakla birlikte, biz burada Kur’ân tefsîrin de önem arzeden Mutezile, Şîa ve Hâricîyye ekolleri hakkında kısaca bilgi vereceğiz.

Mutezilî Tefsîr Ekolü

Hasan Basri’nin ders halkasında yer alan Vâsıl, büyük günah konusunda hocasından farklı bir görüşe sahip olmasından dolayı ondan ayrılmış (itizal), bu yüzden de mezhebe “mutezile” (ayrılanlar) ismi verilmiştir.

Mutezile, Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’in görüşleriyle ortaya çıkmış, Abbâsîler döneminde gelişme göstermiştir. Özellikle Halife Me’mun döneminde mutezile âlimleri, halifeyi etkileyerek mezhebi resmi ideoloji haline getirdiler; hatta Ehl-i Sünnet âlimlerine karşı çeşitli baskı ve şiddet uygulanmasına sebebiyet verdiler. Halife Mutasım ve Vâsık dönemlerinde de etkin oldular. Bu dönemde Mutezile, Basra ve Bağdat şeklinde iki farklı gruba bölünerek fikirlerini ayrı ayrı devam ettirdiler. Ancak halife Mütevekkil, kendi döneminde mutezileyi saf dışı etti, Ehl-i Sünnete dönüşü sağladı.

Bundan sonra mutezile, vezir Sahib b. Abbad’ın Mutezilî olması sebebiyle Büveyhilerde kısmen bir canlılık kazandı. Kısa süren bu canlılık, Abbâsî halifesi Kadir-Billah’ın cephe almasıyla çöküşe geçti. Gazneli Mahmud’un Büveyhileri yenmesi neticesinde Mutezilîler Horasan’a göçtüler.

Selçuklular döneminde kısmen bir canlılık kazanmalarına rağmen, bu dönemde Eşariliğin canlanması sebebiyle Mutezilîler tekrar Horasan ve Harizm bölgelerine çekildiler. Bu bölgede etkinliklerini kısmen devam ettirmelerine ve Zemahşerî gibi bir âlim yetiştirmelerine rağmen başarılı olamadılar.Yoğun olarak Yemen’de varlık sürdürmektedirler.

Mutezile, düşünce sistemini “usûl-i hamse” (beş temel prensip) üzerine kurmuştur. Bu beş prensip, tevhid (Allah’ın zatında, sıfatlarında ve eylemlerinde tek olduğu inancı), adalet (Allah’ın hayrı yapması, şerrin meydana gelmesinde etkisinin olmaması), va’d-vaid (Allah’ın sözüne sadık kalması), menzile beynel menzileteyn (büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olacağı yani, fasık olduğu) ve emr-i bil ma’ruf ve nehyi ani’lmünkerdir (iyiliği emretmek, kötülüklere engel olmaktır).

Kelâmî sistemlerini bu beş temel üzerine kuran Mutezile’nin Ehl-i Sünnet tarafından kabul edilmeyen temel görüşleri şunlardır: Kaderi inkâr ederler. İnsan’ın mutlak iradeye sahip olduğunu; kendi eylemlerini yarattığını benimserler. Allah’ın hayrı yarattığına; şerri yaratmadığına inanırlar. Allah’ın bazı kadim sıfatlarını ona nispet etmezler. Tövbe etmeden ölenlerin bağışlanmayacağını ve fasıkın ebedi olarak cehennemde kalacağını savunurlar.

Mutezile, Kur’ân tefsîrini özellikle tevhid ve adalet prensipleri üzerine temellendirmiştir. Bu prensiplerin dışında mutezile ekolünün dayandığı en önemli unsur, akıldır. Aklın kudretli bir unsur, insanın da bütünüyle hür ve özgür olduğunu benimseyen mutezile, akıl unsurunu, doktrinlerini tevhid ve adalete uygun olmayan her şeyden temizleme aracı olarak kullanır.

Mutezile’nin bir Kelâm ekolü olması sebebiyle konusu da çoğunlukla “itikat” ile ilgili âyetler olmuştur. Bu bağlamda imanın temel unsurlarını teşkil eden Allah, melek, ahiret, peygamber, kutsal kitaplar, kaza-kader konuları onların ilgi alanlarındandır.

Meselâ onlara göre Allah, hiçbir yaratığa benzemeyen ve sadece kendisi olan aşkın bir varlıktır, hiçbir yaratığın şeklini almaz, hiçbir şeye benzemez. Buna tenzih doktrini denmektedir. Bu yüzden Kur’ân âyetlerinde Allah’a nisbet edilen “Allah’ın eli, yüzü, arşı” gibi unsurları hakiki anlamıyla Allah’ın organları veya eşyaları olarak görmez; bunları mecâzî ve sembolik anlamlarıyla açıklarlar. Allah’ın elini ve arşını “gücü ve kudreti”; yüzünü de “zatı” şeklinde tefsîr ederler.

Mutezile’nin özellikle aklı ön plana çıkararak sistemlerine uymayan bazı konularda inkâra sapmaları; insana mutlak özgürlük bahşetmeleri ve Kur’ân’ın inançla ilgili âyetlerini kendi doktrin ve görüşlerine göre yorumlamalarından dolayı ciddi şekilde eleştirilmişler ve bu bağlamdaki tefsîrleri batıl te’vîl kapsamında değerlendirilmiştir.

Ancak bu itizâlî konular dışında Mutezilî tefsîrlerin Arap dili ve belağatı başta olmak üzere felsefe, mantık ve diğer ilimler konusundaki tefsîrlerine Ehl-i Sünnet âlimleri önem atfetmişler, onlardan yararlanmışlardır. Bu münasebetle Zemahşerî gibi bir kısım müfessirlerin tefsîrleri Mutezilî görüşlerinden ayıklanarak ihtisar edilmiş, üzerine şerhler ve haşiyeler yazılmıştır.

Mutezile, Kur’ân âyetlerinin imanla ilgili olanlarını çoğunlukla Kelâmî eserleri içerisinde izah etmişlerdir. Ancak bunun dışında Kur’ân tefsîri yazan müfessirleri de mevcuttur. Önemlileri şunlardır: Ebû Müslim el-Isfahânî, Câmiü’t-Te’vîl li Muhkemi’t-Tenzîl; Kâdî Abdulcebbâr, Tenzîhu’l-Kur’ân ani’l-Metâ’in; Şerif Murtezâ, Ğureru’l-Fevâid ve Dureru’l-Kalâid; Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl.

Bu tefsîrler içerisinde en meşhur olanı, Zemahşerî’nin Keşşâf’ıdır. İlgili tefsîr, kelimelerin anlamları, etimolojileri ve gramatik tahlilleri ön plana alarak zâhirî anlamı en güzel şekilde tefsîr etmesi, Kur’ân’ın sanat yönünü belağat ilminin verilerinden yararlanarak titiz ve beliğ bir üslupla ortaya koyması açısından kayda değerdir. Bu özellikleri yanında israiliyata itibar etmemesi ve ahkâm âyetlerinde mezhebî taassup göstermemesi de bu tefsîrin önemini artırmıştır.

Şiî Tefsîr Ekolü

Şîa, kelime olarak “taraftar” anlamına gelip terim olarak Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali ve Ehl-i beytini halifeliğe layık gören ve halifelerin Hz. Ali soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluğun genel adıdır. Şîa, kendi içinde mutedil ve aşırı olmak üzere iki temel kola ayrılır. Bunların da birçok alt grubu vardır.

Şîa’nın genel olarak diğer mezheplerden ayrıldığı temel nokta, imâmet/halifelik meselesidir. Tefsîr bağlamında Şîa’nın büyük bir çoğunluğunu temsil eden İmâmiyye Mezhebî önem arzetmektedir. Bu nedenle burada sadece bu mezhebi ve tefsîr anlayışını ortaya koymaya çalışacağız.

İsna aşeriyye ve Caferiyye gibi adlarla da anılan İmâmiyye mezhebi, Hz. Peygamberin hayatında iken, kendisinden sonra halifeliğe (imâmet) Hz. Ali’nin geçmesini açıkça beyan ettiğine; Ali’den sonra da hilafetin onun çocuklarına geçmesi gerektiğine inanan Şîa koludur. Daha açık bir ifade ile Hz. Ali’den sonra on iki imâmın halife, 12. imâm Muhammed Mehdî’nin de kayıb ve beklenen imâm olduğuna inanmaktadırlar. Bu mezhebin temel görüşleri şunlardır:

Onlar, imâmların günahtan korunduklarına (masum), 12. imâmın ahir zamanda ortaya çıkacağına ve Şîîleri kurtaracağına (mehdî muntazar); mehdînin ortaya çıkışından sonra Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve hatta tüm imâmların tekrar dünyaya döneceğine (ricat); mehdînin dönüşüne kadar düşmanlarından korunmak için kendilerini gizleyip, olduklarından farklı görünmeleri gerektiğine (takiyye) inanırlar.

Nasıl ki nübüvvet, ilahî bir lütufsa, imâmet de aynı şekilde ilahî bir lütuftur. Bu yüzden imâmın tayini, ancak Allah’ın bildirmesi veya önceki imâmın tayini ile gerçekleşir. Çünkü imâmet, nübüvvetin idarî cephesidir. İmâmet görevinin adaletle ve hatasız olarak yapılabilmesi için imâmın ümmetin en faziletlisi, en bilgini, en ahlaklısı ve en soylusu olması gerekir.

Onlar, dini koruyan, hükümlerini icra eden kişiler olduklarından, onların da peygamberler gibi masum olmaları lazımdır. Bu yüzden onlar, küçük-büyük hiçbir günah işlemezler; kendilerine emrettiği hususlarda asla Allah’a karşı gelemezler; emredileni eksiksiz olarak yaparlar.

Bu yüzden onların bütün işleri ve sözleri hüccettir; buyrukları ve yasakları Allah’ın buyrukları ve yasakları gibidir. İmâmlara itaat, Allah’a itaat, isyan ise Allah’a isyandır. Bu şekildeki imâmet anlayışından hareketle İmâmiyye, Kur’ân’ın gerçek tefsîrini yalnız imâmların bildiğini ve onlardan gelen tefsîr rivâyetlerinin makbul olacağını kabul ederler. Çünkü onlara göre bütün peygamberlerin ilmi, Hz. Ali’de ve ondan sonra gelen imâmlarda toplanmıştır.

İmâmiye Şîasına göre, Kur’ân’ın bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Kur’ân’ın bu iki bilgisi de imâmlardadır; onlar hem zâhiri, hem de bâtını bilirler. Hatta zâhirin peygamberlere; bâtının ise imâmlara ait olduğunu bile iddia ederler. İmâmlardan herhangi bir rivâyet bulunmadığında Kur’ân’ın tefsîrini caiz görmezler.

Onlar, Kur’ân’ın tümünün imâmları hakkında varid olduğunu iddia ederler. Aynı zamanda onların büyük bir kısmı, Kur’ân’ın sahabe tarafından tahrif edildiğine inanırlar. Ehl-i beyt dışında Hz. Peygamber’den gelen sahih haberleri uydurma nitelemesiyle kabul etmezler.

İmâmiye Şîasının en önemli tefsîrleri şunlardır: El-Kummî, Tefsîru’l- Kummî; Ebû Cafer et-Tûsî, et-Tibyân fi Tefsîri’l Kur’ân; Tabressi, Mecmeu’l-Beyan fi Tefsîri’l-Kur’ân; Tabatabai, el-Mizan fi Tefsîri’l-Kur’ân.

Hâricî Tefsîr Ekolü

Hz.Osman r.a şehid olmasından sonra halifelik tartışmaları ve benzeri durumlardan dolayı Muaviye ve Hz.Ali taraftarları arasında Sıffın savaşını yapmıştır. Yenilmek üzere olan Hz. Muaviye’nin hilesiyle bilirkişinin hakemliğine başvurulması önerilmiş, bu nedenle Amr b. As ve Ebû Musa el-Eşari hakem tayin edilmiştir. Bu olaya tarihte “tahkim olayı” denmektedir.

Tahkim olayını Hz. Ali’nin kabul etmesinden dolayı Hz. Ali taraftarları (Şîa) arasından hilafetin zaten Hz. Ali’ye ait olduğunu; onun bu tahkim olayını kabulüyle hata ettiğini ileri süren ve Şîa’dan ayrılan yeni bir fırka oluşmuştur. “Hüküm, Allah’ındır” sloganıyla ayrılan fırka, Hz. Ali’ye bu tahkim olayına razı olmaması gerektiğini söylemiş, kabul görmeyince de Kufe’den ayrılarak “Hurara” denilen yere çekilmişlerdir.

Bölgeye nispetle bu fırka, Haruriyye, Hz. Ali’den ayrılmasına nispetle de Hâriciyye olarak isimlendirilmiştir. Hz. Ali, onlarla savaşmış, onları hezimete uğratmış, fakat tamamıyla ortadan kaldıramamıştır. Sonra Hz. Ali’nin şehid olmasına bu grup sebeb olmuştur.

Aynı grupla önce Emevîler, sonra da Abbâsîler mücadele ederek onlara büyük zararlar vermişlerdir. Bundan sonra Hâricîler de kendi içlerinde farklı konularda ihtilafa düşerek çeşitli kollara (Ezarika, Sufriyye, Sealibe, İbaziyye, Acaride vb.) ayrılmışlardır. Günümüze kadar sadece İbaziyye fırkası varlığını sürdürebilmiştir. Mağrib ve Yemen taraflarında azınlık olarak mevcutturlar.

Hâricîler, esas itibariyle kaba-nezaketsiz bedevilerden oluşması, ilmî-fikrî seviyelerinin yetersizliği ve ayrılıkçı grup olarak sürekli hilafet makamı tarafından saldırılara maruz kalması gibi sebeplerle literatür oluşturacak düzeyde bir tefsîr birikimi meydana getirememişlerdir.

Fikirleri ve doktrinleri, genelde Kelâmî eserlerde kaldığı gibi, muhaliflerinin literatüründe bilgi kırıntıları şeklinde bulunmaktadır. Hâricîlere ait birkaç tefsîr yazıldığı kaynaklarda geçmesine rağmen bunlar günümüze kadar ulaşamamışlardır. Günümüze gelen tefsîr sadece, İbaziye koluna mensup olan Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş’in Himyanü’z-Zad ila Dari’l-Mead isimli 13 ciltten oluşan matbû tefsîrdir.

O da geç dönemlerde yazıldığı için ilk hâricîlerin görüşlerini yansıtan bir tefsîr olmaktan uzaktır. Bu tefsîrin 7 ciltlik Teysirü’t tefsîr isimli bir muhtasarı da mevcut olup basılmıştır. Elimizdeki tek tefsîr olması hasebiyle, Himyan’ı kısaca tanıtıp tefsîrlerinden bir-iki misâl verelim. Itfıyyiş, her sûrenin başında sûrenin âyet sayılarını; Mekkî ve Medenî mi olduklarını vermekte; sûrenin faziletiyle ilgili bilgiler sunmaktadır ki bunların çoğu uydurma hadislerden oluşmaktadır. Sonra sûrenin faydaları başlığıyla kendi itikâdlarına yönelik açıklamalar yapmaktadır. Âyetleri tefsîr ederken, sarf, nahiv ve belağat konularına yoğun bir şekilde yer vermektedir.

Fıkhî konularda mezhepler arasındaki ihtilaflara, imanî konularda da itikâdî mezheplerin tartışmalarına değinmekte; onları tartışarak kendi görüşlerini ispat etmeye çalışmaktadır. Ayrıca usûl ve kıraat konularında bilgi vermekte, isrâilî haberleri yoğun bir şekilde zikretmektedir. Tefsîrin en bâriz özelliği, hemen hemen her âyette kendi mezhebî görüşlerini mutaassıp bir yaklaşım ve zorlama te’vîller ile savunmasıdır.

Bu bilgilerden sonra şimdi de tefsîrlerine bir-iki örnek verelim:

وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

“Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah bütün âlemlerden müstağnîdir” (Âl-i İmran (3), 97) âyetini hâricîler, “haccı terk eden kişinin kâfir olacağı” şeklinde tefsîr ederler.

Allah’ın görülmesi konusunda Ehl-i Sünnet, hadislerden de yararlanalarak O’nun dünyada görülemeyeceğini; ahirette ise görüleceğini benimsemiştir.

Hâricîler ise, لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ /Gözler O’nu göremez; O, gözleri görür” (Enâm (6), 103) âyetinden hareketle ve hadisleri dikkate almaksızın “dünyada da ahirette de Allah’ın görülemeyeceğini; bunun O’nun şanına yakışmadığını” savunurlar.

İşârî Tefsîr Ekolü

“Bir nesneyi gösterme, bir anlamı üstü kapalı bir şekilde ifade etme, dolaylı ve kinayeli bir sözle anlatma” gibi anlamlara gelen işaret kavramı, Tasavvufta “maksadı, söz aracılığı olmadan başkasına bildirme, ibareyle anlatılamayan, yalnızca ilham ve keşf gibi yollarla elde edilmiş bilgi ve sezgi sayesinde anlaşılabilecek kadar gizli olan mana” şeklinde tanımlanmıştır.

Tasavvufun temel açıklama biçimi olan “işaret” kavramından hareketle tefsîr alanında bir akım olarak gelişen işârî tefsîr ise, keşf, ilham ve sezgi yoluyla elde edilen bâtıni/ledünni bilgiyle Kur’ân âyetlerinin bir kısmını veya tamamını yorumlama yönteminin ismi olmuştur. Bu ekole, yönteme nazaran “remzi tefsîr” veya “işârî tefsîr”; temsilcilerine nazaran da “tasavvufi tefsîr” veyahut “sufi tefsîr” denmektedir. İşârî tefsîr yöntemi, Kur’ân’ı mutasavvıfların (sufilerin) yorumlama tarzıdır.

Âyeti, zâhirinden çıkan anlamın ötesinde mutasavvıfın keşf ve ilham yoluyla elde ettiği bilgiyle yorumlamasını ifade etmektedir. Bir anlamda metnin bâtınî anlamının keşfidir. Bu yöntemde yorumlama tarzı, işaret ve remz; yorumlamanın kaynağı, keşf ve ilham; ortaya çıkan bilgi ise “hakikat, latife ve sır” olarak adlandırılmaktadır.

İşârî tefsîr akımı, tasavvufun gelişimiyle paralellik arzetmektedir. Tasavvuf tarihi, üç dönem olarak telakki edilmektedir. Zühd ve takva dönemi olarak adlandırılan birinci dönem, basit düzeyde zâhidin ahlak ve takvasını geliştirme üzerine yoğunlaşmaktadır.

Bu dönemde kitabü’z-zühd ismiyle bir literatür oluşmuştur ki bunlar bir anlamda Kur’ân’daki ibadet ve ahlaka yönelik âyetlerin tefsîrini kapsamaktadır. İkinci dönem ise tasavvufun sistemleştiği ve kurumsallaştığı dönemdir. Bu dönemde tasavvuf kendi literatürü içerisinde gelişirken diğer taraftan da işârî tefsîre yönelik müstakil eserler ortaya çıkmaya başlamış ve zamanla gelişmiştir.

Meselâ Sehl et- Tüsteri’nin, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim’i, Sülemi’nin, Hakaikü’t-Tefsîr’i, Kuşeyri’nin, Letaifü’l-İşârât’ı bu alanda önemli isimlerdendir. Tasavvufun son dönemi ise onun felsefileşmesi ve nazarî bir sistem haline gelmesidir ki bunun ilk temsilcisi Muhyiddin İbn Arabi’dir. Bu dönemin temsilcileri, vahdet-i vücud ve benzeri tasavvuf sistemleri çerçevesinde Kur’ân âyetleri hakkında nazarî ve aşırı bâtınî yorumlara gitmişlerdir. Sonuçta işârî tefsîr, biri zühd ve amel düzeyinde; diğeri ise teorik ve felsefi düzeyde -âyetlerin tefsîrinde- yoğunlaşan iki temel kısma ayrılmıştır.

Sufilere göre Kur’ân’ın kelime, lafız ve cümlelerinin ilk bakışta akla gelen zâhirî anlamlarından başka sûfinin tasavvuftaki bilgi (marifet) derecesine göre halka halka genişleyen bâtınî manaları da vardır. Kur’ân’ın zâhirî anlamını Arapça’ya vâkıf âlimler; bâtınî anlamını ise tasavvufta makam sahibi olan arifler bilirler.

Bâtın anlama ulaşmak, bilgi birikimi ve tefekkür kabiliyeti yanında, ahlaki olgunluk ve ledünni ilim, keşf ve ilham derecesini gerektirir. Sufi, tasavvuf geleneğinde mürşidin terbiyesinde seyr u suluk mertebelerini aşarak manevi tarafını güçlendirir, bu durumda kendisine ilahi sırlar açılır, ilham yoluyla kalbine ledünni ilim verilir ve bu gizli bilgilerle âyetleri tefsîr eder.

Sufi müfessirler, işârî tefsîrin meşruiyeti için bir kısım deliller ileri sürmüşlerdir. Bu deliller, bazı Kur’ân âyetleri, hadisler ve sahabe sözleridir. Sufiler, “Bu topluluğa ne oluyor ki hiçbir sözü anlamıyorlar?” (Nisâ (4), 78), “Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?” (Nisâ (4), 82), “Onlar anlamayan bir topluluktur” (Haşr (59), 13) gibi tefekkür ve düşünmeyi ön plana çıkaran âyetlerin, işârî tefsîrin kaynağı olduğunu ileri sürerler. Bunun yanı sıra “Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bolca ihsan etti” (Lokman (31), 20) âyetinde “zâhir ve bâtın nimetler” kapsamında Kur’ân’ın da olduğunu; dolayısıyla onun zâhiri ve bâtını bulunduğunu savunurlar.

Hadislerde ise zâhir ve bâtın konusu daha net bir şekilde ifadelendirilir: “İlimler içinde, saklı inci gibi bir ilim vardır ki onu ancak Allah’ı hakkıyla tanıyan âlimler bilir”, “Kur’ân’ın bir zâhiri bir de bâtını vardır.”, “Allah hiçbir âyet indirmemiştir ki onun bir zâhiri bir de bâtını olmasın”. Hadisteki gizli ilimden kasıt, sûfilere göre, keşf ve ilham yoluyla elde edilen ledünni/bâtınî ilimdir.

Ayrıca âyetlerin zâhiri ve bâtını, çok farklı şekillerde yorumlanmasına karşın, sûfilerce zâhir anlam, Arap diline vakıf âlimlerin; bâtın anlam ise keşf ve ilham ile ledünni bilgiye sahip olan ariflerin anladıkları manadır. “Sizden önce israiloğulları arasında peygamber olmadıkları halde kendilerine ilham olunan kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de onlardan var ise, o Ömer’dir” şeklindeki hadisten hareketle, peygamberlerin dışında kendilerine ilham yoluyla bilgi verilen veli ve arif kimselerin bulunduğu ifade edilmektedir.

Bütün bu hadisler, hem ilham ve keşf yoluyla ledünni/bâtınî bilgi elde eden ariflerin/sûfilerin bulunduğuna; hem de Kur’ân âyetlerinin zâhirî ve bâtınî anlamının mevcut olduğuna; dolayısıyla işârî tefsîrin meşruluğuna delil olarak sunulmaktadır.

Tasavvuf, amelî ve nazarî olarak iki kısma ayrılır. Buna göre işârî tefsîr de ikiye ayrılır: İşârî sufi tefsîr ve nazarî sufi tefsîr. Birincisi âyetlerin, mutasavvıfların ilham ve keşf yoluyla elde ettikleri ve zâhirî manaya ters düşmeyen bâtınî bilgiyle tefsîr edilmesidir. İkincisi ise felsefîleşmiş nazarî tasavvuf ehlinin nazariyelerini desteklemek için âyetlere getirdikleri bâtınî şahsî yorumlardır. Birinci grup ile ikinci grup arasındaki farklar şunlardır: Birincisinde sufinin öznel görüşü yoktur. O, süluk ve riyazeti neticesinde ulaştığı makama göre kalbine ilham edilen işaretlere ve manalara dayanır.

İkincisi ise ilham ve keşiften ziyade kendi fikrini veya nazariyesini desteklemek için sufinin öznel görüşüne dayanır. Ayrıca birincisinde verilen işârî tefsîr, âyetin zâhirî anlamına ters düşmediği gibi, tek anlam da değildir; zâhir anlamın yanında ikinci bir anlamdır. İkincisinde ise yorum, zâhir anlama aykırı olabilir; ayrıca o tek anlamdır; ondan başka anlam yoktur.

Bu iki çeşitten işârî sufi tefsîr, şartları taşıdığından müfessirler tarafından sahih yorum olarak değerlendirilmiştir. Nazarî sufi tefsîr ise zâhir anlamla ters düştüğü, ilham ve keşf neticesinde elde edilen ledünni ilim yerine sufinin kendi şahsî fikrini yansıttığı ve zâhirî anlamı yok sayıp biricik sayıldığı için aşırı bâtınî yorum olarak telakki edilmiş ve kabul görmemiştir.

Ayrıca nazarî sufi tefsîr, Kur’ân’daki hurûf-ı mukatta’a başta olmak üzere cifr hesabıyla âyetleri, kehanetlere varacak, Kur’ân’ın zâhirine ters düşecek şekilde aşırı olarak yorumlamışlardır ki bunlar, müfessirler tarafından “bâtıni” ve “ilhadi” (sapkın) yorum kapsamında değerlendirilmiştir.

İşârî tefsîrin kabul görmesi için müfessirler, şu şartları ileri sürmüşlerdir:

1. Bâtınî anlamın, zâhirî anlama ters düşmemesi.
2. Bâtınî anlamın doğruluğunu teyid eden aklî veya naklî bir delilin bulunması.
3. Bâtınî manaya aykırı dini veya akli bir delilin bulunmaması.
4. Zâhirî mana olmaksızın sadece bâtınî mananın kastedildiğinin iddia edilmemesi gerekmektedir.

Müfessirler nazarında bu şartlara uyan işârî tefsîrin sahih te’vîl olarak kabul edileceği; uymayanların ise reddedileceği benimsenmiştir.

Bu bilgilerden sonra şimdi işârî tefsîrin, şartlarına uyan ve uymayan iki örneğini zâhir anlamlı tefsîrle karşılaştırmalı olarak görelim:

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ . 1 âyetinin zâhir anlamı, “karada ve denizde
fesad/bozgunculuk ortaya çıktı” (Rum (30), 41) şeklindedir. Bazı sufiler, âyetteki “kara” kelimesiyle insanın “bedenine”, “deniz” kelimesiyle de onun “kalb ve ruhuna” işaret edildiğini ifade ederek âyeti, “insanların yapıp ettiklerinden dolayı insanın bedeni, kalb ve ruhu bozulmuştur” şeklinde de tefsîr etmişlerdir.

Bu işârî yorum, âyete ters düşmediği, insanın kötü amelleri neticesinde kirlendiği ve kalbinin paslandığı şeklindeki âyet ve hadislerle desteklendiği, bu anlamın dînî delillere ve akla aykırı olmadığı; zâhirî anlam olmaksızın biricik yorum olarak da kabul edilmediği için müfessirler tarafından kabul görmüştür.

وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ . 2 âyeti zâhiren, “Allah, kesinlikle iyilerle beraberdir” (Ankebut (29), 69) şeklindedir. Bazı sufiler, âyetteki tahkik edatı “lam/ ل” ile, birlikte anlamına gelen “mea/ مع ” edatını birleştirip “aydınlatmak” manasını ifade eden “lemea/ لمع ” fiili olarak okumak suretiyle âyete “Allah, iyileri aydınlattı” anlamı vermişlerdir. Ancak biraz Arapça bilgisi olanların bile farkına varabileceği bu durum, âyetin manasını tamamen bozma anlamına geldiği için müfessirler tarafından bu mana batıl sayılmıştır.

En önemli işârî tefsîrler şunlardır: Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Tefsîru’l- Kur’âni’l-Azîm; Abdurrahman es-Sülemî, Hakâikü’t-Tefsîr; Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât; Necmüddin ed-Dâye, Bahru’l-Hâkaik ve’l-Me’ânî; Nimetullah Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l- Beyân.

Fıkhî Tefsîr Ekolü

Kur’ân’da itikâdî, ahlakî, iktisadî, kevnî vb. alanlarla ilgili âyetler bulunduğu gibi, ibadet ve hukukla ilgili âyetler de mevcuttur. Söz konusu âyetlere “ahkâm âyetleri” ismi verilmektedir. İbadet, muamelat (hukuk) ve ukubat (cezalar) ile ilgili olan bu âyetler, esasen Fıkıh (İslâm Hukuku) ilminin konusudur.

Bu ilim, Hz. Peygamber döneminden başlayarak gelişmiş, zamanla mezhepler oluşmuş; bunlar içerisinde Hanefi, Şâfiî, Maliki ve Hanbeli mezhepleri sistemleşerek günümüze kadar gelmişlerdir. Her mezhebin gerek metodolojik (usul) ve gerekse pratik düzeyde (fıkıh) zengin bir birikimi ve literatürü oluşmuş, temsilcileri ortaya çıkmıştır. Birinci kısma, usûl-i fıkıh; ikinci kısma da fıkıh denmektedir.

Fakihler, tefsîr alanında sadece Kur’ân’daki ahkâm âyetlerini tefsîr etme mantık ve mantalitesiyle yorum yapan bir akım geliştirmişlerdir. Bu akım, “fıkhî tefsîr ekolü”; literatürü de “Ahkâmü’l-Kur’ân” adıyla anılmaktadır. Fıkhî tefsîr, Kur’ân’daki ibadet, muamelat ve ukubat ile ilgili amele yönelik âyetleri yorumlayan akıma verilen isimdir. İlgili akımın konusu, ahkâm âyetleridir. Gayesi ise Kur’ân’ın hükümlerini ortaya koymak suretiyle insanların dünya hayatlarını düzenleyip ahiret mutluluğunu kazanmalarını sağlamaktır.

Fıkhî tefsîrler, yapısı itibariyle iki kısma ayrılmaktadır. Bir kısmı, Kur’ân’ın bütününü tefsîr etmekle beraber ahkâm âyetlerine ağırlık vermişlerdir. Bu tür tefsîrler, bilinen tefsîr geleneğindeki usûl ve teknikler yanında ahkâm âyetlerine daha bir yoğunluk vermektedirler.

Kurtubî’nin el- Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân’ı bunun en güzel örneğini teşkil eder. Diğer bir kısmı ise sadece ahkâm âyetleriyle kendini sınırlayıp bu âyetlerin tefsîrini yapanlardır. Bunların bir kısmı, sûre düzeni dikkate alınarak tertib edilmiş iken, bir kısmı da fıkhî konulara göre tasnif edilerek yazılmıştır. İbnü’l Arabî’nin Ahkâmü’l-Kur’ân’ı birinciye, Tahavî’nin Ahkâmü’l-Kur’ân’ı da ikinciye birer örnektir.

Meşhur olan bazı ahkâm tefsîrleri ve yazarları şunlardır: İmâm Şâfiî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Tahavî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân; İl- Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Ebubekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l- Kur’ân; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân; Sâbûnî, Muhammed Ali, Revaiü’l-Beyan fi Tefsîri Ahkâmi’l-Kur’ân.

ÇAĞDAŞ TEFSİR EKOLLERİ

Tefsîr ilminin genel yorumlama yöntemlerinin (dirâyet ve rivâyet) ve klasik tefsîr ekollerinin dışında 19. yüzyıl sonrasında Kur’ân âyetlerinin belli bir kısmıyla alakalı özel açıklama biçimlerine sahip yeni ekoller ortaya çıkmıştır. Bunların birçoğunun temelleri klasik dönemde mevcut olmakla birlikte sistemleşmesi ve müstakilleşmesi modern zamanlarda olmuştur. 19. yüzyıl sonrası gelişen bu akımlara, çağdaş tefsîr ekolleri denmektedir ki bunlar, konulu tefsîr ekolü, ictimâî tefsîr ekolü ve bilimsel tefsîr ekolüdür.

Konulu Tefsîr Ekolü

Arap tefsîr literatüründe “et-tefsîru’l-mevzûî” olarak geçen “konulu tefsîr”, Kur’ândaki bir konuyu, Kur’ân’ın temel hedef ve ilkelerine uygun bir şekilde belli usûller çerçevesinde bütüncül olarak araştırıp ortaya koyma yöntemine verilen isimdir.Konulu tefsîr yöntemi, sistematik bir yöntem ve ekol olarak çağdaş zamanlara ait olmakla birlikte pratik düzeyde yapılışı, Hz. Peygamber zamanına kadar uzanmaktadır.

Peygamberimiz, vaaz ve irşadlarında herhangi bir konuyu anlatırken, konuyla ilgili diğer âyetleri de zikrediyordu. Basit düzeyde de olsa bu durum sahabe, tabiun ve sonraki zamanlarda da devam etmiştir. Hatta aynı uygulama, Kur’ân’ın tamamını tefsîr eden bazı tefsîr kitaplarında da görülmektedir. Bu eserlerde de işlenen konu, ilgili başka âyet, hadis, sahabe sözü ve hâricî bilgilerle desteklenmiştir.

Konulu tefsîr yönteminin gelişmesinde bir kısım etkenler bulunmaktadır. Bunların bazıları şunlardır:

1. Kur’ân’ın temel amacıyla uygunluk: Kur’ân’ın kendine has bir üslubu vardır. Buna göre bir konu Kur’ân’ın farklı yerlerinde dağınık bir şekilde geçmektedir. Öte yandan temel hedefi ise mesajın insanlara ulaşmasıdır. Kur’ân’da bir konuyla ilgili bilgiler dağınık olduğu için mesajı ulaştırma amacı, bütüncül yaklaşım iddiasındaki konulu tefsîrin gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.
2. Müfessire bütüncül bir yaklaşımı kazandırması; hataya düşmesine engel olması.
3. Çağdaş problemlere çözüm arayışı: Modern hayat, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel birçok sorunu beraberinde getirmektedir. Bu tür sorunların herbirinin kapsamlı ve derinlikli bir çözümü, konulu tefsîr çalışmalarıyla mümkün olabilmektedir.
4. İslâm davetçisine yardımcı olması: İslâm’ı anlatmakla yükümlü olan ilahiyatçı, vâiz, imâm ve hocalara Kur’ân’daki bir konuyu bütüncül olarak sunmasıyla önemli bir fonksiyon icra etmektedir.
5. Oryantalistlerin Kur’ân hakkındaki iddialarına cevap verme: Konulu tefsîr yöntemi, oryantalistlerin Kur’ân tarihi ve içeriği ile ilgili ortaya atmış olduğu maksatlı iddiaları bütüncül olarak cevaplandırmaya imkân veren bir özelliğe sahiptir.

Konulu tefsîr yöntemi, temelde üç kısma ayrılmaktadır:

1. Kur’ân merkezli konulu tefsîr: Bu da kendi içinde şu kısımlara ayrılmaktadır:

a. Konu tefsîri: Bu, kavram tefsîrinden daha kapsamlı ve geniş çerçevelidir.
b. Kavram tefsîri: Bu ise konu tefsîrinden daha dar çerçevelidir.

2. Sûre merkezli konulu tefsîr: Sûre merkezli konulu tefsîr, iki kısma ayrılır:

a. Sûredeki tek konunun tefsîri.
b. Sûrenin tüm konularının tefsîri.

3. Âyet merkezli konulu tefsîr: Kur’ân’daki bir âyet merkeze alınarak onunla ilgili diğer âyetlerden; ayrıca sünnet, sahabe ve tabiun sözleri, başka müfessirlerin görüşleri ve sair referanslardan hareketle âyeti bütün yönleriyle inceleme şeklinde gerçekleştirilir.

Kur’ân merkezli konulu tefsîr yönteminin araştırma aşamaları şunlardır: Öncelikle Kur’ân’dan bir konu seçilir ve araştırılacak bu konuya doğru ve kapsayıcı bir isim bulunur. Sonra konu hakkında, önce birinci, ardından ikinci dereceden ilgili tüm âyetler tespit edilir. Tespit edilen âyetlerin önce Mekkî-Medenî ayrımı, sonra da nüzul sırasına göre tasnifi yapılır. Bütün malzeme gözden geçirilmek suretiyle konunun genel hatları çıkarılır; asli ve tali unsurları tespit edilir.

Bir anlamda çalışmanın sistematiği üst ve alt bölüm mantığı oluşturulur. Sistematik kurulduktan sonra konu, bütünlük içerisinde metin düzeyinde kurgulanır. Kurguda konunun temelini teşkil eden kavramsal alanının filolojik ve etimolojik açılımı, semantik incelemesi temel teşkil eder. Bunların yanında konuyla ilgili tarihî referanslar, kırâat farklılıkları, sünnet, sahabe-tabiun-etbau tabiin sözleri ve konuyla ilgili diğer yardımcı unsurlar dikkate alınarak yorumlar geliştirilir. Burada en önemli husus, âyet, hadis ve diğer malzemelerin doğru anlaşılması ve yorumlanmasına; rivâyetlerin ve bilgilerin sahih olmasına dikkat edilmesidir.

Sûre merkezli konulu tefsîr yönteminde ise şu aşamalar söz konusudur: Önce Kur’ân’dan bir sûre seçilir. Seçilen sûre hakkında genel bilgiler sunulur. Meselâ sûrenin adı, faziletleri, nerede indiği; nüzul sürecinde hangi sırayı aldığı, kaç âyetten meydana geldiği; sûrenin geneli veya âyet pasajlarıyla ilgili sebeb-i nüzul rivâyetlerinin neler olduğu ortaya konur. Bunlardan sonraki en önemli aşama, sûrenin amacını tespit etmektir ki bu da, ya sûre isminin anlamını veya sûrenin içerdiği konuları ya da sûrenin iniş zaman ve mekanını incelemekle ortaya konabilir.

Son olarak sûre, içerdiği konular açısından tasnif edilerek her bir konu detaylı bir şekilde incelenir. Konulu tefsîr çalışması, gerek Arap dünyasında ve gerekse ülkemizde en fazla önemsenen yöntemlerden birisidir. Hem ilgili ekolün yöntem ve tarihi; hem de bu yöntemle yapılan pratik yüzlerce çalışma mevcuttur. İlahiyat alanının tefsîr yüksek lisans ve doktora düzeyindeki çalışmalarının da en önemli kısımlarından birini teşkil etmektedir.

Pratik çalışmalar çok fazla olduğu için sadece konulu tefsîri yöntem olarak inceleyen çalışmalardan bazılarını kaydedelim: Müslim, Mustafa, Mebâhis fi Tefsîri’l-Mevzûî; Fuda, Mahmud Besyuni, et-Tefsîru’l-Mevzûî ve Menhecü’l Hakk fi Hidâyeti’l-Halk; Hicazi, Muhammed, et-Tefsîru’l- Mevzûiyye fi’l-Kur’âni’l-Kerim; Demirci, Muhsin, Konulu Tefsîre Giriş; Güven, Şahin, Konulu Tefsîr Metodu.

İctimâî Tefsîr Ekolü

İctimâî tefsîr ekolü, Kur’ân’ın bir hidâyet kitabı olduğui düşüncesinden hareketle mesajını doğrudan bütüncül olarak insanlara ulaştırmayı ve toplumdaki sosyal, siyasal ve kültürel sorunlara Kur’ân’dan çözüm üretmeyi amaçlayan akıma verilen isimdir. İctimâî tefsîr ekolünün en belirgin yönü, tefsîrde donukluğu ve durgunluğu aşmak; mesajın ötesindeki faydasız gramatik polemikler ve ileri detaylardan uzaklaşarak doğrudan mesaja yoğunlaşmaktır.

Bir diğeri ise yaşanan çağda ortaya çıkan problemlere Kur’ân çerçevesinde çözüm üretmektir. Dolayısıyla bu ekol, bir taraftan Kur’ân’ın mesajını insanlara iletmek, diğer taraftan da toplumda meydana gelen problemlere çözüm üretmek şeklinde çift boyutlu bir yaklaşıma sahiptir. Bu yönüyle vahiy-vakıa ilişkisini çift taraflı dinamik ve işlek bir yapıda sunan bir ekol olduğu söylenebilir.

Akımın ilk çıktığı yer Mısır’dır. İlk temsilcisi ise Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’tur. Ezher üniversitesi hocası olan Abduh, üniversitedeki derslerinde Kur’ân âyetlerini doğrudan mushaftan okuyup kendi birikimiyle âyetleri tefsîre çalışmıştır. Bu yöntemiyle diğer müfessirlerin etkisinde kalmamaya; Kur’ân’ın metninden hareketle ve Hz. Peygamber’in sünnetinden faydalanarak onun mesajını gayesine uygun bir şekilde doğrudan insanlara iletmeye özen göstermiştir.

Abduh, tefsîr yönteminde, tek tek kelimelerin sarf ve nahiv tahlillerine; cümle ve terkip düzeyindeki gramatik açılımlarına itibar etmez; bunların bir araç mesabesinde görür; sadece müşkil yerlerde bunlara müracaat eder; edebi ve belaği boyutlarını ihmal etmeden doğrudan âyetlerin içerdiği anlam ve ahkâma ağırlık verir. Bir taraftan da toplumda yaşanan sosyal, iktisadi, kültürel ve siyasi problemlere Kur’ân çerçevesinde çözümler üretmeye; fikri ve dini tartışmaları tahlil etmeye çalışır.

İlgili akımın ikinci temsilcisi, Abduh’un en gözde talebesi Reşid Rıza’dır. Hocasından etkilenen Reşid Rıza, Abduh’un derslerinde Nisa 145. âyete kadar tuttuğu notlardan hareketle Menâr isimli bir tefsîr yazmış, Abduh’un vefatından sonra kendi anlayışına göre devam ettirmiş, ancak tefsîri bitirememiştir. İlgili tefsîr, Kur’ân’ın ilk on iki sûresini ihtiva eden on iki ciltlik bir tefsîr olarak kalmıştır.

Bir diğer temsilci ise Mustafa el-Merâğîdir. Tefsîru’l-Merâğî ismiyle 30 ciltten oluşan bir tefsîr kaleme almıştır. Bu tefsîr, klasik dönem tefsîrlerinin yöntemlerine sadık kalmakla birlikte ictimâî problemlere çözüm üretme konusunda Abduh’u takip etmiş; büyük ölçüde onun görüşlerine yer vermiştir.

Bu ekolün en önemli temsilcilerinden biri de Seyyid Kutup’tur. İslâm dünyasında iyi bir edebiyatçı ve sosyolog olarak ün kazanan Kutup, edebi bir üslup içerisinde sosyolojik ve ictimâî izahlarla Fi Zilali’l-Kur’ân adlı tefsîrini yazmıştır.

Kutup, tefsîrinde Abduh gibi, kelime ve terkip tahlillerine girmeksizin Kur’ân’ın mesajını bütünlük içerisinde edebi bir üslup ile okuyucuya sunmaya çalışmış; sosyal problemlere kendince çözümler üretmeye gayret etmiştir. Kutup da aynı şekilde Arap dünyasından ve Türkiye’den birçok tefsîr âlimini etkilemiştir.

Kur’ân’ın ve İslâm’ın akla önem verdiğini öne çıkarmaya çalışmıştır. Bunlar, hidâyeti ve mesajı ön plana çıkarma bakımından müspet bir yöne sahip olmalarına rağmen fazla akılcılıktan dolayı bazı yanlışlıklara da düşmüşlerdir. Meselâ Abduh, Fil sûresinde ebabil olarak geçen kuşları sivrisinek; onların attığı taşları da mikrop şeklinde tefsîr etmiştir ki gerek tarih ve gerekse tefsîr kaynaklarının verilerine göre bu tefsîr makul ve muteber görünmemektedir.

İctimâî tefsîr ekolünün olumlu bulunan yönleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Körükörüne taklidi reddedip araştırma ve doğruyu bulma konusunda çaba gösterme.
2. Kur’ân mesajına engel olan ilgisiz ve faydasız bilgilerden, isrâiliyattan uzak durma.
3. Mezheplerin tesirinde kalmadan doğrudan ahkâma ve mesaja yönelme.
4. Kevnî âyetleri, pozitif bilimlerin ispat edilmiş verileriyle yorumlama.
5. Sarf, nahiv ve benzeri ilimleri bir araç konumunda görüp yeterince kullanma.
6. Belağatın anlamdaki fonksiyonuna binaen edebi dile ağırlık verme.
7. Vahiy-vâkıa ilişkisini büyük ölçüde gerçekleştirme; bir taraftan Kur’ânın mesajını insanlara iletirken, diğer taraftan da toplumda ortaya çıkan problemlere çözüm üretme.

Bunların yanında ictimâî tefsîr ekolünün eleştirildiği noktalar da vardır: Bunlar da şunlardır:

1. Pozitivizmin etkisinde kalarak akla gereğinden fazla önem verme; hatta bazen onu naklin önüne geçirme.
2. Buhari ve Müslim gibi muhaddislerin rivâyet ettiği bazı sahih hadisleri zayıf ve uydurma olarak niteleyip reddetme.
3. Âlimlerin sahihliğini tescil ettiği bir kısım âhâd haberlere itibar etmeme.
4. Lafızların zâhirine ters düşecek tarzda yorumlara gitme.

Bu ekole göre yazılmış tefsîrlerin en önemlileri şunlardır: Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr; Mustafa Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî; Kutup, Seyyid, Fi Zilali’l-Kur’ân.

Bilimsel Tefsîr Ekolü

Kur’ân’a göre âyetler iki türlüdür: Birincisi, kavlî (sözlü) ve kitabî (yazılı) âyetlerdir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi ise kevnî âyetlerdir; yani Allah’ın yarattığı evren, insan, hayvan ve bitkiler gibi tüm yaratıklardır.

Arap dünyasında “et-tefsîru’l-ilmî” ismiyle anılan akım, Türkiye’de “ilmî tefsîr” ve “bilimsel tefsîr” adlarıyla anılmaktadır. Ülkemizde ilim ve bilim kelimesi arasında, kullanım itibariyle ciddi bir ayrım bulunmaktadır. İlim, daha ziyade dini ilimlerle ilişkilendirilirken bilim, pozitivizmin etkisiyle daha çok pozitif ilimlerle ilişkilendirilmektedir. Bu yüzden “bilimsel tefsîr ekolü” ismi daha çok tercih edilmektedir.

Bu kısa bilgilerden sonra bilimsel tefsîri şu şekilde tanımlamak mümkündür: Bilimsel tefsîr, Kur’ân’daki evren, insan ve canlılarla ilgili kevnî âyetlerin, pozitif bilimlerin verileriyle tefsîr edilmesini amaçlayan akım ve ekole verilen isimdir.

Bilimsel tefsîr ekolünün ortaya çıkmasında teknoloji ve pozitif bilimlerin gelişmesi önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Kur’ân’ın gökyüzü, yeryüzü, insan, hayvan gibi unsurları araştırıp ibret alınmasıyla ilgili onlarca âyet de bu akımın gelişmesinde etkin rol oynamıştır. Meselâ “de ki yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın” (Ankebut (29), 20) “göklerin ve yerin melkûtuna… bakmadılar mı?” (Araf (7), 185); “(insanlar) devenin nasıl yaratıldığına, bakmazlar mı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltilmiş?

Dağların nasıl dikildiğine, bakmazlar mı? Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gâşiye (88), 17-20); “insanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz” (Fussilet (41), 53) gibi âyetler, kevnî âyetler konusunda insanın düşünmesini ve araştırmasını istemektedir. Bir bakıma bu âyetler, bilimsel tefsîrin başlangıçtan günümüze kadar yapılmasına teşvik etmiştir. 19. yüzyılda pozitif ilmin gelişmesi de bilimsel tefsîrin ekolleşmesi ve sistemleşmesini sağlamıştır.

Bilimsel tefsîrin, “dirâyet tefsîri”nin başlamasıyla birlikte pratik olarak başladığı söylenebilir. Özellikle Abbâsîler döneminde başlayan pozitif ilim ve Batı’dan tercümelerle İslâm dünyasında felsefe, astronomi, matematik, tıp, fizik, kimya gibi ilimler Kur’ân’daki kevnî âyetlerin tefsîrine de yansımıştır.

Tefsîr geleneği içerisinde kevnî âyetlerle ilgili her müfessir kendi zamanındaki pozitif bilimin verileriyle tefsîrler yapagelmişlerdir. Tarihte bilimsel tefsîr konusunda en önemli şahsiyet olarak Gazali gösterilmektedir. O, gerek İhya ve gerekse Cevahiru’l-Kur’ân adlı eserlerinde gelmiş geçmiş tüm ilimlerin Kur’ân’da bulunduğunu; Allah’ı ve Kur’ân’ı tanımak için bütün ilimlerin bilinmesinin gerekli olduğunu savunmuştur.

Gazali’den sonra Fahruddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb adlı tefsîrinde kevnî âyetleri yaşadığı dönemin bilimsel nazariye ve görüşlerine göre tefsîr etmiştir. Ebu’l-Fadl el- Mursî ve Suyuti gibi âlimler de bu yönteme tabi olmuşlardır.

Bu metot Suyuti’den sonra duraklama devrine girmiş, son dönemde Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim hakkı gibi bazı âlimler tarafından canlandırılmaya çalışılmış fakat yeterince geliştirilememiştir.Bilimsel tefsîr yöntemine karşı bazı eleştiriler yapılmıştır. Meselâ Şatibî, bilimsel tefsîre yönelen kişilerin sınırı aştığını; bütün ilimlerin Kur’ân’da yer aldığı iddialarının doğru olmadığını; sadece o dönemin Araplarının bildiği şeylerin var olabileceğini belirtmektedir.

Muhammed Hüseyin ez-Zehebi de, Kur’ân lafızlarına ilk muhatapların bilmediği anlamların verilemeyeceğini; bunun Kur’ân’ın icaz ve belağatına ters düşeceğini; bilimsel verilerin sabit olmadığından ve değişebilirliğinden hareketle Kur’ân’a karşı inancın zayıflayacağını ileri sürmektedir.

Emin el-Huli de, Kur’ân lafızlarının ve hükümlerinin evrensel ve değişmez olduğunu; bilimsel verilerin ise asırlara göre değiştiğini; Kur’ân’ın icazını ve geçerliliğini bu tür bir şeyle test etmenin anlamsızlığını vurgulamaktadır.

Eleştirilerin gerçeklik payı olmakla birlikte, her türlü bilimsel verinin Kur’ân’ın destekleyicisi olduğunu ileri sürmek ne derece yanlış ise, Kur’ân tefsîrini indiği döneme hasretmek de o denli yanlıştır.

İspat edilmiş ve doğruluğu kesinleşmiş bilimsel verilerle Kur’ân’daki kevnî âyetler tefsîr edilebilir; hatta bu şekilde doğru ve isabetli yorumlar yapılabilir. Burada kaçınılması gereken husus, henüz ispatlanmamış faraziyelerden, nazariyelerden uzak durmaktır. Böyle bir tefsîr yaparken doğruluğu kanıtlanmış bilimsel verileri esas almak gerekmektedir.

Bilimsel tefsîr ekolünün en önemli temsilcileri ve eserleri şunlardır: Cevherî, Tantâvî, el-Cevâhir fi Tefsîri’l Kur’ân; Ahmed Muhtar Paşa, Serairu’l-Kur’ân; Muhammed b. Ahmed el-İskendarani, Keşfu’l-Esrari’n- Nuraniyyeti’l-Kur’âniyye; Seyyid Abdurrahman Kevakibi, Tabâiu’l-İstibdâd ve Masariu’l-İsti’bâd.

Tefsîr Ekolleri – 6.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir