Yeni İlm-i Kelâm – Kelama Giriş 6.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yeni İlm-i Kelâm

Giriş

Kelâmın temel konuları makâsıd, bunları temellendirmeye yarayan unsurları da vesâil olarak isimlendirilmiştir. Makâsıd sabit, vesâil ise zamanın gerekliliklerine göre değişikliklere uğramıştır. Vesâilin zamanın gereklerine uygun olarak değişebilmesi Kelâm ilminin esnek bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır.

Ne var ki Gazali ile başlayıp, Râzî, Amidî, Kâdî Beydâvi ile devam eden müteaahhirin döneminde belli bir aşamadan sonra şerh ve haşiyecilik dönemi başlamış, özgün eserler verilememiş ve İslam kelâmı uzun süren bir duraklama ve gerileme dönemine girmişti.

XIX. yüzyıla gelindiğinde özellikle de söz konusu asrın ikinci yarısında Batıdan İslam dünyasına yayılan ve her geçen gün etkisi daha çok hissedilen materyalist, pozitivist, determinist düşünce ve anlayışlara karşı Müslüman bilginlerin rahatsızlık duydukları bunlara karşı koyma adına zihinsel bir çabanın içine girdikleri görülmektedir.

Bu dönemde Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgânî, Seyyid Ahmed Han, Filibeli Ahmed Hilmi, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, İzmirli İsmail Hakkı, Abdüllatif Harpûtî gibi isimlerin bu alanda ön plana çıktıkları görülmektedir. Bu âlimlerin ortak kanaati klasik kelâm argümanlarıyla çağın pozitivist, materyalist akımlarına karşı konulamayacağı yönündeydi.

Yeni İlm-i Kelâm: Bütün şekilleriyle materyalizmi ve felsefi bir görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik teknikleri (Darwinizm, Freudizm) cevaplandıran, yeni felsefi cereyanları eleştirdikten sonra müsbet ilimden de istifade ederek, Allah’ın varlığını ispat eden, İslamın akâid konularını isbât ve izah ederek mukaddesâtı savunan bir ilim, olarak tanımlanmıştır.

KELÂMDA YENİLİK ARAYIŞLARI

Kelâm ilminde yenilik arayışları Batıda düşünce, sanat ve bilimde meydana gelen değişim ve dönüşümlerin İslam dünyasını etkisine almasından sonra ortaya çıkmıştır.

Batı Bilim ve Düşüncesindeki Değişim

Batı düşüncesi Rönesans’la birlikte yeni bir döneme girmişti. Bu dönemi farklı ve yeni kılan bilimde ve zihniyette yaşanan bazı değişim ve dönüşümlerdir. Bu değişimi sağlayan olayların en önemlilerinden biri Kopernik’in Dünya’yı merkeze alan Batlamyusçu evren görüşü yerine güneşi merkeze alan evren görüşünü ortaya koymasıydı.

Bilindiği gibi Arsito’nun ortaya attığı Dünya’nın sabit merkez olduğu; bütün gezegenlerin, yıldızların, Güneş ve Ay’ın dünyanın etrafında döndüğü anlayışı Batlamyusçu evren görüşü olarak bilinir.

Batlamyusçu evren görüşü neredeyse 1500 yıl hâkimiyetini sürdürdü ve Hıristiyan dünyasında Kopernik’in güneş merkezli evren görüşünü ortaya atmasına kadar fiilen varlığını devam ettirdi.

Kopernik (1473- 1543) Güneşin merkezde yer aldığını ve Dünya dâhil diğer bütün gezegenlerin Güneşin etrafında döndüklerini ortaya koydu.

Kopernik’in bu başarısını Kepler ve Galile’nin çalışmaları takip etti. Astronomi’yi fiziğin bir parçası olarak tanımlayan Kepler, fizik yasalarını gök cisimlerine uygulayan kişi olarak öne çıktı. Galile (1564-1642) ise teleskop kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemlerini yapan kişi olarak tarihe geçti.

Galile yaptığı gözlemler sonrasında sabit evren modeline ölümcül bir darbe indirdi. Ona göre Güneş merkezde yer almakta Dünya da Güneşin etrafında dönmektedir. Fakat bu anlayış Kopernik ve Kepler’le ortaya çıkan Kilise-bilim karşıtlığında son derece sert tartışmalara neden oldu ve Galile engizisyon mahkemesinin aforozundan artık görüşlerinden vazgeçtiğini söylemekle kurtulabildi.

Newton, gezegenleri neyin yörüngede tuttuğu, Dünyanın altındakilerin neden düşmediği gibi sorularla uğraştı ve daha sonra bilim tarihinde çok önemli yeri olan yer çekimi kanununu keşfetti. Newton, ağaçtan elmayı düşüren kuvvetin, aynı zamanda Ay’ı dünyamıza doğru çektiğini ortaya koydu. Ona göre bu yasa sayesinde gezegenler yörüngelerinde hareket ediyordu. Newton bu yeni keşfe “evrensel çekim yasası” adını verdi.

Francis Bacon (1561-1626) kendisine kadar her alanda kullanılan tümdengelim yöntemini eleştirerek bilimde takip edilmesi gereken yöntemin gözlem ve tecrübe olması gerektiğini savundu. O, her şeyde tümdengelim yöntemine dayandıkları için Aristo ve skolastikleri eleştirdi ve bu yöntemde akıl yürütmelerde kullanılan öncüllerin filozofların kendi yargıları olduğunu, tabiatta bunların herhangi bir gerçekliğinin olmadığını iddia etti.

Descartes kendinden önceki filozofları bilim ve matematiği bilmemekle, geçerliliği olmayan delilleri kullanmakla eleştirdi. Ona göre iyiyi kötüden ayırabilecek ve bilgide kesinliği verebilecek yegâne vasıta akıldır. O kesinliği sebebiyle matematiği kendisine model olarak almıştı. Kartezyen felsefenin kurucusu olan Descartes, ortaya koyduğu düalist anlayışla ilimde sekülerleşmenin meydana gelmesine de öncülük etti.

Batı bilim anlayışının oluşmasında zikredilmesi gereken bilim adamlarından biri de David Hume’dur (1711-1776). Hume duyuları bilgi elde etmenin tek vasıtası olarak gördü. Bundan hareketle de metafizik bilgiyi yanlış ve dayanağı olmayan bir nevi zihnî yanılma saydı. Hume’a göre metafiziğin bilmeye çalıştığı şeyleri bilmenin imkânı yoktur. Zira metafizik bilginin dayandığı aklın; tabiat olaylarını, kâinatın dayandığı aslı, amaç ve planını bilme imkanı yoktur.

Aydınlanma felsefesinin en önemli filozofu kuşkusuz İmanuel Kant’tır (1724-1804). Kant, bütün zihinsel çıkarımları reddeden Hume’den farklı olarak aklın tabiata karşı pasif olmadığını, aklın tecrübe ile gelen bilgileri kavramlaştırdığını söyledi. Ona göre duyularla kavranması mümkün olmayan sebeplilik, zaman ve mekân gibi bir alan mevcuttur ve bu alanın inkar edilmesi mümkün değildir. Kant duyuların ötesindeki bu alana numen, tecrübe ile bilinen dış dünyaya da fenomen adını verdi. Kant bu ayırımdan hareketle aşkın tasavvuru temsil eden numen dünyanın kesin bir şekilde bilinemeyeceğini iddia etti ve bundan hareketle aklın prensiplerine dayalı bütün teolojileri inkâr etti.

Bu bağlamda ontolojik, kozmolojik ve teleolojik delillerle Allah’ın varlığının ispatlanamayacağını iddia etti. Kant aşkın âlem ve Tanrıyı ifade eden numen alanla ancak ahlak vasıtasıyla ilişki kurulabileceği düşüncesindeydi. “İnanmaya yer bırakmak için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldım” diyen Kant’a göre insan sadece bilen bir varlık değildir, o aynı zamanda yapıp eden bir varlıktır. İnsana ne yapması gerektiğini bildiren şey de pratik akıldır. Ona göre dünyada mutlak iyinin var olması, ancak ahlaka uygun bir gücün varlığı ile mümkündür. Bu varlık da Tanrı’dır.

Hume’un her şeyi duyulara hasretmesi ve sebep-sonuç ilkesi dahil bütün ideleri reddetmesi, Kant’ın ahlaki alanda Tanrı’ya yer verse de metafiziği bilgi alanının dışına atması modern düşüncenin giderek sekülerleşmesini de beraberinde getirdi.

XIX. yüzyıla gelindiğinde yukarıda gelişim sürecini aktardığımız Rönesans, Aydınlanma hareketleri meyvelerini vermeye başladı ve Modernite olarak da anılan bir dönemi ve bu dönemde ortaya çıkan ideolojileri doğurdu. Bunları da kısaca izah etmek Yeni İlm-i Kelâm dönemi bilginlerinin kimlerle karşı karşıya olduklarının diğer bir ifadeyle hangi ideolojilerle mücadele ettiklerinin anlaşılması açısından uygun olacaktır.

Batıda Ortaya Çıkan Akımlar

Bu dönemde pozitivist, materyalist çok sayıda akım ve ideoloji ortaya çıktı. Bunlar dine karşı olmakla, ön plana çıkan akımlardı. Bunlardan özellikle İslam dünyasında etkili olanlardan bir kaçını zikretmek istiyoruz.

Pozitivizm

Pozitivizm, Auguste Comte (1798-1857) tarafından XIX. yüzyılda ortaya atılan felsefi düşüncenin adıdır. Comte insanlık tarihini, dinî, metafizik ve pozitif olmak üzere üç evreye ayırdı. Ona göre dinî evre fenomenlerin Tanrı ya da manevi nedenlerle açıklandığı evredir. Bu evrede insanlar her şeyi din ile açıklamaya çalışırlar ki bu evre Orta Çağ’a kadar devam eder.

Metafizik evrede ise olaylar soyut kuvvetlerle açıklanır, eşitlik, özgürlük gibi. Bu evre Orta çağ’dan başlayıp 1789 Fransız ihtilaline kadar devam eder. Pozitif evre ise insanın sadece gözlemlenebilene yöneldiği ve yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantıları incelediği bir evredir. Ona göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır.

Comte, bilim ile teoloji arasına kesin ayırımlar koyarak bilim ile dinin uyuşmasının mümkün olmadığını iddia etti. Comte sisteminin gereği olarak bütün dinleri inkar etmesine rağmen kültürel boşluğu doldurmak amacıyla yeni bir din ortaya koyma ihtiyacı hissetmiş ve “insanlık dini” adını verdiği bir din ortaya koyduğunu iddia etmişti. Bu dinin esası bilim, temel hedefi düzen ve ilerleme idi. Pozitivizm öncelikle Fransa’da ortaya çıkmış XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa’da; Latin Amerika ve Ortadoğu’da da XX. yüzyılın ortalarına kadar etkisini sürdürmüştür.

Darwinizm

Tekâmül nazariyesi olarak da adlandırılır. Evrim teorisi daha önce de bilinen bir teori idi. Darwin’in bu teoriye katkısı tabii ayıklama (selection) fikrini bu teoriye dâhil etmesidir. Darwin’in ortaya koyduğu bu teoriye göre canlılar arasında acımasız bir mücadele vardır.

Bu mücadele esnasında en güçlü olanlar hayatta kalırlar, zayıf ve güçsüz olanlar, yok olmaya mahkûmdur. İnsan da dönüşüm ve ayıklanma ilkesinin zorunlu bir sonucu olarak maymundan gelmiştir. Darwin bu görüşünü İnsanın Türeyişi adlı eserinde dile getirmiştir.

Darvincilik maddecilerin eksik kalan açıklamalarına belli noktalarda destek sağlamıştır. Nitekim Darwin’in hayat mücadelesi ve doğal ayıklanma ilkelerinin Marx’ın diyalektik ve sınıf mücadelesi görüşlerine etkide bulunduğu söylenmiştir.

Materyalizm

Materyalizm, maddeyi değişmez, aktif ve dinamik bir prensip olarak kabul eden, ruh ve düşünce gibi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu iddia eden ya da bunları inkar eden düşünce akımı olarak tanımlanır. Materyalistler, tabiatı esas aldıkları ve insanı da tabiatın bir parçası olarak gördükleri için tabiatçılar olarak da anılırlar. İslam dünyasında XIX. yüzyılda etkin olan materyalizm, tarihi materyalizmdir ki bu akımın öncüsü Karl Marx’tır (1818-1883).

Marx, Hegel’den mülhem olarak tarihi düzenli ilerleme esasına göre ilkel toplum, Asyatik toplum, köle-toplayıcı toplum, feodalizm ve kapitalizm olarak beş değişim ve dönüşüm aşamasına ayırır. Marx Communist Manifesto ve Das Kapital adlı eserlerinde kapitalist sistemin yıkılacağını, proletaryanın bir devrim sonucu yönetimi ele alacağını ve devletin olmadığı komünist toplumun oluşması için zemin hazırlayacağını iddia ederek tarihin materyalist yorumunu yapmıştır.

XIX. yüzyılda etkin olan pozitivist, materyalist ve Darvinci anlayışlar seküler, agnostik, şüpheci ve dine karşı mesafeli bir anlayışın yayılmasını beraberlerinde getirmişlerdir. Modernleşme sürecinde her ne kadar bu görüşlere karşı olan Pascal, Bergson gibi bilim adamları çıktıysa da özellikle XVIII. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle birlikte teknolojide yakalanan başarı, onların etkin olmasına fırsat vermemiştir. Bu dönemde pozitif-seküler anlayış; endüstri devrimi, şehirleşme ve makine hayatının getirdiği yeni başarılarla daha da hız kazandı. Batı dünyasında bu gelişmelerin İslam dünyasına yansıması kaçınılmazdı.

Bu yansıma neticesinde dinî hassasiyet sahibi insanlarda da rahatsızlıklar görülmeye başlandı. Batıyla bu şekilde karşılaşma, İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve bilimsel düzeyinin pek de iyi olmadığı bir dönemde gerçekleşmişti. İlk karşılaşmaları ve bu karşılaşmada İslam âlimlerinin takındığı tavrı ortaya koymak Yeni İlm-İ Kelâmın anlaşılması açısından uygun olacaktır.

YENİ İLM-İ KELÂMIN ÖNCÜLERİ

Acaba İslam dünyasının gerilemesinde, siyasi, askeri ve kültürel düzeyde başarılı olamamasında etkili olan husus ilim anlayışımız olabilir miydi? Bu bağlamda ilim adamlarının fıkıh, tefsir ve kelâmda yenilik arayışlarına çıktıkları görülmektedir. Fıkıhta içtihat kapısının açılması, tefsirde çağın gereklerine uygun olarak Kur’ân’ın tefsir edilmesi bir ihtiyaç olarak görülmüş ve bu alanlarda yoğun çalışmalar yapılmıştı.

Özellikle inkarcı akımların İslam dünyasına yayıldığı, dinin ve inancın tehdit altına girdiği bir dönemde İslam inancını sağlam delillerle ispat etme ve İslam inancına yönelen eleştirileri karşılama gibi bir hedefi olan kelâm’a bu dönemde her şeyden çok ihtiyaç vardı.

Ne var ki klasik kelâmın argümanlarıyla çağın materyalist akımlarının kullandıkları argümanlara karşı koymak mümkün görünmemekteydi. Bundan dolayı da kelâm ilminin zaman ve zemine göre değişebilen vesâilinin değişmesi gerekirdi. Bu ihtiyacı dile getiren bir çok âlim ortaya çıkmıştır.

Bunların bir kısmı Hindistan’da bir kısmı, Mısır’da bir kısmı da dönemin Osmanlı Türkiyesinde idi. Hint alt kıtasında Seyyid Ahmed Han, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, Muhammed İkbal, Mısır’da Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Osmanlı Türkiyesi’nde Abdüllatif el-Harpûtî, İzmirli İsmail Hakkı, Filibeli Ahmed Hilmi bunlardan bir kaçıdır.

Osmanlı

Abdüllatif el-Harpûtî (1842–1914) 

Abdüllatif el-Harpûtî, kelâm ilmi ile ilgili iki önemli eseri bulunmaktadır. Bunlardan biri Tarih-ı ilm-i kelâm diğer ise Tenkihu’l-Kelâm fi akâdi ehl’ilİslam adını taşımaktadır. Esasen Harpûti’nin Yeni İlm-i Kelâm bağlamında üzerinde durulması gereken eseri budur. Harpûti bu kitabı yazmasının gerekçesini Darü’l-Fünün İlahiyat Fakültesinde kelâm derslerini okuturken çağdaş bid’at sahiplerini cevaplayabilecek, inkarcıları susturabilecek özelliğe sahip bir kelâm kitabı bulamaması olarak açıklar.

Harpûtî’nin bu eserinin söz konusu ihtiyaca ne kadar cevap verdiği tartışılabilir. Fakat Harpûtî’nin bilim ve felsefede meydana gelen değişimlerin ve bilimin dine karşı kullanılmaya çalışıldığının farkında olduğu görülmektedir.

O din ile bilimin objektif kriterler kullanıldığında uzlaşabildiklerini, esasen İslam dinini zorda bırakacak verilerin bilimden çıkmayacağını ifade etmiştir. Bu bağlamda fizik ve astronomi ile ilgilenmiş bir kısım batılı yazarların ve Müslüman aydınların modernliğe dayanarak İslam’a ya da dinin kendisine yaptıkları ithamları geçersiz kılmaya gayret göstermiştir.

Bizzat kendisi mütekaddimin ve müteahhirin dönmelerinden sonra üçüncü bir kelâm dönemi başlattığını söylemiştir. Harpûtî, kelâm âlimlerinin madde ve kuvvetin yaratılmışlığı, maddenin hiçbir şey meydana getiremeyeceği, evrenin madde ve maddiyatla sınırlı olmadığı, görünenin dışında mana ve ruh âlemlerinin varlığı üzerinde durmaları gerektiğini söylemiştir. Özellikle felsefi konular işlenirken usûlü’d-dîne bağlı kalınmasını zorunlu görmüştür.

İzmirli İsmail Hakkı (1868–1946)

Yenilenme hareketinin Türkiye’deki en önemli temsilcisi İzmirli İsmail Hakkı’dır. Esasen bu dönemde buhrandan kurtulmak için iki farklı görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi ihyacılıktır ki temel hedefi; aslî kaynaklara dönerek, zaman içerisinde hem gelenek hem de modern Batı düşüncesi kanalıyla İslam’a sokuşturulan bir takım yabancı unsurları temizlemekti. Diğer görüş sahipleri ise modernist kanat olarak nitelendirilmekte idi ve İzmirli de Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan İslamcılık akımının modernist eğilimlere sahip kanadında yer alıyordu.

Namık Kemal, Musa Carullâh, M. Şemseddin gibi şahsiyetlerin içinde yer aldığı bu kanat, İslam’ın değer ve ilkelerini Batı’nın belirlediği modern düşünce kriterlerine göre yeniden yorumlamayı, İslam’ı modern düşünce ve kurumlarla kaynaştırmayı hedefliyordu. İzmirli ve onun gibi düşünenler sırasıyla Müslümanların saf bir inanç sahibi kılınmasını, eğitim- öğretim ve tasavvufun ıslahını, İslam dünyasındaki mevcut ahlak anlayışının değiştirilmesini ve cihat kavramının yeniden çok geniş ve kapsamlı şekilde anlaşılmasını gerekli görüyorlardı. İzmirli ve onun gibi düşünenler, dikkatlerini çağdaş medeniyete çevirerek asrın gerekleriyle dinin inançları arasında ahenk kurmaya gayret göstermişlerdir.

Onun Yeni İlm-i Kelâm adlı eseri ve bu eseri yazdıktan sonra Sebilurreşâd dergisine verdiği röportaj, buna yönelik özellikle Muhsin-i Fanî’nin gösterdiği tepki yine İzmirli’nin ona verdiği cevaplar yeni ilmi kelâmın ne olduğu, nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşlerini detaylı bir şekilde kapsamaktadır. İzmirli’ye göre kelâm ilmi İslamî ilimlerin anasıdır. Dolayısıyla kelâm ilmi sayesinde bir çok şey başarılabilir.

İzmirli yeni bir kelâm ilmine duyulan ihtiyacı şu şekilde dile getirmiştir: Mevcut kelâm ilmi başta Yunan feslefesine; sonra bu felsefeyi yaymak suretiyle İslami fikirleri ona yakınlaştırmak isteyen İbn Sinâ gibi İslam filozoflarının felsefelerine; ve en nihayet o zamanlar ortaya çıkan bid’atçi ve mülhid (inkarcı) fırkalara karşı ortaya konulmuştu. Bu gün bu ilmin muhatapları değişmiştir. Esasen İslam kelâmının muhatap aldığı Yunan felsefesi üç asırdan beri çöküntü içindedir ve yerini İngiliz, Fransız Alman felsefelerine bırakmıştır. Eski kelâmcıların muhatapları Thales, Anaxagoras, Empedokles, Demokritos, Sokrat, Eflatun Aristo oldukları için tabii olarak kelâm kitaplarında bunların isimleri zikredilirdi.

İzmirli’nin önemle üzerinde durduğu hususlardan biri de şudur: Ona göre İslam akaidi ile bağdaşmayan her türlü felsefi kanun reddedilmelidir. Bu konuda taviz verilmemelidir. Dolayısıyla kabul edilen bir delille kabul edilmeli, reddedilen de bir delille reddedilmelidir.

İzmirli’ye göre tabiat bilimlerinin ve astronominin doğrudan doğruya kelâm ilmine dahil edilmesi doğru değildir. Klasik kelâmcılar, muhatapları olan filozoflar tabiatı feslefelerinin bir parçası kıldıkları için bu kadar varlıkla, tabiatla uğraşmışlardır. Bugün yapılması gereken ise onların sonuçları ve kanunlarının incelenmesidir.

İzmirli, Kelâm ilminin canlı ve dinamik olmasını istemiştir. Onun için yeni ilm-i kelâm’da nesli tükenmiş İslam fırkaları, felsefe ekolleri yerine bu gün varlığını devam ettiren, tedvin edilmiş eserlere sahip İslam fırkaları, felsefe ekolleri ve onların görüşlerine ağırlık verilmelidir. Kelâm ilmi kesin ve ispat edilmiş kanunlara ters düşmemeli ve onları yok saymamalıdır.

Mısır

XVIII. yüzyılda Batı ile yakın temas içinde kalan İslam coğrafyalarından biridir. Napolyon’un Mısır’ı işgali (1798-1801) İslam dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Mısır’ın işgali üzerine gönderilen Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Napolyon’un Mısır’ı terk etmesinden sonra Osmanlıdan bağımsız bir biçimde Mısır yönetti.

Muhammed Abduh (1849–1905)

Abdûh Beyrut ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış daha sonara da Mısır’a dönerek Mısır müftüsü olmuştu. Sürgünde kaldığı dönemde Batı’yı tanıma fırsatı bulmuş, zamanla hocası Cemaleddin Efgânî’nin ideolojik ve siyasî çizgisini terk ederek uzun vadeli hedeflere yönelmiş buna paralel olarak tedrisatı yeniden düzenlemeye yoğunlaşmıştı.

Kelâm ilmi ile uğraşanların kelâm ilminin temel klasiklerini okumak yerine müteahhirin döneminin muhtasar kitaplarıyla yetindiklerini ve kelâm ilminin temel konularını kavramaktan uzak olduklarını dile getirir. Abduh’un yine yakındığı bir husus da öğrencilerin üretken olamamaları ve kendilerine ezberletilenlerle yetiniyor olmalarıdır.

Geleneksel kelâm eserlerinde ihtilaf konusu olan konulara değinmeyi, aslı ilgilendirmeyen meselelerle ilgilenmeyi pek hoş karşılamamış, toplumun ihtiyaç duyduğu konulara öncelik verilmesini istemiştir.

Hindistan

XVII. yüzyılda İngilizler iktisadi gayelerle Hindistan’a gelip East Indıan Company adlı bir şirket kurdular. Moğol İmparatorluğunun çökmeye başlamasıyla İngilizler bu şirket vasıtasıyla nüfuzlarını genişletmeye; Hindistan’ın yapısına ve Müslümanların sosyal-hukuki hayatına müdahale etmeye başladılar. Hindu- Müslüman ittifakıyla 1857’de İngilizlere karşı yapılan mücadelenin başarısızlıkla neticelenmesi sonrasında da İngilizler siyasi hakimiyeti ellerine geçirerek kendilerine ait bir hükümet kurdular.

Seyyid Ahmed Han (1817-1898)

Kelâm ilminde yenilik ihtiyacını ilk dile getiren kişi olarak bilinir. Yaşadığı dönemde Hindistan’ın içinde bulunduğu durum onu böyle bir anlayışa sevk etmiş olmalıdır. Ona göre klasik kelâmın muhatapları olan Yunan felsefeleri problemlere yaklaşımlarında tecrübe ve müşahedeyi değil aklî ve kıyasî delilleri kullanmışlardı. Dolayısıyla onlara akli ve kıyasi delillerle karşı konulmuştur.

Seyyid Ahmed Han’ın ortaya koyduğu yeni kelâma tabiatçı kelâm denilmiştir. Onun bu görüşlere gitmesinde modern bilimle temas içerisinde olmasının büyük rolü vardır. Öte yandan Seyyid Ahmed Han yeni kelâm anlayışını ortaya koyarken sadece Ehl-i sünnet kaynaklarıyla yetinmemiş Mutezile ve filozofların görüşlerinden özellikle o dönemde Hindistan’da çok ilgi gören Yeni Mu‘tezilecilikten önemli ölçüde yararlanmıştı.

Şiblî Nu‘manî (1857-1914)

Şiblî Nu’manî kelâm tarihi alanında yazdığı İlmu’l-kelâm adlı kitabının önsözünde eski kelâmın faydasız ve yetersiz olduğunu ifade etmiş ve yeni bir kelâma duyulan ihtiyacı dile getirmiştir. İlm-i Kelâm-ı Cedid adlı eseriyle de ihtiyaç duyulan kelâmı yazmıştır. Nedvetü’l- ulemâ adıyla kurduğu teşkilatın temel hedefini de önceki kelâmcıların Yunan felsefesine karşı yaptıkları gibi, ateizmin meydan okumalarına karşı metot bakımından yeni bir kelâm ilmi kurmak olarak belirlemiştir.

Şiblî Numanî yeni kelâm ilminin sahasının itikatla sınırlı olmadığı kanaatindedir. Ona göre geleneksel kelâm ilminde itirazlar yalnızca itikat esaslarına yöneltildiği için kelâmcılar yalnızca inanç konularını ele alıp savunmuşlardır. Günümüzde ise İslam’ın sadece itikat yönü değil, tarihî, ahlakî ve sosyal yönleri de saldırılara maruz kalmaktadır. Dolayısıyla kelâm ilminin bu konularla da ilgilenmesi, İslam dininin bu ilkelerini de savunması gerekmektedir. Ona göre İslam’ın bütünlüğü içinde işlevi olan her konu, kelâmî bir yaklaşıma muhtaçtır.

Bu bağlamda İslam’ın insan özgürlüğü kısıtlayıp kısıtlamadığı, kutsal metinlerin tarihsel olup olmadıkları, insan haklarıyla kadının sosyal konumu kelâm ilminde birer problem olarak ele alınıp işlenmelidir. Şiblî de Abduh gibi, kelâm ilminde anlaşılması zor mantık ıstılahları ve uzun mukaddimeler yerine açık ve sade bir şekilde temel konuların yer almasından yanadır.

Ayrıca aklın yanında kalp ve vicdanın tatmin edilmesi de hedeflenmelidir. Ona göre kelâm, İslam inanç esaslarını kolayca açıklayabilmek için kullanılan bir metottur. Bundan dolayı sadece Gazzâli ve Râzî değil, İslam’ı farklı bir üslupla fakat bütün ilkeleriyle takdim etmek isteyen Mevlana Celaleddin-i Rûmî (ö. 672/1273) de kelâmcı sayılmalıdır

YENİ KONULAR VE YENİ YAKLAŞIMLAR

Burada bu dönem alimlerinin ele alıkları konuları ve konulara yaklaşımlarını kısaca ele almakta yarar vardır.

Bilgi ve Varlık

Geleneksel kelâmda bilginin kaynakları akıl, duyu ve haber olarak belirlenmişti. Öyle görünüyor ki İzmirli bunları bilgiye ve hakikate ulaşmada yeterli görmektedir. Nitekim o,‘kelâmcılar hakikate ulaşmada dinî-şer’î metodu kullanırken hem his ve tecrübeye hem de akıl ve tefekküre yer vermektedir.

Ayrıca tecrübe ve tefekkürün yetmediği yerde doğrudan ya da dolaylı olarak sahih nakil kullanmaktadırlar. Bu metot zihni okşadığı gibi gönlü de hoş tutmaktadır’, demiştir. İzmirli’ye göre dinde aklın bilemeyeceği, ispat edemeyeceği şeyler vardır fakat aklın reddedebileceği bir şey yoktur.

Varlık konusu da yeni ilm-i kelâm eserlerinde detaylı bir şekilde ele alınmamıştır. Varlık konusunda diğerlerine göre Şiblî Nu’manî’nin farklı bir yerde durduğu görülmektedir. O, Newton’un maddeyi esas alan felsefesinden oldukça etkilenmiş görünmektedir. Maddenin sakımı kanununa oldukça bağlıdır.

Ulûhiyet

Allah’ın varlığı ve birliği esaslarına dayanan, son derece sade ve basit bir şekilde anlatılabilen bir inançtır. İslam inancında Allah’ın varlığı kadar birliği de önemlidir. Nitekim Mekke müşrik toplumu, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde bu inançları şirkten beri olmadığı için İslam tarafından kabul görmemişti. Bu durum klasik kelâmda da önemsenmiştir. Nitekim İslam kelâm ekollerinin ilki olan Mutezile tevhidi yani Allah’ın birliğini temel prensiplerinden biri haline getirmişti.

Yeni dönemin kelâmcılarından Muhammed Abduh, Allah’ın varlığının ispatında klasik imkan deliline başvurmuş, Seyyid Ahmed Han, sebeplerin sebebine giden felsefi delili kullanmıştır. Bu dönemde rağbet gören delillerden biri de gaye ve nizam delili ile fıtrat delilidir. Öyle görünüyor ki kelâmcılar her ne kadar geleneksel kelâm argümanlarının yetersiz olduğundan şikâyetçi olmuşlarsa da kendilerini o delilleri kullanmaktan alıkoyamamışlardır.

Muhammed İkbal Kant’ın etkisinde kalarak klasik kelâmcıların kullandığı, hudus, imkan, gaye ve nizam delillerinin hiçbirinin Allah’ın varlığını ispat etmediğini iddia etmişti. İzmirli ise İkbal’le görüşmemesine rağmen Kant’ın bu delillere yönelttiği eleştirileri incelemiş ve Kant’ın ortaya koymaya çalıştığı argümanların yetersiz ve çelişkili olduğunu ifade ederek bir anlamda İkbale de cevap vermiştir. Bununla birlikte bu dönemde şöyle bir anlayışın geliştiği de görülmektedir: Allah’ın varlığı felsefi bilginin konusu değil, tasdik ve imanın konusudur. Zira mantıki istidlaller ve ispatlar felsefi bir kesinlik ifade edebilir, fakat inanma, iman etme ve kesin kanaate ulaşma farklı bir şeydir.

Ulûhiyet bağlamında yeni dönem kelâmcıları, kelâm ilminin yeni muhatapları olarak kabul ettikleri materyalist ve pozitivist akımlara eleştiriler yöneltmişlerdir. İzmirli İsmail Hakkı kitabında bunlara geniş biçimde yer vermiş, materyalizmi ilmi araştırmaya tahammül edemeyen bir akım olarak nitelendirmiştir. Ona göre materyalizm, her ne kadar dışarıdan bilimsel görünüyorsa da iyice tetkik edildiğinde, bu akımın ilim ve tecrübeye zıt olduğu rahatlıkla görülebilir.

Örneğin materyalizm her şeyin temeli ve kaynağı olarak maddeyi görür. Oysa fizik alanında yapılan ve gerçekleştirilen gelişmelerle madde fonksiyonunu kaybetmiş onun yerini artık enerji almıştır. Dolayısıyla maddenin ezeli ve ebedi olduğuna dair iddianın bir geçerliliği kalmamıştır.

Peygamberlik

Yeni ilm-i Kelâm döneminde ise peygamberliğe yaklaşımın bölgeden bölgeye değiştiği görülmektedir. Batı düşüncesinin yoğun etkisinde olan Hindintan alimleri ile Türkiye ve Mısır alimleri birbirilerinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Şiblî Nu’manî ve Seyyid Ahmed Han geleneksel kelâm anlayışından farklı olarak peygamberliği Allah vergisi değil, çalışıp kazanma ile gerçekleşen bir şey olarak görmüşlerdir.

Buna karşılık İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abdûh ve öğrencisi Reşîd Rızâ geleneksel görüşü yani peygamberliğin Allah’ın bir bağışı olduğunu savunmuşlardır. Nübüvvet bağlamında tartışılan hususlardan biri de mucize’dir. Bilindiği gibi mucize, nübüvvetin ispatında kullanılan delillerden biridir. Mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin gösterdiği ve benzerini meydana getirmek hususunda muhataplarını aciz bırakan olağanüstü olay olarak tanımlanır.

Mucize, insanların benzerini getirmekten aciz olduğu bir hadise olduğundan Allah’ın fiilidir. Yakın dönem kelâmcılarının bir kısmı özellikle Hint Alt Kıtası’nda yaşayanları mucizeye farklı bakmışlardır. Örneğin Şiblî ’ye göre Allah’ın koyduğu âdetlerin bozulması ve mucizenin hârikulâde olması düşüncesi doğru kabul edilemez. Çünkü Allah tarafından takdir edilen ‘adetler yani tabiat kanunları değişmez.

Fakat tabiat kanunu olarak bilinen birçok husus aslında tabiat kanunu değildir. Öyleyse her önümüze gelen şeye tabiat kanunu diyemeyiz. Zira tabiat kanunlarına aykırı olayları aklın kabul etmesi söz konusu değildir. Bununla birlikte Şiblî, Kur’ânda geçen olağanüstü olayların akla aykırı olmadığı görüşündedir.

Bunların zamanla bilimsel keşiflerle gün ışığına çıkacağını ileri sürer. Seyyid Ahmed Han ise, hadîslerde geçen hissî mucizeleri inkar eder, Kur’ân’da geçen mucizleri de aşırı yoruma tabi tutar ve farklı anlamlar verir. Tabiat kanunlarının varlığı, etkinliği ve değişmezliği şeklinde katı bir determinizmi savunan Hint Alt Kıtası alimleri bu anlayışlarının Tanrı’yı dışlayan ateizm şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, canlı-cansız bütün varlıkların aşkın ve mükemmel varlık olan Allah’a yani sebeplerin ilk sebebine dayandığını ileri sürmüşlerdir.

YENİLİKLER VE FARKLILIKLAR

Klasik Kelâm Konularının İhmal Edilmesi

Klasik kelâm kitaplarında çok önemsenen bazı konuların yeni dönem eserlerinde ihmal edildiği, ele alınmadığı görülmektedir. Bu dönemin âlimleri Müslümanlara yarar sağlamayacak bilgi yığınlarını aktarmak yerine onlara fayda sağlayacak, onları harekete geçirecek bilgiler aktarmak istemişlerdir. Bu sebeple Gazzâlî ve sonrasındaki müteahhirîn kelâmcılarda görülen bilgi ve varlık konularına fazla yer vermemişledir. Ayrıca Aristo mantığı ve felsefesine yer vermeyerek onun etkisinin kırılmasını istemişlerdir.

Bu dönemin kelâmcılarının uzak durdukları konulardan biri de kader konusudur, onlara göre bu konulara girmek imanın bir gereği değil, zihni egzersiz ve felsefi yönden tatmin olma isteğinin bir sonucudur. Yeni İlm-i Kelâm kitaplarında az değinilen konulardan biri de meâd yani ahiret ve ilgili konulardır. Bu konulara da fazla girilmediği görülmektedir.

Eleştirel Zihniyetin Gelişmesi ve Mezhep Taassubunun Kırılması

İzmirli İsmail Hakkı, dinî metinler dışında hiçbir alimin görüş veya sözünün eleştiri dışı olmadığını vurgular. Bu anlamda mezhep farkı da gözetmez, bütün alimlere eşit mesafede durduğunu dile getirir. Buna benzer görüşler, Abduh, Şiblî ve Seyyid Ahmed Han’da da bulunmaktadır.

Nitekim Abduh, kendi dönemindeki insanların taklitçilik ve zihinsel donukluklarından şikayet ederek onların muhtasar kelâm kitaplarında gördükleri bilgilere Allah’ın veya Peygamber’inin sözüymüş gibi sarıldıklarını, onlara itiraz edildiğinde de ‘kitapta böyle diyor’ deyip işin içinden çıktıklarını söyler.

Şiblî Nu’manî fıkıhtakine benzer bir içtihat hareketinin kelâmda da yapılması gerektiğini dile getirir. Ona göre kelâm kitaplarında ‘inanç alanında taklit caiz değildir’ denildiği halde bu kural maalesef göz ardı edilmiş ve uygulanmamıştır.

Geleneksel Kelâmda Yer Almayan Konulara Yer Verilmesi

Edward Said’in ifadesiyle sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalistler sömürgecilik hedeflerini gerçekleştirmek için Doğu’nun kültür, dil, din ve tarihini irdeleyerek o toplumları çözecek, birlik ve beraberliklerini bozacak unsurlar tespit etmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda hak ve hürriyetleri gündeme getirerek İslam Hukukuna tenkitler yöneltmişlerdi.

Bu tenkitler Batılılaşmış aydınlar tarafından da dile getiriliyordu. Ayrıca bunlar esasen İslam dininden kaynaklanmayan İslam toplumlarının zaaflarını dillerine dolayarak İslam’ı kötülemek istiyorlardı. Bu dönemin kelâmcıları bir yandan İslam’ın insan haklarına verdiği önemi ortaya koymak için Kur’ân’da yer alan haklar manzumesini ortaya koymaya öte yandan önlerine konulan İslam toplumlarının imajının İslam’dan kaynaklanmadığı izah etmeye çalıştılar.

Bu bağlamda kelâmcıların şu hususları ön plana çıkardıkları görülmektedir: İslam insan hayatı ve yaşama hakkına büyük önem verir. İyice incelendiği zaman insana verilen değer ve ona tanınan haklar konusunda hiçbir düşüncenin İslam’la yarışamayacağı görülecektir. İkinci bir husus da şudur: İslam ırk üstünlüğü gözetmeksizin bütün toplulukları ve gurupları aynı statüde görür.

Hindulardaki gibi bir kast sistemi, Yahudilerdeki gibi bir ırkın üstünlüğü yoktur. Üçüncü bir husus da İslam tarihi boyunca Müslümanların diğer din ve topluluklara karşı gösterdiği hoşgörü ve müsamahadır. Bütün bunlar İslam’ın insan hakları konusunda yeterli bir donanıma sahip olduğunun göstergeleridir. Bu tür konular daha önceki kelâm kitaplarında yer verilmeyen konular olarak önümüze gelmektedir. Kadın hakları ve kadının sosyal konumuna ilişkin yapılan eleştirilere de cevaplar vermişlerdir.

Kelâmcıların buna ilişkin getirdikleri argümanlardan biri, kadının hukuki durumunun ilk defa İslam dini tarafından tespit edildiği şeklindedir. Nitekim Batı hukukunun temeli olan Roma Hukuku’nda, kadın kocasının mülkü olarak görülmüştür.

Dolayısıyla İslam’ın kadına bakışı daha üstündür. Ayrıca İslam kadına huzur hakkı vermiş, onu mirastan yararlandırmış, akrabalar arasında herhangi bir ayırıma gitmemiştir. Boşanma konusunda da İslam hem Yahudilikten hem de Hıristiyanlıktan daha iyi konumdadır.

İslam’ın Diğer Dinlerle Mukayesesi

Kelâmcılar öncelikle İslam’ın tevhit inancıyla diğer dinlerin Tanrı anlayışını karşılaştırmışladır. Buna göre diğer bütün dinlerin temeli tevhit olduğu halde bu dinlerde tevhit inancı şirkle karışmış ve bu inanç önemli ölçüde zedelenmiştir.

Tevhid esasını koruyabilen yegâne din İslam’dır. İslam’da Allah ile kul arasında herhangi bir vasıtanın kabul edilmemesi de İslam’ın ruhbanlığı esas alan Hıristiyanlık ve benzeri uygulamalardan üstün olduğunun delili olarak sunulmuştur.

İslam akla önem vermiş ve akıl ile naklin çatışmayacağını bildirmiştir. Bundan dolayı akli istidlal ve muhakemeye izin verilmiştir. Hıristiyanlık ve Yahudilik’te ise bilim ve din çatıştığından biri lehine diğerini bırakmak zorunluluğu doğmaktadır.

İslam’ın nübüvvet anlayışı da diğer dinlerin nübüvvet anlayışından üstündür. Zira İslam’da peygamberin beşer olduğu tespit edilirken diğerlerinde ilahlaşmış veya ilahtan bir parça olan peygamber anlayışı hâkim olmuştur.

DHBT Dersleri olarak Kelama Giriş dersimizin Yeni ilmi Kelam konusunun özeti tamamlanmış olup sitemize eklenmiştir.

AÖF ilahiyat ve DHBT çalışmalarınızda bu konumuzdan istifade edebilirsiniz.

Yeni İlm-i Kelâm – Kelama Giriş 6.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir