Beğenmediği fikir ve sahibine karşı Müslümanın tavrı nasıl olmalıdır?

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

DHBT SİTESİ– DHBT Dersleri sitesi olarak ilim adamlarına değer veriyoruz. Mümkün olduğu kadar farklı gündem ile ilgili bir konuyu farklı açılardan ele alan ilim ehli hocalarımıza soruyoruz. Okuyucuyu elimizde tutalım, nabza göre şerbet verelim gibi bir gayemiz yok.

Amacımız İslam Birliğine katkı sunmak. Sevilen, sevilmeyen; geleneksel veya gelenek karşıtı; akılcı, nakilci; mealci, hadisçi gibi ayrıma tabi tutmadan kendince İslam’a gönül vermiş herkesi sitemize konuk ediyoruz.

Öyle bir an geliyor ki yapılan yorumlara bakıp “Allah’ın yarattığı yeryüzüne adaleti getirecek, halife olacak Müslüman bu mu?” diyecek hale geliyoruz. 

Mesnetsiz yakıştırmalar, yaftalamalar, çamur atmalar, küfretmeler, hakaretler… Neler neler… Servet Hocam, İslam Hukukçusu bir muallim olarak Müslüman bir kimsenin kendi bildiği dışında farklı bilgi ve yorum karşısında Müslümanın tavrı nasıl olmalı?

Prof.Dr. Servet Bayındır – İslam dünyası geneli ve ülkemiz özelinde dün olduğu gibi bugün de maalesef düşünen, üreten, insanlığa söyleyecek bir sözü olduğu inancıyla (isabetli veya hatalı) fikirlerini yazılı veya sözlü olarak toplumla paylaşan insanlarımıza karşı genelde bir ön yargı var.

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Bu diğer alanlarda farklı, dini alanlarda da farklı şekilde dışarı vuruyor. Örneğin, bir insan yeni bir teknolojik ürün icat ettiğinde Batı’da bu kişi başarılı olup faydalı ürün geliştirsin diye teşvik edilip el üstünde tutulurken bizim kültürümüzde hemen karalama kampanyası başlatılır, bu icadın işe yaramayacağı, bu kişinin şarlatan, köşe dönme niyetlisi vb. olduğu ileri sürülüp eski köye yeni adet getirdiği iddiası ve ithamıyla kişinin hevesi kursağında bırakılır.

Nitekim Cumhuriyet sonrası yerli Uçak, Otomobil ve Motor üretimi çabasında bulunanların başlarına nelerin geldiği, bu projelerin nasıl akamete uğratıldığı, yabancıların bu işten nasıl karlı çıktıkları yaklaşık yüz yıl sonra resmi ağızlarca artık itiraf edilmektedir.

Aynı durum İslami ilimlerde de söz konusu…

YERLİ OLANA MİLLETÇE BİR ÖNYARGIMIZ VAR

Fıkıh, Tefsir, Hadis, Kelam veya benzeri başka bir alanda yeni ve orijinal bir fikri, bir çalışmayı yerli, bizden (Müslüman) bir ilim adamı ileri sürdüğünde onu o sözü söylediğine pişman ediyoruz.

Ama aynı fikri bir Batılı akademisyen söyleyip yazdığında ağzından inciler döküldüğünü ileri sürüp akademisyen adayı talebelerimizi dizinin dibinde bilimsel çalışmalar yapması, İslami ilimler alanında YL ve doktora çalışması yürütmesi için ona talebe olarak gönderiyoruz, bir de üstelik devlet olarak bu kişilere ve üniversitelerine öğrenci başına binlerce dolar para ödüyoruz. Oysa bu kişilerin çoğunluğu Müslüman bile değildir.

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Bir Japon asıllı düşünür olan T. İzutsu Kur’an-ı Kerim kavramlarından yola çıkarak, bizim tefsir usulündeki Kur’an’ın Kur’anla açıklanması (dirayet tefsir) metodunu yeni bir icatmış gibi yazıp piyasaya sürdüğünde onu tercüme edip Yüksek Lisans ve Doktora derslerimizin başucu kaynağı yaptık.

Fakat klasik dönemde mevcut olan bu görüşü güncelleyerek, günümüz diliyle yeniden gündeme getiren, Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an’ın içerdiği ilmi metoda dayanarak, öncelikle onun sahibi olan Yüce Allah’ın kendi kelamı, yani Kur’an ayetleriyle tefsir edelim diyen yerli bir alimimizi çok rahatlıkla Kur’ancı (ne kadar büyük bir suçsa(!), mealci, hadis düşmanı, şöhret düşkünü, gelenek muhalifi vb. olumsuz nitelemelerle kolayca mahkum edebiliyor, kitlelerin zihninde değersizliğe mahkum ettiriyoruz.

Dediğim gibi, bu bizim İslam dünyasının bir hastalığı. Bunu eğitimsiz insanların yapması anlayışla karşılanabilir. Fakat aynı tavırlar, bir ilahiyatçı akademisyen, bir Diyanet mensubu Din Görevlisi, bir MEB mensubu Meslek dersi öğretmeninden geldiğinde insanı daha fazla düşündürüyor.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Çünkü bu vasıflara haiz toplumsal sorumluluğa sahip insanların, keyfi şekilde, bir bilgiye ve en önemlisi sağlam delile dayanmadan her duyduğu yeni fikri ve dolaysıyla bu fikrin sahibini kafirlikle, sapkınlıkla suçlaması, reddetmesi ve hele ki aleyhinde propaganda yapması son derece acı bir durum.

Biz hutbelerde, kürsülerde başkasına kafir, müşrik, sapık denilemeyeceğini, şayet o kişi bu vasıflara sahip değilse bu ithamın söyleyene bumerang gibi geri döneceğini Hz. Peygamberimizin dilinden cemaatimize, muhataplarımıza sıklıkla anlatırız fakat bu hatayı en fazla biz işleriz.

Keyfi şekilde, bir bilgi ve delile dayanmadan yaptığımız bu tür haksız ithamların bir çetelesini çıkarsak halimiz nice olur bir düşünmemiz gerekir.

GELENEKSEL DÜŞÜNCE ÜRETENE DÜŞMAN

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Bu tür eleştiri yapanların, bu konuda ön plana çıkanların, ilmi birikim ve üretimlerine bakıldığında genelde geçmişteki bilgilerle yetinen, geçmişte üretilen bilgilerin kesin ve nihai olduğunu sanan, bunların artık eleştirilemez ve yenilenip güncellenemez olduğu kanaatini taşıyan kafa yapısına sahip kişiler oldukları görülür.

Bu tür insanlar kendileri yeni üretim yapmayan hep başkalarının ürettiklerini pazarlayan adeta birer (kötü) manav yahut bakkal rolünü oynamaktalar.

ÜRETMEYEN TOPLUMLAR PAZAR OLUR

Oysa düşünmezler ki, toplumlar her daim iyi üreticiye de güzel ve dürüst pazarlamacıya da ihtiyaç duyar. Herkes kendi görevini hakkıyla ifa ederse o toplumda huzur, saadet ve refah olur. Aksi durumda krizler sona ermez. O toplum üreten başka milletlerin zihinsel ve kültürel kölesi, mallarının pazarı olur.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Nitekim İslam dünyası bugün insanlığa herhangi bir katma değer üretememektedir. Çünkü üretenler tarihin belli bir döneminden sonra hep suçlanmış, itilmiş, kakılmış, hep dışlanmışlardır.

Oysa geçmişte eğitim kurumu olan medreselerden, günümüzde ise bunların yerine konmuş olan eğitim kurumlarından temelde üç şey beklenir ve istenir(di): Birincisi –hangi alanda eğitim veriyorsa o alanla ilgili- mevcut bilgi birikimini topluma aktarmak, ikincisi toplumun ihtiyaç duyduğu alanın uzmanlarını yetiştirmek ve üçüncüsü ve en önemlisi ise toplum için o alanla ilgili yeni bilgiler üretmektir.

Eski medrese vakfiyelerine bakıldığında bunların birbirinden ayrılmaz üç temel unsur ve hedef olduğu görülür. Nitekim İslam’ın erken dönemlerinde Suffe medresesi başta olmak üzere kurumlar bu üç fonksiyonu layıkıyla ifa etmişler, insanlığa muazzam bilgi birikimi üretmişlerdir.

Fakat üretim durup, üretilenle yetinme ve tüketim başlayınca İslam dünyası da gerilemeye yüz tutmuş ve bu bugünkü içler acısı sonuç ortaya çıkmıştır. Sultan Abdulhamid’in medrese ıslahı çabaları ve mücadelesi incelenirse o tarihte medresenin içine düştü durum daha iyi anlaşılır.

Bugünkü dini eğitim kurumlarının durumunu ise artık değerli okuyucularımız kıyaslasınlar….

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Tekrar başa dönersek, ortaya atılan her fikre şartlanmış şekilde olumsuz yaklaşıp hemen red ve suçlama pozisyonuna geçenleri, ben bindiği arabanın yahut kullandığı akıllı telefonun yeni modelini üreten firmayı suçlayanlara, eleştirenlere benzetiyorum.

Oysa hedef aynı, temel aynı, maksat aynı, o da bilginin güncellenmesi ve insanlığın o bilgiden daha kolay ve verimli istifadesidir.

Nitekim belli bir süre sonra yeni ürünleri almak için insanlar sıraya girmek durumunda kalıyorlar.

Örneğin bulunduğum bir mecliste çok iyi tanıdığım bir hoca hakkında “Hadis düşmanı” ithamında bulunulunca şöyle dedim: “Bu hocanın bütün dersleri internette mevcut. Allah rızası için açın başından sonuna kadar tüm derslerini ya da her hangi bir dersini izleyin.

Derste müracaat ettiği hadisleri sayın ve not edin. Sonra da Sünnet ehl-i diye bildiğiniz ve saygı duyduğunuz başka bir hocanın dersini izleyip sünnet açısından mukayese edin. Bakın bakalım hangisi dersinde daha çok hadise başvuruyor.

Hangisi Sünnet’e ve Sahabeye daha saygılı davranıyor, ilmi görüşlerinde Peygambere ve sahabeye itimat ediyor?”

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

GERÇEKLE KARŞILAŞMAKTAN KORKUYORUZ

Fakat arkadaşın tavrından pek de böyle bir mukayeseye gideceği işaretini almadım. Çünkü bizlerin bir hastalığı da gerçeklerle yüzleşmekten çekiniyoruz, kendi ayaklarımız üzerinde değil de kabul veya redlerimizi başkalarının fikir, görüş ve ideolojilerine dayandırdığımızdan karşılaşılacak gerçeklerin bu durumu yıkacağı ve temelsiz kalacağımız endişesi içerisinde yaşıyoruz.

Oysa tartışılmaz tek hakikat Kitap ve onun Hz. Nebi tarafından pratiğe aktarımından ibaret olan sahih Sünnet’tir. Bunlar dışındaki bütün görüşler kabul ve red bakımından eşit seviyededir. Delili sağlam olan alınır, olmayan reddedilir. Kime dayandırılıyor olursa olsun fark etmez…

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

DHBT DERSLERİ- Bunun İslam’da karşılığı ne? İnsanların şerefi, onuru her şeyidir. Hele bir ilim ehlinin… Bir ayet ve sahabe hayatından bir örnekle bu olaya bakacak olursak;

Üsame ibni Zeyd radıyallahu anhüma anlatıyor:

Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin erkenden onlara saldırdık ve yendik. Yanımdaki Medineli Müslümanla, bir Cüheynelinin peşine düştük. Biz üzerine yürüyünce adam ”La ilahe illallah” dedi.

Bunun üzerine arkadaşım ona dokunmadı, ben ise mızrağımı saplayıp adamı öldürdüm. Medine’ye döndüğümüzde bu olay Hz. Peygamber’in kulağına gitti.

Allah’ın elçisi bana, ”Adam ‘la ilahe illallah’ dediği halde onu öldürdün, öyle mi?” diye sordu.

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Ben, ”Ey Allah’ın Elçisi!” dedim. ”O adam canını kurtarmak için öyle söyledi.”

Resul-i Ekrem, ”Kalbini yarıp baktın da, canını kurtarmak için söylediğini mi anladın? La ilahe illallah sözü kıyamet günü karşına geldiğinde ne yapacaksın, söyle?” dedi.

”Ey Allah’ın Elçisi” dedim. ”Cenab-ı Hak’tan beni bağışlamasını dile.”

Ama o durmadan, ”La ilahe illallah sözü kıyamet günü karşına geldiğinde ne yapacaksın, söyle?” diyor, başka bir şey demiyordu.

Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ”Keşke ilk defa o gün Müslüman olsaydım, dedim” rivayeti ile

“De ki: Onda savaş, büyük bir günahtır. Allah yolundan engellemek, O’nu inkar etmek, Mescid-i Haram’a gidişi engellemek ve halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük bir günahtır.

Fitne ise, adam öldürmekten daha büyük bir kötülüktür” (Bakara 217) ayetini bir arada düşündüğümüz de nasıl değerlendirmeliyiz?

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Prof.Dr. Servet Bayındır– Tabi ki konunun hem uhrevi hem de dünyevi yönü var. Yüce Allah “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur”(İsra, 17&36); “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır” (Hucurat, 46/12) buyurur.

Hz. Peygamberimiz de aslını bilmeden, araştırmadan “kişiye her duyduğunu söylemesi (günaha düşürücü) yalan olarak yeter” buyurur(Müslim, 5/5).

ALİM HAKKI SÖYLEME SORUMLULUĞUNDA OLMALI

Alim her durum ve şart altında hakkı söyleme sorumluluğunda olan kişidir.

[better-ads type=”banner” banner=”8540″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Alim toplumun vicdanıdır, o şekilde davranmalıdır. Herkes sussa dahi onun susmaması gerekir. Yüce Allah Hakkı söylemeyip, gizleyen alimlerin Allah ve bütün lanetleyicilerin lanetine müstehak olacağını (Bakara, 2/159), hele bunu maddi menfaat beklentisiyle yapanların ise karınlarına ateş doldurmuş olacaklarını ve ahirette Allah’ın onlarla konuşmayarak yüzlerine bakmayacağını bildirir (Bakara, 2/174).

Dolaysıyla alim sorumluluğunda olan insanların fikirleri yanlış, uçuk, saçma gelse de bir an için bu sorumluluk bilinciyle söylenmiş olabileceklerini düşünmemiz gerekir.

Nitekim önde gelen mezhep imamlarının bir çoğunun fikirleri dönemin hâkim kamuoyu tarafından uçuk ve dine aykırı görülmüş, bu alimlerin bir çoğu hapislerde çürütülmüştür.

Hatta hemen tüm peygamberlerin baş muhalifleri dönemlerinin din adamları, yani dini bildiğini, bu konuda hassas olduğunu iddia eden kişiler olmuştur. Peygamberlerin hemen tümü eski köye yeni adet getirmekle suçlanmıştır.

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Günümüzde yeni fikir ve görüş ileri süren her alime hemen muhalefet eden, onu karalayan, ona karşı adeta saldırıya geçen insanlarımız, ilahiyatçılarımız, hocalarımız… acaba Hz. Peygamber’in geldiği dönemde yaşıyor olsalardı ona karşı nasıl bir tavır içerisinde olurlardı cidden merak ediyorum.

Bu kişiler, Hz. Muhammed’e elimizde Tevrat ve İncil varken bu Kur’an da nereden çıktı diye sormazlar mıydı?

SORGULAMAYANLARIN TAMAMI HAYSİYET CELLADI

Dolaysıyla hiç sorgulamadan, düşünmeden başkalarının dolduruşuna gelerek, insanların onuru, haysiyeti ve şerefi ile oynamak, haysiyet cellatlığı yapmak hiçbir müslümana, hele sorumluluk sahibi hiçbir kişiye asla yakışmaz.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Tabi ki “ben alimim” diye ortaya çıkan herkesin görüşünü kabul etmek, beğenmek durumunda değiliz.

O insanların kişiliği, onuru, haysiyeti ile uğraşmaksızın, beğenmediğimiz görüşün aksi delillerini açık ve net bir şekilde ortaya koyarak çürütebiliriz, şayet hatalı ise çürütmeliyiz de.

Çünkü insan ne kadar alim olursa olsun hatadan münezzeh değildir.

İlmi tenkit ve eleştiri alimlerimizin hataya düşmelerini önler, düşülen hatadan bir an önce dönülmesini sağlar.

Ben şahsen daha önce verdiği fetvadan, gelen iyi niyetli ciddi ilmi eleştirilere haklılık vererek dönen alimlere şahidim. Fakat işin içine nefis sokuldu mu o alim kişiyi de kendi bulunduğu gettoya hapsediyorsunuz.

Hatta bu kişiye hiç de niyetleri iyi olmayan gruplar sahip çıkıp, bu sisli havadan istifade yoluna gidebiliyorlar.

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

DIŞLANANLAR, KARŞIT GRUPLARCA KULLANILIYOR

Örneğin, siz egemen olduğunuz bir medya grubunda bir alime ambargo uyguladığınızda, onun kitaplarını dağıtmadığınızda, onun yetiştirdiği öğrencilerin atamalarında engel çıkardığınızda bu işten nemalanmak isteyen başka medya grupları, başka ideolojik gruplar bu kişileri ekranlara çıkarıp ustalıkla kendi davaları için kullanmaya çalışabiliyorlar.

Ondan sonra da “falan hoca falan medya grubunda neden yazıyor?”, yahut “o medya grubunun ekranlarına neden çıkıyor?” diye şikayete başlıyoruz.

Oysa, sormuyoruz ki “biz bu hocayı bizim medya organlarımızda neden göremiyoruz?”

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Şayet kendimize güveniyor ve görüşlerimizde de samimi isek çıkarıp bütün eleştirilerimizi yapalım, hatalı olduğu noktaları ilmi gerekçeleri ile ortaya koyup uyaralım ve bu şekilde o insana da iyilik yapmış olalım.

Yok onun fikirleri haklı ise o zaman biz görüşlerimizden vazgeçip hakka talip ve tabi olalım. Fakat biz böyle yapmıyoruz. Ya görüşlerimize güvenmediğimiz için, ya da gerçeklerle yüzleşme cesareti ortaya koyamadığımızdan büyük bir pişkinlik ve vurdumduymazlıkla bazı kişilere ambargo uyguluyor böylece başımızı kuma sokarak problemleri halledeceğimizi sanıyoruz.

ALİMLER SUSTURULURSA MEYDAN CAHİLLERE KALIR

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

İşin dünyevi boyutuna gelince o daha somut ve açık şekilde gözümüzün önünde duruyor. Biz toplumun vicdanı olan, gerektiğinde muhalefeti temsil eden, haksız durumlar karşısında onların vicdanlarına hitap edip içlerindeki koru bir nebze olsun hafifletecek olan alimlerimizi suçlama, itibarsızlaştırma ve sindirme yolunu seçerek köşelerine, küçük dar çevrelerine hapsedince meydan; yakmaz kefen satan, yahut şifa niyetine idrar içiren şarlatanlara ya da başka bir takım sol ve ateist ideoloji mensubu örgütlere kaldı.

Yaklaşık 30 yıl öncesi, yani 1980’leri hatırlarsak, o dönemde her bir alim, her bir vaiz, hatta her bir selatin camisi imamı toplumun gözünde bağımsız birer din alimi, istek, arzu, sevgi ve nefretlerini ilgililere aktaran toplumun vicdanı konumundaki kişiler olarak algılanıyorlardı.

Adeta her biri birer parti lideri gibiydi.

Laikliğin en katı uygulandığını düşündüğümüz o tarihlerde dahi alimlere bugünkü kadar toplumsal baskı, linç kampanyası yürütülmüyordu.

Herkes meşrebine göre bir alimin izini takip ediyor ve böylece dini anlamda bir kaosa sebebiyet verilmiyordu.

Fakat bu alimler çekilip yerlerine yenileri gelmeyince, gelenlerin büyük kısmı hem resmi hem gayri resmi kurumlarca susturulup köşelerine hapsedilince, az bir grup da yaygın yaklaşımların adeta propagandisti olunca içinde yaşadığımız musibetlerle karşı karşıya kaldık.

Örneğin, Güney Doğuda gençlerin idol olarak kabul ettikleri kişiler artık alimler değil, özerk yönetim anlayışını dillendiren terör destekçileri oldular.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

KABESİZ GENÇLİĞİN BİRDEN FAZLA KIBLESİ OLDU

Batı bolgelerinde ise gerçek alimler susturulunca yerlerine kıbleleri Amerika veya başka Batı başkentleri, yahut cüzdanları olan ne idüğü belirsiz kişiler boy göstermeye, gençlerin zihinlerini bulandırmaya başladılar.

Kur’an’da “Recm, Kölelik, Cariyelik, Dininden dönenlerin yahut Esirlerin öldürülmesi yoktur” diyen hocalarımıza karşı ağza alınmayacak en ağır ithamlar yapıldı. Fakat Allah, bu ithamları yapanları İŞİD denen örgütle imtihana tabi tuttu.

ÜMMET, IŞİD İLE İMTİHAN EDİLİYOR

Bugünlerde başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere İlahiyat çevreleri İŞİD’i ortaya çıkaran dini ve felsefi arka planı araştırmakla uğraşıyorlar. Diyanet İşleri Başkanımız dünyaya çağrı yapıyor “gelin bu belanın üstesinden gelelim” diye.

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Oysa “İŞİD’in yaptığı uygulamaları daha dün İslam’da yoktur” diye eleştirenler sapık olarak ilan ediliyordu ki buna bizzat ben de maruz kalmışımdır. İlgili kurum ve mensuplarımız başta olmak üzere bu durumdan ders çıkarıp bir an önce bu aymazlıktan, pervasızca ilim adamlarının haysiyeti ile oynama yanlışlığından vazgeçmemiz gerekiyor.

FİKİRLER, DELİLLERLE ÇÜRÜTÜLÜR

DHBT DERSLERİ – Bir Müslüman bu durumda nasıl davranmalı?

Prof. Dr. Servet Bayındır– İnsan karşılaştığı her yeni fikre şartlı yaklaşmamalı. Bu fikir ister çok sevip saydığı isterse sevmediği kişiden gelsin fark etmez.

Allah Teâlâ hep ayetlerinde Sultana, Furkana vurgu yapar. Peygamberimize hasımlarıyla mücadelede onların delilleri varsa ortaya koysunlar der.

Dolaysıyla bundan bizim de ders almamız lazım. Bir fikri kabul veya red etmeden önce iyice dinleyip, anlamalıyız. Daha sonra delillerine bakıp lehte ve aleyhteki delilleriyle değerlendirmeliyiz.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Şayet hoşumuza gitmeyen ama ispat veya çürütme noktasında delillendirme güç ve kapasitesine sahip olmadığımız, yani karar vermekte tıkandığımız bir konu ise bu durumda o görüşü kabul etmesek dahi, bu fikir sahibinin de kendince haklı olabileceğini düşünerek en azından suçlayıcı, incitici bir tavır içerisine girmemiz gerekir.

ZEBANİLERE DÖNÜŞMEMEK GEREK

Bu kişi hatalı ise zaten hesabını Allah’a verecektir. Görüşü isabetli ise mükafatını Allah’tan alacaktır. Bizler Allah’ın yeryüzündeki zabıtalığına, cehennem zebanileri rolüne kendimizi koymamalıyız.

Toplumda alim diye bilinen insanların da en azından bizim gibi bir ana-babanın evladı olduğunu, bu vatanda doğup büyüdüğünü, bu kültürün mensubu olduklarını düşünerek onların da din ve vatan uğurunda en az bizim kadar samimi olabileceklerini varsaymalıyız.

[better-ads type=”banner” banner=”8866″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Kısacası, bir gazetecinin ifadesiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamalıyız”.

“O zaten sapıktır, zındıktır, sahtekârdır, dinin yüzkarasıdır, bid’at ehlidir…” demek bir Müslümana ve hele sorumluluk sahibi kişilere asla yakışmaz.

Aksine bunu söyleyen kişilerin itibarını düşürür.

Dolaysıyla “evet” yahut “hayır” derken delilli ispatlı olmalıyız. Çünkü kişi bilinçli şekilde “evet” veya “hayır” dediği oranda insandır.

Belçika’ya Müslüman kardeşlerimizle bir sohbete gitmiştim. Bir camide vaazdan sonra bana, “Hocam, Hıristiyan’ın kestiği yenir mi?” diye soru soruldu. Ben de, “Usulüne uygun kesilmişse, yani ölü falan değilse yenir” dedim. Bu cevabımı duyan bir başka cami görevlisi bir mecliste, “Hocam, siz Hıristiyanların kestiğinin yenilebileceğini söylemişsiniz” diye eleştiri getirdi.

Ben de “Ben demiyorum. Maide Suresi 5. ayeti diyor, gel birlikte okuyalım” dedim. Yaklaşık on beş kişinin bulunduğu bir ortamda ayeti açtık, baktık, “Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı.

(Kendilerine) Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir” yazıyor. Hoca efendi ayeti okudu, “Böyle bir şey olamaz” deyip kızdı ve kalkıp gitti. Çünkü yıllardır “bunlar gavur, bunlar kafir, bunların kestiği et yenmez…” deyip Müslümanlara yanlış bilgi vermişler.

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

SEKTÖRLEŞEN DİN, HAK İNKARCISIDIR

Bu sayede kendilerine kasaplık ve benzeri maddi kaynak sağlayıcı sektörler oluşturmuşlar. Menfaatlerine ters gelen bir durumla karşılaşınca ayete dayansa dahi kolaylıkla reddedebiliyorlar.

Çünkü din Allah’ın ayetine değil başkalarından duyma kulak dolgusu bilgilere, malumata dayanır olmuş. Bereket versin ki bu kişi Diyanet görevlisi değil, ücretle tutulmuş sıradan sivil bir şahıstı.

Aksi durumda kendisiyle birlikte tüm kurumu zann altında bırakacaktı. Bu yanlış bilgi kim bilir kaç Hıristiyan’ın İslam’dan soğumasına neden olmuş, kaç müslüman bu fetva nedeniyle Müslümanlığına vesile olacağı Hıristiyan’dan uzak durmuştur. İnsanlarla ülfet etmeden dini anlatmak nasıl mümkün olur?

Karşıdaki adama senin yediğin bana göre necistir, senin kestiğini yemem derken karşıdakinin ne kadar aşağılandığını keşke anlayabilseydi bu arkadaş…

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Oysa Yüce Allah Hz. Nebimize “Eğer o müşriklerden biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır.

Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir”(Tevbe, 9/6) buyurarak müşriklerin Allah’ın kelamını işitip ibret almaları için imkan hazırlamamızı emrediyor.

Maalesef, bu örnek hepimiz için geçerli.

HER YAPILANIN BİR SONUCU VE SORUMLULUĞU VAR

Bilmeden konuşurken kimleri dinden soğutuyor, kimleri dinden ediyor veya kimleri ulaşacağı ilimden alıkoyduğumuzun veya kimlerin ulaştıracağı bilgilere engel olduğumuzun farkında bile değiliz.

Bu konuda hiç unutamadığım bir başka örneği okuyucularımızla paylaşmak istiyorum. Şu anda bir İlahiyat Fakültemizin duayen hocalarından, medyada da tanınan bir hocamızla bir toplantıda idik. Akran olan hocalar eski hatıralarından, fakültedeki öğrencilik dönemlerinden bahsederken bu hocamız şöyle dedi:

DİRENÇ GÖSTERDİĞİNİZ ŞEY, SİZE SUNULAN BİR FIRSAT OLABİLİR

“Erzurum Atatürk Üniversitesinde okuduğum o yıllardaki kaçırdığım fırsata hala yanarım. O da şudur: (Yanılmıyorsam) 1976’lı yıllarda dönemin ünlü alimi Muhammed Hamidullah her hafta bizim sınıfın hem yanındaki salonda konferans verirdi Biz dersten çıktığımızda “Muhammed Beidullah (Allah düşmanı) konuşuyor” diye aramızda nefretle o salona doğru bakar Hamidullah’ı ve onu dinleyenleri çekiştirirdik.

[better-ads type=”banner” banner=”8654″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Dönem sonuna doğru, artık mezun olma vaktimiz geldiğinde gene bir gün “hele bir bakayım bu sapık neler anlatıyor” diye salona girdim. M. Hamidullah’ı biraz dinleyince konuşmalarına ve verdiği bilgilere hayran kaldım ve işte o an geçen o yılın bütününe, kaçırdığım konferanslara hayıflandım.

Ve bizim zihnimizde bu alim zatı “Allah Düşmanı” diye lanse edenlere, bizim de düşünmeden bu tezvirata kanıp bu insandan istifade edememiş olmama kahrettim, hala da ediyorum” dedi. Bunu bizim bugün de her daim ve her alim için asla aklımızdan çıkarmamamız gerekir.

DHBT DERSLERİ – Birilerine “Neden künhüne vakıf olmadan önünüze geleni eleştiriyorsunuz?” deyip üsturuplu olmalarını öğütlerken bu eleştiri konusu olan kimselerin toplumda fitneye sebebiyet vermek gibi bir kabahatleri yok mu?

Servet Bayındır – Her insan gibi bahsettiğimiz kişilerinde hataları olabilir. Biz onları dışlayarak, suçlayarak, yokluğa mahkum ederek bu problemi halledemeyiz. Bilakis onlarla sürekli iletişim içerisinde olmalıyız.

Hele ki Diyanet, İlahiyat Fakülteleri, Müftülükler gibi kurumların yapması gereken bu insanları söyleyecek sözü olduğunu ileri süren diğer kişilerle bir arya getirip, çeşitli iletişim imkanları oluşturmak, bu sayede hem iletişim kanallarının açık kalmasına zemin hazırlamak hem de bu insanların da hataları varsa kendilerini çek etmelerine vesile olmaktır.

[better-ads type=”banner” banner=”8655″ campaign=”none” count=”2″ columns=”1″ orderby=”rand” order=”ASC” align=”center” show-caption=”1″][/better-ads]

Ama bu insanları dışladığımızda kendilerini çek etme imkanından da yoksun bırakmış oluruz.

Bir noktada kendi ellerimizle kendi değerlerimizi, mensuplarımızı kaybeder, içinde bulunduğu durum -şayet yanlışsa- onda ısrarcı olmasına neden oluruz. Hatta -bazı örneklerde görüldüğü gibi- karşı mahalleye dahi iltica ettirebiliriz.

Bunun dünyevi ve uhrevi mesuliyeti ise hepimizi sarar…

Teşekkür ederim…

Beğenmediği fikir ve sahibine karşı Müslümanın tavrı nasıl olmalıdır?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir