Tefsîrin Tanımı ve Niteliği – 3.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Tefsirin Tanımı ve Niteliği

Giriş

Tefsîr aslında beşerî bir metni değil, Yüce Allah’ın insanlığa indirmiş olduğu ilâhî bir metni açıklayan bir aktivite demektir. Bundan dolayı tefsîr ilmi en önemli ilimlerden biridir. Bu anlamda müfessir de sahip olduğu bilgi birikimi ve perspektifle sözü edilen bu kutsal kitaba yönelik önemli bir hizmeti ifâ ediyor demektir. Çünkü müfessir bir taraftan Kur’ân’ın ne dediğini diğer taraftan da ne demek istediğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Kur’ân’ın ne dediği onun lafızlarından, yani kelimelerin ifade ettiği sözlük anlamlarından, ne demek istediği de arka plandan, bir başka ifadeyle kelâmın içsel anlamından çıkarılabilmektedir.

Bu da göstermektedir ki isabetli bir tefsîr, metin sahibinin amacını doğru okumaktan geçmektedir. Amaç da metnin lafızlarında yer aldığına göre, bu durumda doğal olarak ilk önce sözcüklere ve kavramlara doğru anlamları yüklemek gerekmektedir.

İşte bu sebepledir ki müfessirler, kaleme aldıkları tefsîrlerinde evvel emirde kendilerini Kur’ân’ın arka plan anlamlarına götürecek söz konusu kelime ve kavram tahliline çok önem vermişlerdir. Çünkü her ilim kendisini sahip olduğu kavramlarla anlatmaktadır. Durum böyle olunca tefsîrin ne olup ne olmadığını anlamaya çalışanların da sözünü ettiğimiz bu kavramlara âşinâ olması gerekmektedir.

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

Tefsîr

Tefsîr kelimesi, ( فسر ) veya ( سفر ) kökünden gelen ( تفعيل ) vezninde bir mastardır. Her iki kök fiil de sözlük anlamı itibariyle keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelmektedir. Ancak Emin el-Hûlî’ye göre ( سفر ) kelimesi maddî bir keşif ve açıklama, ( فسر ) sözcüğü ise manevî yani anlamla ilgili bir keşif ve beyânı ifade etmektedir.

Bu ayırımdan hareketle denilebilir ki özellikle Kur’ân’ın anlamını açıklamaya yönelik olarak kullanılan tefsîr lafzı, ( سفر ) den değil ( فسر ) kökünden türemiştir. (Emin el-Hûlî, 1944). Tefsîr kavram olarak da kısaca, “Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etmek” diye tanımlanabilir.

Buna göre müfessir, Arap dili ve belâgatı ile ilgili bütün araçları kullanarak ve âyetleri çevreleyen her şartı dikkate alarak Allah’ın muradını ortaya koymaya çalışmak durumundadır. Bu da esasen doğruluğu kesin olan delillere dayanılarak yapılmalıdır.

Te’vîl

Te’vîl kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına dönmek anlamına gelen  (أول ) kökünden ( تفعيل ) vezninde mastar olup, döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak demektir. Ancak bu kelime Kur’ân bütünlüğü içerisinde farklı anlamlar ifade etmektedir:
1. Tefsîr, وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ /“Onun tefsîrini ancak Allah bilir” (Âl-i İmrân (3), 7),
2. Sebep, سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لمَْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا / “Hakkında sabredemediğin şeylerin te’vîlini/sebebini sana bildireceğim” (Kehif (18), 78),
3. Sonuç, ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا /“Bu daha iyidir ve te’vîl/sonuç bakımından daha güzeldir” (Nisâ (4) 59),
4. Rüyâ tabiri, وَقَالَ يَاأَبَتِ هَذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِنْ قَبْلُ /“Ve Yûsuf dedi ki: Babacığım! İşte bu daha önce gördüğüm rüyanın te’vîli/tabiridir” (Yusuf (10), 100) gibi. Terim olarak da “te’vîl, âyetin lafzî tahlilinden sonra ortaya çıkan manasını,  makul ve kuvvetli delillerle desteklenmiş olmak şartıylamuhtemel manalarından bağlamına en uygun olana çevirme” faaliyetidir.

İmâm Mâtüridî’ye göre te’vîl bir noktanın varacağı nihâî noktayı açıklamak demektir. Bu da İslâm bilginlerinin işidir. Halbuki tefsîr sahâbeye aittir; çünkü onlar Kur’ân’ın indiği dönemde yaşadıkları için âyetlerin açıklamalarıyla ilgili net bilgiler vermişlerdir. (Matüridî, 2003). Durum böyle olunca te’vîl rivâyete dayansa da ona aykırı olmayan anlamlardan biri tercih edilerek yapılmaktadır. Bu yüzden te’vîle konu olan nasslar için öngörülen manalar, tefsîr için söz konusu edilen nesnel anlamlar gibi değildir. Zira tefsîr, doğruluğunda şüphe olmayan sahih nakillere -Hz. Peygamber ve sahâbî sözlerine- dayanmaktadır.

Te’vîlin Şartları

1. Te’vîle esas olan mananın, mecâz yoluyla da olsa lafzın kendisine delâlet ettiği manalardan olması lazımdır.
2. Te’vîlin anlam yönüyle açık bir âyete ters düşmemesi gereklidir.
3. Lafzın ilk anda akla gelen zâhirî anlamının dışında başka bir mananın verilmesine imkân tanıyan dînî bir delile dayanması zorunludur.

Kuşkusuz, bu hususlar te’vîlin sahih olup olmadığını birtakım ölçülerle test etmeyi hedeflemektedir. Bu şartlara bakıldığında, söz konusu ölçülerin, dilin kendisine has kuralları, örfî kullanımı ve nassa dayalı delillerden ibaret olduğu görülmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki usulcüler nezdinde te’vîlin sıhhat derecesi, nesnellik (objektiflik) değeri son derece hassas ölçülerle belirlenmekte ve bu noktada özellikle dil kurallarına riayet etme şartına –her ne kadar kurumsal anlamda koordinatörlük yapabilecek bir mekanizma henüz geliştirilmemiş olsa da- çok büyük bir hassasiyet gösterilmektedir.

Te’vîlin Çeşitleri

Te’vîlin Müslümanların ondört asrı aşkın ilmî geleneğinde üç çeşidi mevcuttur. Bunlar, beyânî, burhânî ve irfânî te’vîldir.

1. Beyânî te’vîl: Bu yöntem, daha ziyade kelâmcıların, fakihlerin, müfessir ve dilcilerin kullandığı bir yorum yöntemidir. “Arap dilinin kuralları dahilinde hareket edilerek Kur’ân’dan anlamlar üretmek” olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu te’vîl tarzı bir tercih işidir. Yani beyânî te’vîl, bir içtihad yahut içtihâdî bir etkinlik demektir. İçtihâd da esasen yorumcunun (fakih, müfessir, müevvil/te’vîlci) ilâhî irâdeyi keşfetme çabası olarak algılanmaktadır.

Buna göre beyânî te’vîl kısaca, Kur’ânî nassların anlamlarını subjektif bir tercihle ortaya çıkarmak olarak ifade edilebilir. Böyle olduğu içindir ki bu nevi bir çaba ile ulaşılan sonuçlar, dogmatik bir içeriğe sahip olmayıp, her zaman için eleştiriye yani kabul ve redde açıktır. Çünkü sübjektif tercihe (içtihâd) konu olan bilgiler zan ifade etmektedir. Bu da sonuç itibariyle beyânî te’vîlin zannî olmasını gerektirmektedir. Zan da kesinlik ifade etmeyeceğine göre, beyânî te’vîl her zaman ve zeminde sorgulanabilir demektir.

2. Burhânî te’vîl: Burhânî te’vîlin İslâm düşüncesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd’dür. Bu yüzden söz konusu te’vîli İbn Rüşd’ün anlayışı istikametinde tanımlamak gerekmektedir. Hemen belirtelim ki söz konusu filozof Faslu’l Makâl adlı eserinde burhânî te’vîli, nassları bütünsellik içinde ele alarak, zâhirî manalarına uygun düşecek şekilde yorumlamaktadır.

Çünkü ona göre akılla elde edilen bilgiyle, vahiy yoluyla elde edilen bilgi asla birbirine ters değildir; aksine uyum halindedir. Bu uyum ya doğrudan nassın zâhirinden anlaşılan mana ile yahut da burhana dayanan te’vîllerle gerçekleşmektedir. Burhana dayalı olarak yapılan akıl yürütme, varlık hakkında bilgi verdiği gibi, nasslar da varlık hakkında bilgi verirler. Ancak bazen nassların bilgi vermediği durumlar da söz konusu olabilir. Şayet nasslarda herhangi bir konuda bilgi yoksa, o zaman burhana dayalı yorum yani aklî bilgi esas alınır.

3. İrfânî te’vîl: Bu te’vîl tarzı da tasavvuf erbâbının kalbine sezgi, keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür. Bu da, onların tedebbür, teemmül, tefekkür ve tezekkür gibi kavramlarla ifade edilen bir manevî tecrübeyi içselleştirmelerinin bir sonucudur. Yani mutasavvıflar Kur’ân okuyarak onun derin anlamları üzerinde düşünceye dalmak (tedebbür), dış dünyanın angajmanlarından (bağlantılar) olabildiğince sıyrılarak ilâhî ve ezelî hakikatler üzerine yoğun biçimde kafa yormak (teemmül), eşyanın yaratılış hikmeti yahut Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmek (tefekkür) suretiyle bu tür bir te’vîle ulaşabilirler.

Ancak tabiatıyla böyle bir te’vîl tamamen öznel (subjektif) tecrübelerle birlikte kalbe doğan işaret sayıldığı için, aslında onda nassların literal (sözlük) anlamını taşıyan ibâreye uygunluk aranmamaktadır. Böyle oldukları içindir ki sûfilerin bu tür irfânî te’vîlleri doğrulanabilir ve ispatlanabilir nitelikte değildir. Oysa bilginin doğrulanması son derece önemli bir özelliktir. Zira herhangi bir bilgiye doğru veya yanlış denilebilmesi için, tespit edilebilir ve başkalarına bildirilebilir olması gerekmektedir.

Tefsîr ile Te’vîl Arasındaki Farklar

İki kavram arasında bazı anlam farklılıkları mevcuttur. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Tefsîr, Hz. Peygamber ve sahâbeden geldiği için kesinlik arzeder; ancak te’vîl herhangi bir karîneden/delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih etmek anlamı taşıdığı için katiyet (kesinlik) ifade etmez. Çünkü kaynağı itibariyle tefsîr tevkifî/ilâhî beyanlara, te’vîl bireysel ictihâdlara dayalıdır.

2. Tefsîr, ekseriya âyetlerin lafızlarında, te’vîl ise manalarında görülür. Başka bir ifadeyle tefsîr lafzın gerçek anlamını ve konusunu beyan ederken, te’vîl lafızlarda kastedilen anlamları ortaya koyar.

3. Tefsîrde hakikate delâlet ettiği için ekseriyetle tek bir anlam, te’vîlde ise yoruma müsait olması hasebiyle birden çok anlam söz konusudur.

4. Tefsîr hakikat yoluyla lafızların zâhirî manalarını, te’vîl ise onların içsel anlamlarını ortaya çıkarmaktadır.

5. Te’vîl ekseriya semâvî kitaplarda kullanılır, tefsîr ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi bunların dışındaki kitaplarda da kullanılmaktadır.

Yapılan tanımlarda her ne kadar tefsîrle te’vîl arasında bir takım farklar gözetilmiş ise de günümüzde te’vîl yerine de tefsîr kavramı kullanılmaktadır. Kur’ân’ı açıklama ve yorumlama adına yazılan kitaplara tefsîr, söz konusu faaliyeti gerçekleştirene de müfessir denilmesi bunun bir kanıtı sayılabilir.

Tercüme

Kök itibariyle, dört harfli (rubâî) terceme ( ترجم ) veya üç harfli (sülâsî) receme (رجم) ) fiilinden türediği öne sürülen tercüme kelimesi sözlükte, “bir kelâmı bir dilden başka bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsîr ve beyân etmek, bir lafzı kendisinin yerini tutacak başka bir lafızla değiştirmek” gibi manalara gelmektedir. Tercüme kelimesinin zikredilen bu anlamları yanında başka manaları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Tercüme bir kimsenin yaşantısını ya da çalışma hayatında başından geçen olayları anlatması manasını ifade eder. Türkçe’de kullandığımız hal tercümesi bu anlamdadır.

2. Bir sözü, birisine ulaştırmak yahut bir insanı herhangi bir konudan haberdar etmek de aynı şekilde tercüme kelimesiyle ifade edilmektedir.

3. Ayrıca bir sözü söylendiği ya da tercüme edildiği dilde tefsîr etmek anlamına da gelmektedir. Abdullah b. Abbâs için Tercümânu’l-Kur’ân tâbirinin kullanılması bu sebebe dayanmaktadır.

Tercüme sözcüğünün sözlük anlamlarını böylece sıraladıktan sonra onu kavram olarak da şöyle tanımlayabiliriz: “Tercüme, bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmek” demektir. Bilindiği gibi sözü bir dilden diğer bir dile nakletmek, o sözün anlamını diğer dildeki kelimelerle ortaya koymaktan ibarettir.

Bu durumda tercüme edilecek dildeki sözlerin tüm mana ve maksatlarına bağlı kalmak ve tercümeyi buna göre yapmak gerekmektedir. Çünkü tercüme kendine ait usülleri ve ilkeleri olan bir analiz ve bir aktarım faaliyetidir. Tercüme kelimesinden türeyen bazı kelimeler de mevcuttur. Bunlar tercüman, mütercim ve mütercemdir. Tercüman, bir sözü şifâhen bir dilden başka bir dile çevirene denir.

Mütercim, herhangi bir dilde kaleme alınan bir metni yine yazılı olarak başka bir dile aktaran kimse demektir. Mütercem ise, Arapça’da ism-i mef’ûl (edilgen ortaç) olduğu için tercüme edilmiş, bir dilden diğer dile çevrilmiş şey anlamına gelmektedir.

Tercüme Çeşitleri

Tercüme iki çeşittir. Bunlardan biri harfi, diğeri de tefsîri tercümedir:

1. Lafzî tercüme, nazmında yani söz dizimi ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen tercüme çeşididir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Bu bakımdan çoğunlukla bu tür bir tercüme, asıl metnin anlamını çok zor aksettirmektedir.

Onun içindir ki bu tercüme tarzı edebî eserlerde özellikle Kur’ân-ı Kerim’de kullanımı son derece güç, hatta imkânsız görülen bir tercümedir. Meselâ إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لحََافِظُونَ (Hicr (15), 9) âyeti, “Şüphesiz Kur’ân’ı biz indirdik, muhakkak onu yine biz koruyacağız” şeklinde tercüme edilir. Halbuki söz konusu âyetin, وَإِنَّا لَهُ لحََافِظُونَ /“muhakkak onu biz koruyacağız” cümlesinde 3 tane te’kid unsuru vardır.

Bunlar, “inne/ إن ”, “te’kid lâm’ı/ ل” ve cümlenin, isim cümlesi olarak zikredilmiş olmasıdır. Belki bu te’kid unsurlarını gözeterek âyetin sözü edilen kısmını, “şüphesiz, muhakkak surette onu (Kur’ân’ı) biz kesin olarak koruyacağız” şeklinde tercüme etmek gerekmektedir. Ancak bu da aslın vecizliği ve fesâhatı karşısında bozuk bir tercüme olur.

Çünkü üç te’kid ifadesini arka arkaya sıralamak edebi üslup bakımından doğru değildir. Kaldı ki Kur’ân’da harfi tercüme tarzı ile çevrilmesi hiç mümkün olmayan âyetler de bulunmaktadır. Bundan dolayı rahatlıkla diyebiliriz ki Yüce Allah’ın mûciz bir kelâmı olan Kur’ân’ı, belâğat, fesâhat, icâz ve üslûbuyla başka bir dile harfi tercüme yoluyla tam ve doğru bir şekilde tercüme etmek mümkün değildir.

2. Tefsîrî tercüme, asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmekten ibarettir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.

Yani harfi tercümenin temel vasfı sayılan nazmında ve tertibinde asla benzeme şartı bu tercüme tarzında aranmamaktadır. Bundan dolayı tefsîrî tercüme, lafzî tercüme kadar zor bir tercüme değildir. İşte bu özelliği sebebiyledir ki günümüz tercümelerinde daha çok tefsîrî tercüme yapılmaktadır.

Bu söylediğimiz esasen genel anlamdaki tercüme için söz konusudur. Şayet Kur’ân’ın tercümesinden söz edilecek olursa, bu durumda zorunlu olarak harfî değil, tefsîrî tercüme akla gelir. Çünkü Kur’ân’ın pek çok harfi, edâtı, kelimesi farklı manalar ifade etmektedir. Yine Kur’ân’da pek çok edebî sanat vardır.

Bunlarla bazen aslî manadan başka anlamlar da kastedilmiş olabilir. Dolayısıyla bunları lafzî tercümeyle nakletmek mümkün değildir. O halde manaya sâdık kalınarak yapılan bu tercüme tarzında yani tefsîrî tercümede mütercim, asıl dildeki ifadeleri iyice kavradıktan sonra onlardaki anlamı başka bir dile kendi üslûbuyla aktarır. Aslına bakılırsa bu tercüme de Kur’ân’ın bütün manalarını, maksatlarını, sanatsal özelliklerini, söz dizimindeki letâfet ve güzellikleri ortaya koyacak nitelikte değildir.

Yani tefsîrî tercüme yöntemiyle Kur’ân bir başka dile aktarıldığı zaman da yapılan faaliyette bazı eksiklikler söz konusu olur. Çünkü ondaki söz sanatlarını, belâgat, ses, estetik ve mûsiki inceliklerini bir başka dile aktarmak hiç bir zaman mümkün görünmemektedir. Bunların dışında Kur’ân’ın hakkıyla tercümesinin yapılamayışının sebepleri arasında şu hususlar da zikredilebilir:

1. Kur’ân’ın fesâhatı, belâgatı, üslubu bakımından olan icazı onun nazmı vasıtası ile tecelli etmektedir. Tercüme ile bu nazım ortadan kalkınca Kur’ân’ın icazından da söz etmek mümkün olmayacaktır.

2. Kur’ân’ın nazmı, onun çeşitli kırâat vecihleriyle okunmasına imkan tanımaktadır. Bu kırâat vecihleriyle de çeşitli nükteler ve incelikler ortaya çıkarmak mümkündür. Kur’ân’ın tercümesi ise kırâat vecihlerine, dolayısıyla onların ortaya koyduğu nüktelere imkan vermemektedir.

3. Arapça’ya mahsus olan bir takım edatlar vardır. Bu edatlar, diğer kelimelerle kullanılınca çeşitli anlamlar, nükteler ve incelikler ortaya çıkmaktadır. Halbuki bu edatlar çoğu dillerde bulunmamaktadır.

4. Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut nazmı, onun çeşitli şekillerde irab edilmesine (tahlil yapılmasına) imkan vermektedir. Böylece Kur’ân’ın çeşitli incelikleri ve nükteleri ortaya çıkmaktadır. Tercümeyle bu durum da ortadan kalkmaktadır.

5. Kur’ân’da bir takım müteşabih âyetler bulunmaktadır. Bu âyetleri orijinal Arapça şekliyle anlamak bir hayli zordur. Bu durumda bu âyetlerin tercümesini yapmanın daha da zor olduğu çok açıktır.

Tefsîr İle Tercüme Arasındaki Farklar

Tefsîrle te’vîl arasında olduğu gibi, tefsîrle tercüme arasında da bir takım farklılıklar vardır. Bunları da şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Tercümeyle, asıl metinden müstağni olma kastedilir. Yani tercüme aslın yerine geçer ve artık asla ihtiyaç kalmaz. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr aslın aynı olmayıp açıklamasıdır. O, aslın yerine geçemediği gibi asıl ile irtibatını da kesemez.

2. Tercümede istidrat (daha fazla izah ve açıklama) mümkün değildir. Çünkü tercüme, ne fazla ne noksan, aslın tıpa tıp aynıdır. Lafza bakarak bundan şu mana da anlaşılabilir denemez; denilirse tercüme aslın aynı olmaktan çıkar. Tefsîr ise böyle değildir. Onda istidrat yapmak caiz, hatta bazen gerekli bile olmaktadır. Zira tefsîr bir beyan ve izah demektir.

3. Tercüme örf yönünden aslın bütün mana ve maksatlarına uygunluk manasını taşır. Tefsîr için böyle bir durum söz konusu değildir. Tefsîr aslın bütün mana ve maksatlarına uygun olma manasını ihtiva etmez.

4. Tercüme, teknik anlamda mütercimin naklettiği maksat ve manaların, tercümesi yapılan sözün ifade ettiği anlamlar olduğuna ve bu sözün sahibinin de söz konusu anlamları kasdettiğine dair bir güven duygusu vermelidir. Halbuki tefsîr böyle değildir. Ancak müfessirin yanında birçok delil bulunursa karşı tarafta böyle bir güven duygusu oluşur.

Meâl 

Bu kelime de te’vîl kavramı gibi evl ( أول ) kökünden türemiş mimli masdar ya da bir şeyin varacağı yer ve gaye manasında ism-i mekândır. Sözlükte bir şeyin özü, hülâsası ve âkıbeti anlamına geldiği gibi, eksik bırakmak manasını da içermektedir. Kavram olarak da, “bir sözün manasını tam olarak değil de, biraz noksanıyla ifade etmek” demektir.

Tercüme konusunu ele alırken de ifade ettiğimiz gibi Kur’ân hem lafız hem de mana yönüyle Allah kelâmı olduğundan, onu mükemmel bir şekilde, eksiksiz olarak tercüme etmek mümkün değildir. İşte bu imkânsızlık nedeniyledir ki yapılan Kur’ân çevirilerine, tercüme denilmeyip, onun yerine daha ılımlı ve yapılan işin mahiyetine daha uygun olan meâl kavramı kullanılmıştır. Çünkü bu kavram, yukarıda da belirtildiği gibi “eksik ve hatalı tercüme” demektir.

Kur’ân’ın tamamını içeren ilk meâl de (İtalyan müsteşrik Guidi’ye göre) hicrî 127 senesinde Berberice olarak kaleme alınmıştır. Buzurg b. Şehriyâr’a göre Kur’ân hicrî 270 yılında Hind diline çevrilmiştir. Zamanımıza ulaşan en eski meâl ise Farsça olarak Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh tarafından yaptırılmıştır. Bu meâl İran’da birçok defa basılmıştır. İlk Türkçe Kur’ân meâlleri 9. asırdan itibaren yapılmaya başlanmıştır. Batı’da ise en eski Kur’ân meâli, Latince olarak 1143 tarihinde hazırlanıp 1543 de İsviçre’de basılmıştır. Bundan sonra gerek Doğu’da gerekse Batı’da pek çok Kur’ân meâli hazırlanmıştır. Bildiğimiz kadarıyla çeşitli dünya dillerine yapılan Kur’ân çevirilerinin sayısı, şimdilik 159’dur.

Müfessir

Bu kelime ( فسر ) sülâsi/üçlü kök fiilinden ( تفعيل ) vezninde türetilmiş ism-i fâil, yani edilgen ortaçtır. Tefsîr eden, açıklayan anlamını ifade etmektedir. İslâmî ilimlerin önemli bir branşı olan tefsîre özgü bir kavramdır. Buna göre “müfessir, Kur’ân’ı başından sonuna kadar âyet âyet ele alıp belli bir yöntemle açıklamaya çalışan kişi” demektir.

Müfessirliğin Kriterleri

Süyûtî bu konuda bilgi verirken müfessirde aranan ilk kriterin sağlam ve sahih bir inanç olduğunu söyler. Ona göre bu kriter, tefsîrle ilgili olarak ileri sürülecek yöntemsel ve mekanik kriterlerden önce, Kur’ân’ı yorumlayacak kişinin müslümanlık açısından en temel özelliğini ortaya koymaktadır. Çünkü yöntemsel kriterleri herkes uygulayabilir.

Ancak bunları uygulayacak kişinin İslâm Dini açısından öncelikle sahih bir niyete ve kâmil bir imana sahip olması gerekmektedir. Aksi halde art niyetle hareket etmek her zaman mümkün olabilir. Bu temel kriterin dışında Süyûtî bir müfessirin; 1. lügat, 2. nahiv, 3. sarf, 4. iştikak, 5. meânî, 6. beyân, 7. bedîî, 8. kırâat, 9. kelâm, 10. fıkıh usûlü, 11. esbâb-ı nüzûl, 12. nâsih-mensûh, 13. fıkıh, 14. hadis, 15. mevhibe (ilham) ilmine âşina olmasını da şart koşmaktadır. Çünkü ona göre Kur’ân’ın dili Arapça’dır ve söz konusu kitap bir peygamber aracılığıyla ilk muhatap kitle olan ashâba indirilmiştir.

Son devrin yetiştirdiği önemli bir İslâm bilgini olan Ömer Nasûhi Bilmen de bu ilimlere ahlâk, psikoloji, sosyoloji, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih ve siyer ilimlerini eklemektedir. (Bilmen, 1973). Burada söz konusu edilen ilimler tasnifinden yararlanarak günümüz ihtiyaçları doğrultusunda bu ilimleri;
1. Arap dili ve Edebiyatı,
2. Kur’ân İlimleri,
3. Fıkıh,
4. Fıkıh Usûlü,
5. Hadis,
6. Sosyo-Kültürel Tarih,
7. Sosyal-Psikoloji,
8. Astronomi şeklinde sınıflandırmak mümkündür.

Tefsîrin Konusu, Gayesi ve Önemi

Tefsîr ilminin de tıpkı diğer ilimler gibi bir konusu ve gayesi vardır. Onun konusu Kur’ân, gayesi de Kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlamaktır. Zira insan dünya denilen mücadele alanında kendi kendine yeterli bir varlık değildir. Yani yaratılış gayesine uygun hareket tarzlarını belirlemesi ve cennete giden yoldaki tehlikelerden sakınması konusunda bir yol gösterici, bir mürşid, bir rehber olmadan insanın, sırf aklı ve duygularıyla hareket etmesi mümkün değildir.

Çünkü insana, her ne kadar hayır-şer, güzel-çirkin, doğru-yanlış arasında bir tercih yapma kabiliyeti ihsan edilmişse de, bununla beraber sorumluluktan hoşlanmayan bir nefis, hevâ (Furkân (25), 43) ve unutkanlık (Tâhâ (20), 115) gibi duygular da verilmiştir. Dolayısıyla insana başta, Allah’ın kendisinden ne istediği, iyi bir kul olmanın gereklerinin neler olduğu, imâna, adâlete, güzel ahlâka ve gerçekten saygı değer olmaya layık iken, iradesini Allah’ın rızası haricinde kullanması, menfi istikamete yöneltmesi ve ilâhî teklifin aksine hareket etmesi durumunda âhirette ne ile karşılaşacağı gibi hususların bildirilmesi gerekmektedir. Gerçi her akıllı insan kendi aklı ve düşüncesiyle bir yaratıcının olduğunu kavrayabilir.

Tefsîrin Gerekliliği

Kur’ân’ı tefsîr etmeyi zorunlu kılan bazı hususlar vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Bilindiği gibi semâvî kitapların sonuncusu ve en mükemmeli Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü o, Hz. Peygamber’e verilen ve yeryüzüne inişinden itibaren kıyamete kadar yürürlükte kalacak olan evrensel bir kitaptır. Ancak onun bütün âyetleri muhkem yani tefsîre ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve anlaşılabilir nitelikte değildir. Bir kısmı böyle olmakla beraber bir kısmı da tefsîre ihtiyaç duyacak âyetlerden oluşmaktadır. İşte bu özelliği sebebiyle söz konusu kitabın tefsîr edilmesi elbette ki zarurîdir.

2. Yüce Allah Hz. Peygamber’e, “Ey Peygamber! Sana Rabbinden gönderileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçilik görevini (insanlara) ulaştırmamış olursun” (Mâide (5), 67). “Sana Kur’ân’ı gönderdik ki insanlara indirileni onlara açıklayasın” (Nahl (16), 44) âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur’ân’ı tefsîr etmesini emretmiştir.

3. Kur’ân, ilk muhataplarının terim olarak anlamını bilmedikleri “salât/ الصلاة ”, “zekât/ الزكاة ” vb. birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar yüklemiştir. Bildiğimiz kadarıyla Kur’ân öncesi dönemlerde bu kelimeler lügat anlamında kullanılıyordu. Buna göre meselâ salât, dua etmek, yalvarmak ve bağışlanma dilemek demekti. Ancak İslâmiyet’ten sonra bu kelime Allah tarafından farz kılınan, belli vakitlerde yapılması istenen ve bir merasimden ibaret olan namaz ibâdetine isim oldu. Zekât da böyle idi.

İlk dönemlerde artma, çoğalma, arınma, temizlenme ve bereket gibi anlamlara gelirken İslâmiyet’le birlikte, dînen zengin sayılan kişilerin mallarından alınıp ihtiyaç yerlerine sarfedilen belirli bir pay olarak kavramlaştı. Bu durum, bir taraftan hicrî ikinci asırda el-vücûh ve’n-nezâir adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına zemin hazırlarken; diğer taraftan söz konusu lafız ve kavramlarla ilgili olarak yapılması gereken semantik tahliller, Kur’ân tefsîrine olan ihtiyacı gündeme getirmiştir.

4. Kur’ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle ibâdât ve muâmelât konularında hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak yalnızca Kur’ân metnini dilsel açıdan çözümlemekle mümkün değildir. Bunun için onu öncelikle kendi bütünlüğü içerisinde ele almak, ardından da Hz. Peygamber’in sahih sünnetinden, ashâbın şahsî tercihlerinden, esbâb-ı nüzûl rivâyetlerinden, kısacası ilk muhatapların yaşadığı tarihî ve sosyo-kültürel gerçeklikten hareket etmek suretiyle tefsîr etmek gerekmektedir.

5. Kur’ân’da mecâz, kinâye, istiâre ve teşbih gibi edebî sanatların yer aldığı da bir vâkıadır. Tabii ki bu tarz âyetler söz konusu sanatları iyi bilenler tarafından tefsîr edilmelidir. Çünkü bu sanatları sırf Arapça bilgisiyle kavramak mümkün değildir. Şayet Kur’ân-ı Kerîm’in sözü edilen sanatlarla ilgili yönü, bu konularda söz sahibi olan müfessirler tarafından ele alınıp incelenmezse, o zaman Kur’ân’ın mesajını anlamada sıkıntılar ortaya çıkabilir.

6. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca bilimsel hakikatler içeren kevnî (kozmolojik) âyetler bulunmaktadır. Sözgelimi Kur’ân’da yer verilen göklerin ve yerin yaratılışı (Enbiyâ (21), 30), kâinâtın genişlemesi (Zâriyât (51), 47), yer çekimi (R’ad (13), 2; Lokman (31), 10), dünyanın yuvarlaklığı (Nâziât (79), 30) ve deniz sularının birbirine karışmaması (Furkân (25), 53); Rahmân (55), 19-20) gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.

Bu nassları bilimsel keşiflerden istifade ederek tefsîr etmek gerekmektedir. Çünkü bu tür âyetler bir taraftan müminlerin imanını kemâle erdirmekte, diğer taraftan da inkârcıların hidâyete ermesine sebep olmaktadır. Bundan dolayı müslüman bilginlerin bu âyetlerin insanlığa ne demek istediğini açık bir şekilde ortaya koymaları gerekmektedir.

7. Kur’ân ulûhiyyet, nübüvvet, insan, ibâdet ve âhiret gibi temel konuları da ihtiva etmektedir. Bunlarla birlikte, Kur’ân’ın yer verdiği ikincil konuların hepsi bir tek küllî mananın etrafında dönüp dolaşmaktadır ki o da, insanları kendi hür irâdeleriyle Allah’a kulluğa çağırma olgusudur.

Şayet Kur’ân beşerî telif usullerine göre hareket edip her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, sözünü ettiğimiz bu temel gayeyi gerçekleştiremezdi. Çünkü bu durumda okuyucu akâid konularını bir bölümde, ibâdet ve âhiret gibi konuları başka bölümlerde okuyacak, bir sonraki bölüme geçtiğinde de öncekini yavaş yavaş unutmuş olacaktı.

İşte Kur’ân, muhataplarını hep teyakkuz durumunda tutmak için muhtevasındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır. Bir başka ifadeyle, çeşitli konuları merkezî bir mananın etrafına serpiştirerek bedendeki rûhun vücûdun her tarafına canlılık kazandırması gibi muhtevasını hep canlı tutmuştur. Bu yüzden Kur’ân’ın beşerî telif mantığına uymayan bu farklı beyân tarzını, onun asıl gayesine uygun olarak tefsîr edip bütün muhataplarının zihnine yerleştirmek gerekmektedir.

8. Herkes kendi anlayışına göre Kur’ân’a mana verirse bir çok hatalar meydana gelir ve hakikatler kaybolur. Bu nedenle onun ehlince tefsîri yapılmalıdır.

Tefsîrde Öznellik

Öznellik, özneye ait olmak, sübjektif hareket etmek demektir. Buna göre Kur’ân tefsîrinde öznellik, değişik sebeplerden dolayı nassların farklı biçimlerde algılanması ve yorumlanması anlamına gelir.

Kur’ân’dan Kaynaklanan Öznellik

Kur’ân’dan kaynaklanan öznelliğin bir takım sebeplerinden söz edilebilir. Bunları ana hatlarıyla şöyle sıralamak mümkündür:

1. Kur’ân-ı Kerîm, َاتٌ ? هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ءَايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَاِ /“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’ân’ın) bazı âyetleri muhkemdir, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir” (Âl-i İmrân (3), 7) âyetiyle içerdiği nassların bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğunu ifade etmektedir. Muhkem âyetlerin anlaşılması ve yorumunda herhangi bir problem söz konusu değildir. Ancak müteşâbih âyetlerde antropomorfik (insan biçimci) ve sembolik bir dil kullanıldığı için onları anlamada bazı sıkıntılar bulunmaktadır.

Bu yüzden müteşâbihâtın yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de zordur. Dolayısıyla müteşâbihler üslup ve içerik itibariyle insan zihninde çeşitli çağrışımlara ve değişik algılamalara yol açmaktadır.

2. Kur’ân-ı Kerîm, gaybî (metafizik) konulara da zaman zaman değinmektedir. Sözgelimi ölüm, berzah (kabir âlemi), ba’s (yeniden dirilme), haşir (mahşerde toplanma), yargılama, cezâ ve mükâfat, cennet ve cehennem gibi âhiretle ilgili temel kavramların söz konusu ettiği hususlar, Kur’ân’ın bildirdiği bazı gaybî haberlerdir. Kur’ân bunları anlatırken kendine özgü bir üslup tarzı kullanmaktadır. Anlatılanların muhataplar tarafından tecrübe edilme imkânı da olmadığı için, söz konusu nassların farklı yorumlanmaları mümkün olabilmektedir.

3. Kur’ân, indirildiği dönemin Arap toplumundaki bireysel ve toplumsal hayatla ilgili cevaplar, tespitler, öğütler, tavsiyeler, emir ve yasaklara yer vermiştir. Bu tür nasslar da yorumcunun farklı bir şekilde onları anlamasına ve te’vîl etmesine yol açabilmektedir.

Çünkü ashâbın dışındaki Kur’ân yorumcuları nassların tefsîrinde söz konusu tarihî referanslara müracaat ederek ilgili rivâyetlere ulaşsalar da âyetlerin nüzûl anını yaşamadıkları için sadece haberleri değerlendirebilmektedirler. Bu da ister istemez farklı algılamaların ve yorumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır.

4. Esasen Kur’ân, bütün insanlığa hitap etmektedir. Yani Kur’ân aynı zamanda bilgi, kültür ve anlayış seviyesi itibariyle sıradan insanlardan filozoflara, bilim ve fikir adamlarına kadar geniş bir kitleyi muhatap almaktadır. Kısacası Kur’ân’la uğraşan her insan kendi gerçeği doğrultusunda onda bir şeyler bulabilmektedir. Bir başka ifadeyle Kur’ân her muhatabı farklı bir açıdan kendisine çekmektedir.

Bu da onun bir din ve ahlâk kitabı olarak bütün insanlığı kucaklama hedefinin bir göstergesidir. Böyle olması sebebiyledir ki Kur’ân’ın anlam boyutuyla ilgilenen herkes gerek anlama gerekse yorumlama konusunda kişisel tercih ve yaklaşımlarda bulunmaktadır. Bütün bunların sonucunda Kur’ân’ın, hem lüzumu halinde sözün sahibine soramamaktan hem de üslubundan kaynaklanan birtakım sebeplerle öznel yorumlamalara açık bir metin olduğu söylenebilir.

5. Müfessirlerin farklı anlayışlara gitmesine yol açan önemli bir öznellik sebebi de Kur’ân’ın farklı kırâatlerle okunmasıdır. Bilindiği gibi bu kırâatlerin bir kısmı sahih bir kısmı da şaz olarak nitelendirilmektedir. Ancak ekseriyetin anlayışına göre şaz kırâatlerle Kur’ân okuma ve amel câiz değildir. Onun için biz burada sahih kırâatlerin Kur’ân tefsîrine yansıyan ihtilaflarını bir örnek üzerinden ele almaya çalışacağız.

Meselâ يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لَا
تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى
سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ
إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا

/“Ey İmân denler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de –yolcu olmanız durumu müstesnâ– cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelirse ya da eşlerinizle cinsel ilişkide bulunup, su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip (niyet ederek onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” (Nisâ (4), 43) âyetinde geçen lâmese fiilini kırâat imamlarından Hamza ve Kisâî elifsiz olarak sülâsiden lemestüm diğer kırâat imamları da, müfâale bâbından lâmestüm şeklinde okumuşlardır. Birinci kırâat şekline göre fiil dokunmak, diğer kırâate göre de cinsel ilişkide bulunmak anlamına gelmektedir.

Böylece Ebû Hanîfe lâmestüm şeklindeki kırâatı esas alarak söz konusu kelimenin cinsel ilişki anlamına geldiğini ve el ile dokunmanın abdesti bozmayacağını ileri sürmüş, İmam Şâfii de, lemestüm kırâatını tercih ederek, anne, kız kardeş, hala ve teyze gibi nikâhı ebedi olarak haram olanları istisna ettikten sonra, yabancı kadının herhangi bir yerine dokunmanın abdesti bozacağını iddia etmiştir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise, mutlak anlamdaki dokunma fiilini şehvetli veya şehvetsiz dokunma diye ikiye ayırarak, şehvetle dokunma sonucu abdestin bozulacağını, diğer şekilde bozulmayacağını savunmuştur.

Müfessirden Kaynaklanan Öznellik

Kur’ân’ın içerik, üslup ve metinsel özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Ancak şunu hemen belirtelim ki öznellik, doğası gereği Kur’ân’ı anlama ve tefsîr etme durumunda bulunan özne ile de yakından ilişkilidir. Burada söz konusu ilişkiyi doğuran birtakım sebeplerden söz edilebilir:

1. Müfessirler akıl, zekâ, kabiliyet ve bilgi birikimi yönünden birbirlerinden farklı seviyededirler. Bunun böyle olması da gayet doğaldır. Çünkü her insan, doğuştan gelen birtakım kabiliyetlere ve farklı bir zekâ düzeyine sahiptir. Dolayısıyla insanların zihinsel muhtevaları ve zihinlerinin işleyiş biçimleri farklıdır. Tabii ki bilgi seviyeleri de buna bağlı olarak farklı olacaktır. Hatta aynı ihtisas alanında çalışan insanların, -benzer bir eğitim sürecinden geçmiş olsalar bile- bilgi birikimleri ve donanımları aynı seviyede değildir. Bu durum müfessirler için de aynen geçerlidir.

Zira tarihe baktığımızda görürüz ki hem Kur’ân müfessirleri hem de kelâmcılar ve filozoflar kendi bilgi seviyeleri, kabiliyetleri ve anlayış güçlerinin farklılığı dolayısıyla Kur’ân’a değişik açılardan bakmışlardır. Günümüzde de bilgi seviyesi ve kabiliyet farklılığı, Kur’ân yorumcularını değişik sonuçlara götürmektedir. O halde Kur’ân’ı doğru anlamak ve yorumlamak için kendi kabiliyetine güvenen yorumcunun varlık hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı vardır. Çünkü varlık hakkındaki doğru bilgi, bir varlık kitabı olan Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında insana büyük avantajlar kazandıracaktır.

Kur’ân’ın dili olması hasebiyle Arapça ve ona dayalı bilimlerdeki maharet de bu hususta çok önem arzetmektedir. Bu yüzdendir ki İslâm bilginleri, müfessirlerin belli bir bilgi birikimine ve güçlü bir altyapıya sahip olmalarının gereğine işaret etmişlerdir. Zira bu konudaki yetersizlik müfessiri öznel tecrübe bakımından etkilemektedir. Doğal olarak bu da Kur’ân yorumunda farklılığa yol açmaktadır.

2. Ayrıca insanların farklı medeniyet, kültür, çevre ve ortamlarda sahip oldukları bilinç farklılığı da Kur’ân yorumcusunun öznel anlayışında etkili bir unsur olarak görünmektedir. Çünkü bilinci oluşturan söz konusu unsurlar değiştikçe insanların dünyaya bakışları ve eşyayı algılama biçimleri de değişmektedir.

Hatta bu bilinç değişikliği, iklim şartlarından ve coğrafi özelliklerden tutunuz, bilimsel, sanatsal, felsefî ve teknolojik faaliyetlere kadar pek çok alanda kendini hissettirmektedir. Bu durum tabiatıyla Kur’ân müfessiri için de geçerlidir. Çünkü insan sonuç itibariyle psiko sosyal bir varlıktır. Böyle olduğu içindir ki farklı bilinçlerin Kur’ân yorumunda da etkili olduğu anlaşılmaktadır.

3. İlk dönemlerden itibaren Kur’ân tefsîrinde başlıca iki eğilim söz konusudur. Bunlardan biri naklî, diğeri aklî yaklaşımdır. Tarihe bakıldığı zaman görülecektir ki başlangıçtan itibaren ortaya çıkan tefsîr hareketi her iki örneği de içerisinde barındırmıştır. Ancak her müfessirin naklî tefsîr malzemesine olan ihtiyacı sebebiyle olsa gerektir ki bu tefsîr şekline –tenkide açık bazı yönleri hariç– hiçbir zaman karşı çıkılmamış; buna karşılık hemen her dönemde aklî tefsîri câiz görmeyip ona karşı çıkanlar olmuştur.

İşte aklî tefsîrin yanında yer alma veya ona karşı çıkma olgusu, tefsîr geleneğinde doğal olarak farklı yorumların ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Bu olgu, daha başlangıçtan itibaren bir taraftan farklı anlayışların ortayaçıkmasına sebebiyet vererek çeşitli itikâdî ve fıkhî mezheplerin doğmasına zemin hazırlarken; diğer taraftan da aynı mezhep içerisinde yer alan âlimlerin farklı tercihlere yönelmelerine yol açmıştır.

4. Bilindiği gibi insan, olgular dünyasında yaşamaktadır. Yani o, bulunduğu dünyaya ve yaşadığı çevreye aittir. Bu sebeple içinde var olduğu anlam dünyasından koparak yorumda bulunamaz. Hele bu yaşam biçimi, belli bir inanç ve dini tecrübe ile çevrilmiş, aynı temel kültür kodlarını kullanan bir topluluk içinde gerçekleşiyorsa, onun etkisi elbette ki daha büyük olacaktır. İşte bu noktadan hareketle denilebilir ki tarih içinde siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel gelişme ve değişmeler, İslâm toplumunu belli fikir ve düşünceler etrafında gruplaşmaya götürmüştür.

Böylece ortaya çıkan düşünce grupları giderek kendi kanaat, inanç ve kabullerinin daha doğru olduğunu ispat edebilmek için, Kur’ân’a yönelmişler ve onun nasslarını bir anlamda kendi düşünce ve tercihlerini delillendirme yönünde yorumlamışlardır. Çünkü Kur’ân Müslümanların tartışmasız ana kaynağıdır. Her Müslüman âlimin kendi anlayışına ondan destek araması, esasen bu temel kabulün bir neticesidir. Dolayısıyla tarihte ortaya çıkan hemen her düşünce ekol ve grubu, kendi fikrini Kur’ân’a onaylatmak için öncelikle ona başvurmuştur.

İşte bu anlayış ve genel kabul Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında öznel düşüncenin doğmasına yol açmıştır. Halbuki Kur’ân’ın doğru anlaşılmasının olmazsa olmaz koşullarından biri, onu peşin bir fikre ve ön yargıya kapılmadan okumaktır. Çünkü peşin fikirlilik insanı gerçeği bulmaktan alıkoyabilir. Bu sebepledir ki Kur’ân’a başvuran kimsenin ya peşin fikirle hareket etmemesi ya da önceden sahip olduğu düşüncesini saplantı haline getirmemesi gerekmektedir. Aksi halde doğru yoruma ulaşmak zorlaşır, hatta imkânsız duruma gelebilir.

5. İslâm düşünce tarihi boyunca çeşitli ilim dallarına mensup din bilginlerinin, Kur’ân nasslarını yorumlama konusunda farklı bakış açısı benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruplar içerisinde kesinlikle kabul edilemeyecek nitelikte olanı, Kur’ân naslarının zâhirî tarafını hiç dikkate almayarak yalnızca bâtınî yönüne itibar etme anlayışıdır. İşte bu anlayışın tezâhürüne aşırı yorum denilmektedir.

Görebildiğimiz kadarıyla bu anlayış sahipleri, yoruma konu olan Kur’ân nasslarını nâzil olduğu dilin verilerinden ve nuzül ortamından koparmaktadırlar. Dahası nâzil olduğu zaman içerisinde ilâhî hitabın kime ne dediğinden, neyi niçin söylediğinden, ilk muhatap kitlenin ondan ne anladıklarından tamamen bağımsız bir yaklaşımla hareket ederek, Kur’ân’ı son derece sübjektif ve keyfi bir şekilde yorumlamaktadırlar.

Söz gelimi bazı Şiî müfessirlerin cehennemi, kendilerine düşman olan insanlardan kinâye olarak algılamaları; İhvân-ı Safâ’nın cehennem azabını, bilgisiz insanların bu dünyada çekmiş oldukları cehalet kaynaklı elem ve acılardan ibaret görmesi, bu tür yorum örnekleri arasında zikredilebilir. Ayrıca dinî metinlerdeki gerçek anlamların zâhirde değil, cevherle özdeş olan bâtında saklı olduğunu ileri sürerek, tüm Kur’ânî nassları bu mantık doğrultusunda yorumlamaya çalışan Bâtıniyye mezhebinden de örnekler verilebilir.

Meselâ Bâtıniyye’nin özgün mezhebî formu olan İsmâiliyye’ye göre namazın içsel anlamı, gerçekte imamla yani devlet başkanı ile bütünleşmektir. Dolayısıyla zamanının imamından yana şüphesi olan kimsenin kesinlikle namazı kabul değildir. Aynı şekilde oruç da zâhir ehli arasında susmak, sırları onlardan saklı tutmak ve bu sırları sadece hakikat ehline açmak olarak değerlendirilmiştir.

Çünkü onlara göre, فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْنًا V-فَإِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ أَحَدًا فَقُولِي إِنيِّ نَذَرْتُ لِلرَّحمَْنِ صَوْمًا فَلَنْ أُكَلِّمَ الْيَوْمَ إِنْسِيًّا /“Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben çok merhametli olan Allah’a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım” (Meryem (19), 26) âyeti bu düşüncenin temel delilidir. İsmâiliyye, hac ibadeti yapacak kimsenin Beytullah’ı ziyaret etmesini de imama bağlılık olarak yorumlamaktadır.

Zira söz konusu mezhebe göre bâtınî anlamda imam, Allah’ın evini yani Beytullah’ı temsil etmektedir. Bu yorumun delili de tevhid gerçeğinin, Kâbe’nin bâtınî sembolü olarak kabul edilen imamın içinde yer almasıdır.

Tefsîrin Diğer İslâmî İlimlerle İlişkisi

Kur’ân’ın anlaşılmasını temin etmeye çalışırken başta hadis olmak üzere siyer, tarih, Arapça, ahlâk vb. İslâmî ilimlerden yararlanan tefsîr, elde ettiği sonuçları Müslümanların itikâdî ve amelî hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan kelâm ve fıkıh gibi iki temel bilim dalına takdim etmiştir. Onlar da elde etmiş oldukları bu malzemeyi, kendi yöntemleriyle işleyerek Kur’ân eksenli bir hayat için altyapı oluşturmaya çalışmışlardır.

Ancak şu da bir gerçek ki tefsîr her ne kadar sözü edilen bu iki ilim dalı için malzeme temin etmiş olsa da normatif (kural oluşturan) bir yapıya sahip olmadığı için hiçbir zaman kural koymamıştır. Halbuki fıkıh ve kelâm normatif birer ilim olmaları sebebiyle kendi alanlarıyla ilgili kurallar koymuşlardır ve bu kurallar da Müslümanların itikâdî ve amelî yaşantılarına bağlayıcılık anlamında bir düzen getirmiştir.

Bu bakımdan yöntemleri ve ürettikleri sonuçlar ekseninde bakıldığında farklılıklar görülse de, dinin anlaşılması için başta tefsîr olmak üzere bütün İslâmî ilimler, üzerlerine düşeni hakkıyla yerine getirmeye gayret göstermişlerdir. Çünkü bütün din bilimleri Kur’ân merkezlidir. Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılması da hiç kuşkusuz onların sağlıklı bir biçimde yapılanmasını sağlamıştır.

Tefsîrin Tanımı ve Niteliği – 3.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir