Ehl-i Sünnet Kelâmı – Kelama Giriş 5.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Ehl-i Sünnet Kelâmı

Giriş

İslam düşünce tarihinde ‘Ehlü’s-sünnet ve’l-cemâat’ terkibinin ne zaman ortaya çıktığı, sünnet ve cemâat kavramlarıyla neyin kastedildiği ve buna kimlerin dâhil olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Kimileri Eş‘arî öncesi dönemde kullanılan Ehl-i sünnet ifadesinin yalnızca Ashâbü’l-hadîs’i kapsadığını söylerken, kimleri ise Ashâbü’l-hadîs ile birlikte Ehl-i rey taraftarlarının da bunun içinde yer aldığını söylemişlerdir.

EHL-İ SÜNNET KAVRAMI

Ehl-i sünnet, ‘sünnet ehli’, ‘sünnete mensup olanlar’ gibi anlamlara gelir. Sünnet kelimesi ise sözlük anlamı itibariyle; yol, gidiş, tarz, üslup, adet ve davranış gibi anlamları ihtiva eder. Kur’ânı-kerimde geçen sünnetü’l-evvelîn (öncekilerin sünneti) (Fâtır, 35/43) ifadesi ‘geçmiş kavimlerin tuttukları yol, karşılaştıkları muamele’ anlamına gelmektedir.

Sünnet kavramı sünnetullâh biçiminde Allah’a nisbet edildiğinde ‘Allah’ın hükümleri, emir ve yasakları’ yani O’nun muamele şekli ve değişmez kanunu anlaşılır. Sünnetü’n-nebî derken de ‘Peygamberin takip ettiği yol’ kastedilir. Buna göre Ehl-i sünnet, peygamberin yolunu ve onun dini anlama ve uygulama biçimini takip edenler anlamına gelmiş olmaktadır.

Bu terkibe bazen Ehlü’s-sünne ve’l-cemâa’ şeklinde cemâat kavramı da ilave edilir. Bunun anlamı bir araya getirilmiş, toplanmış şeydir. Istılahta ise ümmetin siyasi birliği, bütünlüğü, Müslümanların çoğunluğu anlamındadır.

Kimi araştırmacılar Eş‘arî öncesi dönemde kullanılan Ehl-i sünnet kavramıyla kastedilenin Ashâbü’l-hadîs olduğunu iddia etmişlerdir. Kimi araştırmacılar ise Ashâbü’l-hadîsin bu dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi içerisinde yer alan guruplardan biri olduğunu, hatta bunlara müşebbihe, haşeviyye gibi yerici sıfatların verildiğini ifade ederek Ehl-i sünneti Ashâbü’l-hadîs ile özdeşleştirmenin büyük bir yanılgı olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Aynı şekilde Ehl-i sünnet kavramıyla Eş‘arî öncesi selefin kastedildiğini iddia edenler olduğu gibi, Eş‘arî öncesi fırak kitaplarında ‘selef’ olarak bilinen bir guruba rastlanmadığı için Ehl-i sünneti selef olarak tanımlamanın doğru olmadığını ifade edenler de olmuştur.

İbn Hazm  Ehl-i sünnet adı altında şu beş guruba yer verir. 1. Sahabe 2. Onların yolundan giden seçkin tabiun nesli 3. Ashâbü’l-hadîs 4. Onlara tabi olan fakihler. 5. Nesil nesil günümüze kadar onları takip eden, yollarını izleyen yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan Müslümanlar. İsferâyini de bunları Ehl-i hadîs ve Ehl-i rey olarak belirtir.

Ehl-i sünnet kendini fırka-i naciye yani kurtuluşa eren fırka olarak görünce kendi dışında kalan, kendisi gibi düşünmeyen gurupları, anlayışları kurtuluşa eremeyen dolayısıyla fırak-ı dall yani sapmış, haktan ayrılmış kimseler olarak gördü.

Bu dışlayıcı ve ötekileştirici anlayış bid’at ehli, ehl-i ehvâ gibi yerici tanımlamaları beraberinde getirmiştir. Bu anlayış belli bir süreç içerisinde olmuştur.

Nitekim Abbasiler döneminde Halku’l-Kur’ân meselesinin mihneye dönüştürülmesi ve o dönem Ashâbü’l-hadîs’in önde gelen isimlerinden biri olan Ahmed b. Hanbel’in yapılan işkencelere rağmen iktidarın söylemine teslim olmaması sonrasında kazandığı karizma, Ashâbü’lhadîsin toplumda güç kazanmasına ve Ehl-i sünnet’i temsil eden tek fırkaymış gibi algılanmasına yol açtı. Bu dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında yer alan Ehl-i rey, Mürcie ve zühd eğilimli yapılanmaların Ehl-i Sünnet ekolü içersindeki rolleri sönük kaldı.

Ehl-i sünnet kelâmı denildiğinde akla gelen Eş‘arî ve Mâtürîdî kelâm ekollerine zemin hazırlamıştır. Bunda dolayı İbn Küllâb, Kalânisî ve Muhâsibî, Sünnî kelâmın öncüleri olarak görülmüşlerdir.

Ehl-i Sünnet Ekollerinin Temel Görüşleri

Ehl-i sünnet kavramı Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i rey taraftarları başta olmak üzere Ashâbu’l-hadîs ve daha başka birçok gurubu içine alan bir kavramdır. Nassları anlama ve inanç esaslarını temellendirme noktasında hem metot hem de bakış açısı yönünden aynı gurup içinde değerlendirilmeleri mümkün olmayan birçok gurup bu kavramın içinde yer almıştır.

İsferayinî’nin söylediği “Ehl-i sünnet kavramı Râfizîler, Hâricîler ve Kaderîleri red konusunda ittifak edenleri ifade eder” sözü Ehl-i sünneti meydana getiren, onları bir araya toplayan hususların ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ehl-i sünnet, Râfizîleri reddetmekle imamet konusunda, Kaderîleri reddetmekle kader ve insan fiilleri konusunda, Hâricîleri reddetmekle de büyük günah meselesinde bu guruplardan kendisini ayrıştırmıştır. Öyleyse bunları sırasıyla izah etmek uygunolacaktır.

İmâmet

1. İmametin nass ve ittifakla olması esasını benimseyen mezhepler. Ehl-i sünnet, Hâricîler, ve Mu‘tezile bu görüşü paylaşan mezhepler olarak ön plana çıkmaktadırlar. Bunlar İmamın Kureyşten olması veya olmaması konusunda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i sünnet imamın Kueryşten olmasını şart koşarken, Hâricîler ve Mu‘tezile halifenin Kureyşten olmasını şart koşmamışlardır. Bu mezhepler imametin nass ve tayinle olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnet, tarihte vuku bulan olguyu esas alarak ilk dört halifenin hilâfetini meşru görmüş ve üstünlük sırasını da buna göre belirlemiştir.

2. İmametin nas ve tayinle olduğunu iddia edenler. Şia ve revafız olarak ifade edilen Hz. Ali ve çocuklarının nassla tayin edildiklerini söyleyenlerin oluşturduğu mezheptir. Hilâfetin Hz. Ali ve çocuklarına tahsis edilmesi ve ilk üç halifenin hilâfetinin tartışmalı hale getirilmesi konusunda Ehl-i sünnet, Şia’dan ayrılmıştır.

Büyük Günah

Büyük günah (el- Murtekibu’l- kebîre) meselesi özellikle Cemel ve Sıffîn savaşlarında Müslüman toplumu oluşturan bireylerin birbirilerini öldürmeleri sonrasında ortaya çıkan bir problemdir. Kur’ân- kerimde kasten adam öldürmenin cezasının ebedi cehennem olduğu belirtilmektedir.

Hâricîler bu noktada hem savaşlarda birbirlerini öldüren Müslümanların hem de hakem olayına karışanların büyük günah işlediklerinden kafir olduklarını söylemişlerdir. Bu düşünceden hareketle ister öldürme olsun isterse başka bir günah olsun büyük günah işleyen kimsenin küfre girdiğini ve ona Müslüman hukukunun uygulanamayacağını iddia etmişlerdir.

Mu‘tezile ekolü bu konuda el-menziletu beyne’l- menzileteyn görüşünü savunurken Ehl-i sünnet bir bütün olarak büyük günah işleyen kimsenin kafir değil, günahkar Müslüman olduğunu bu dünyada işlediği günahtan dolayı kendisine kafir muamelesi yapılamayacağını söylemişlerdir. Onlara göre âhiretteki durumu da Allah’a kalmıştır; Allah dilerse onu affer dilerse de yaptığı günahın karşılığı olarak onu cezalandırır.

Kader ve İnsanın Özgürlüğü

Bu konu her ne kadar Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin hilâfet dönemlerinde gündeme geldiyse de ayrışmaları beraberinde getirecek bir seviyede olmamıştır. Bu konunun Müslüman toplumu birbirinden ayrıştıracak şekilde fırkalara bölmesi Emevîler dönemine denk gelmektedir. Hasan el-Basri, Ömer b.Abdülaziz ve Ğaylân ed-Dımeşkî gibi alimlerin yazdıkları kadere ilişkin risalelerin Emevîlerin iktidar dönemine denk gelmesi, bu dönemde bilinçli bir şekilde bu konunun gündeme getirildiğini düşündürmektedir.

Ebû Hanîfe, Ömer b. Abdülaziz, Hasan el-Basri gibi zatlar kaderi kabul etme noktasında ortak bir görüşlerinden bahsedilebilse de, kaderi anlama biçimleri farklıdır. Nitekim Hasan el-Basri, ‘kaderi inkâr eden kâfirdir, fakat günahını Allah’a yükleyen de zalimdir’, derken, Ömer b. Abdülaziz insana hiçbir şekilde hüriyyet tanımayan bir kader anlayışını dile getirmiştir. Ona göre Allah’ın ilmi tenfiz edicidir. Yani Allah’ın bir şeyi bilmesi o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılar.

Ebû Hanîfe ise Allah’ın ilminin tavsifi olduğunu ve Allah’ın bir şeyi bilmesinin o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılmayacağını ifade etmiştir. Öyleyse Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında birleşen guruplar kaderin inkâr edilemeyeceği noktasında itifak içinde olmuşlardır, fakat kaderi anlama biçimleri birbirinden farklıdır, denilebilir.

MÂTÜRÎDÎLİK

Ebû Mansûr el- Mâtürîdî’ye (ö.333/794) nisbet edilen kelâmî düşüncenin adıdır. Mâtürîdîlik, Eş‘arîlik ile birlikte Sünnî kelâm ekolünü temsil etmektedir. Hanefîlik ile olan yakın ilişkisi dolayısıyla da zaman zaman kaynaklarda Hanefîlik-Mâtürîdîlik şeklinde yer almıştır.

Mâtürîdîliğin Tarihî Gelişimi

Mezhebin önderi Mâtürîdî, Hanefî anlayışın hakim olduğu Semerkant medreselerinde eğitim görmüş ve zihni bu doğrultuda şekillenmiştir. Mâtürîdî ekolün önemli temsilcilerinden olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Ebû Hanîfe’yi bu düşüncenin en büyük önderi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’yi de Ebû Hanîfe’nin görüşlerini en iyi bilen kişi olarak zikretmiştir.

Her ne kadar Hanefîlik ile Mâtürîdîlik arasında sıkı bir ilişkinin varlığından bahsetmek mümkün olsa da, bu iki mezhebi aynileştirmek mümkün görünmemektedir.

Hanefîliğin bu bölgeye gelmesi ve yayılması Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinden Ebû Yûsuf’un Bağdat başkadılığı dönemine rastlamaktadır. Bir başkadı olarak Ebû Yûsuf Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerine Hanefî düşünceyi benimsemiş kadılar göndermiş, onların gayretleriyle kısa sürede Hanefîlik bölgenin en güçlü mezhebi haline gelmişti. İmam Mâtürîdî de işte böyle bir ortamda Hanefî anlayışın hakim olduğu medreselerde eğitimini tamamlamıştı.

Mâtürîdîliğin gelişip bir ekol düzeyine çıkmasında Mâtürîdî’nin öğrencilerinin ve taraftarlarının katkısı olmuştur. Bunların en önemlilerinden biri kuşkusuz es-Sevâdu’l-a’zam adlı risalenin sahibi olan Hakîm es-Semerkandî’dir (ö. 342/953). Hakîm es-Semerkandî, Mâtürîdî’nin ders arkadaşlarından biri olmasına rağmen Mâtürîdî’den önemli ölçüde etkilenmiş ve onu üstat olarak benimsemiştir.

Mâtürîdîliğe büyük katkı sağlayanlardan biri de Hakîm es-Semerkandî ve Mâtürîdî’nin hocalığını yapmış olan Ebû Nasr el-İyâzî’nin (ö. 277/ 890) oğulları Ebû Ahmed el-İyâzî ile Ebû Bekir el- İyâzî’dir. Bu iki alim de Mâtürîdî ile birlikte babaları Ebû Nasr el-İyâzî’nin ders halkasında yetişmişlerdir. Ebû’l-Muin en Nesefî’nin aktardığına göre Ebû Nasr el-İyazî, Mâtürîdî düzeyinde kırk (40) kadar âlim yetiştirmiş ve bu alimler Hanefî anlayışı yaymaya gayret göstermişlerdir.

Mâtürîdîliğin gelişmesinde katkısından bahsedilen âlimlerden biri de İmam Mâtürîdî’nin öğrencilerinden biri olan Rüstüfağnî’dir (ö.345/956). Rüstüfağnî İrşâdu’l- muhtedî adlı eserinde hocası Mâtürîdî’nin görüşlerini paylaştığını ifade etmiştir. Gerek Mâtürîdî’nin Kitâbu’t-tevhîd ve Tevilâtu’l-Kur’ân gibi kendi yazdıkları gerekse öğrencilerinin yazdıkları eserler ve yetiştirdikleri öğrenciler Maveraünnehir bölgesinde Mâtürîdî’nin görüşlerinin yayılmasında ve tanınmasında etkili olmuşlardır. Fakat Mâtürîdîliğin bir ekol olarak tanınması çok daha sonraki bir döneme neredeyse Mâtürîdî’den bir asır sonrasına denk gelmektedir.

Mâtürîdî ekolün gelişip belirgin hale gelmesinde en büyük pay kuşkusuz Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye aittir. Mâtürîdî’ye olan bağlılığını değişik vesilelerle dile getiren Ebû’l-Muin en-Nesefî, başta Tebsıratu’l- edille adlı eseri olmak üzere kelâm ilmi alanında yazdığı eserlerle Mâtürîdîlik mezhebinin ekolleşmesinde ve bir ekol olarak yerini almasında önemli katkılarda bulunmuştur.

Zaman içinde Eş‘arî ekolü bünyesinde çok güçlü otoriter kelâmcıların ortaya çıkması ve bunların etkinliğinin İslam dünyasının tamamına yayılması ve de Mâtürîdî ekolü içerisinde bunlara denk âlimler yetişememesi görünüşte Mâtürîdî ekolünün geride kaldığı izlenimini doğurmuştur. Hatta bazı Mâtürîdî âlimlerinin Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) gibi otoritelerin etkisi altında kalması bu izlenimi güçlendirmiştir. Öte yandan bu dönemde Mâtürîdî geleneğe bağlı kelâmcıların güçlü eserlerine rastlanmamakta daha çok ekolün görüşlerini özetleyen muhtasar eserler görülmektedir.

Modern dönemlerde batıda gelişen pozitivist ve materyalist felsefelerin İslam dünyasına ve dolayısıyla İslam’a yönelik tehditlerine karşı yeni ilm-i kelâm inşa etme faaliyetleri başlatılmıştır. Özellikle Mâtürîdî geleneğin devamı mahiyetinde İslamı savunan, materyalizme karşı koyan çalışmalar yapılmıştır. Filibeli Ahmed Hilmi (ö. 1330/1914), Abdüllatif Harputî (ö. 1333/1916), İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1946), Şerefeddin Yaltkaya (ö. 1947), Mehmed Zâhid Kevserî (ö. 1371/1952), Mustafa Sabri Efendi (ö. 1954), Ömer Nasuhi Bilmen (ö. 1971) Mâtürîdî gelenek içinde yer alan bu dönem âlimleridir.

Mâtürîdîliğin Temel Görüşleri

Ulûhiyet

Mâtürîdîlere göre Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Eğer Allah peygamber göndermeseydi yine de insanlar akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini, evrenin yaratıcısı olduğunu bilmeleri gerekirdi. Esasen Allah’ın varlığı basit bir tefekkürle bilinebilecek bir husustur. Bununla birlikte insanlar Allah’ın var lığını kabul etmeyebilirler. Bunun sebebi onların yeterli delillerle karşılaşmamış olmaları değildir. Bu daha çok psikolojik bir durumdur. Nitekim apaçık gerçekler de insanlara farklı zaman ve durumlara bağlı olarak farklı görünebilirler. Bundan dolayı Allah’ın varlığı hudûs, imkân, fıtrat, gaye ve nizam, gibi değişik ve farklı şekillerde ortaya konulmuştur.

Allah’ın zihinde canlandırılamayan zatı hakkında sadece isim ve sıfatları vasıtasıyla bilgi sahibi olunabilir. Allah’ın isimleri vardır ve bu isimleri Mâtürîdîlerin çoğunluğuna göre tevkifidir, yani ancak Allah’ın naslarda belirttiği isimleri Allah’a izafe edilebilir, naslarda bulunmayan isimler Allah’a izafe edilemez. Bununla birlikte eksiklik özelliği taşımayan sani’, vacibu’l-vücûd gibi isimler Allah’a izafe edilmiştir.

Allah’ın zatî ve sübûti sıfatları vardır. Sıfatlar ilahi zatın ötesinde ve zat’a ilave varlıklardır. Zati sıfatlar Zat-ı Bâriye özgü olan, sadece Allah’ta bulunan sıfatlardır. Bunlara tenzîhî, selbî sıfatlar da denilmiştir. Bunlar; vücûd, kıdem, bekâ, muhalefetün li’l-havâdis, vahdaniyet ve kıyâm bi nefsihî şeklinde sıralanmıştır. Sübûtî sıfatlar ise hem Yüce Allah’ta hem de başka varlıklarda bulunabilen fakat Yüce Allah’ta en mükemmel şekliyle bulunan sıfatlardır. Bunlar da; Hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlardır.

Mâtürîdîlere göre tekvîn sıfatı da diğer sübûtî sıfatlar gibi ezelidir. Yaratma, diriltme, rızıklandırma gibi fiili sıfatlar ezelî tekvin sıfatıyla gerçekleşir. Eş‘arîler tekvîn sıfatını kabul etmemişlerdir. Onlar tekvîni, kudret ve irade sıfatlarının içinde değerlendirmişlerdir. Kur’an ve hadîs metinlerinde geçen el anlamındaki yed, yüz anlamındaki vech ve oturmak anlamındaki isitvâ gibi Allah ile yaratılmış arasında benzerlik çağrıştıran kavramlar bu benzerliği ortada kaldıracak şekilde anlamlandırılmalıdır. Örneğin arşa istivâ, yüce Allah’ın yüksek bir mekanda bulunmasını değil, O’nun yücelik, ululuk ve hükümranlığını ifade eder.

Diğer haberi sıfatlar da Arap dilinin te’vîle imkan sağlayan mekanizmaları kulanılarak Allah’ın zatına yaraşır bir şekilde yorumlanmalıdır. Rü’yetullâh konusundaki görüşlerine gelince onlar da bu konuda Eş‘arîlerle benzer görüşler ortaya koymuşlardır. Onlara göre Yüce Allah cisimlere ait özelliklerden münezzeh olarak cennette müminler tarafından görülecektir. Eğer Allah görülemez olsaydı dünyada gözle idrak edilmesinin nefyedilmesi anlamsız olurdu.

İnsanın Özgürlüğü

Mâtürîdîler göre insan kendi eylemlerinin sahibidir. İnsanın kendi fiillerinin sahibi olduğuna akıl, duyular ve Kur’ân ayetleri delalet etmektedir. İnsana belli görev ve sorumlulukların verilmesi ve bunların karşılığı olarak ceza ve mükafatın konulması da bu esasa dayanmaktadır. Yüce Allah insana eylemlerini kendisiyle gerçekleştireceği bir güç (istitâat) vermiştir. Bu güç fiilden önce ve fiil esnasında olmak üzere iki türlüdür. Birincisi fiilin gerçekleşmesine zemin hazırlayan sebeplerin ve vasıtaların (selâmetü’l-esbâb ve sıhhatu’l-âlât) sağlam olmasıdır.

İkincisi ise iyi veya kötü sonuçlar doğuracak olan fiilin işlenmesi esnasında kişide oluşan ve fiili gerçekleştiren kudrettir. İnsanın fiilleri bu gücün (kudret) ve yaratılmamış olan cüz’î iradenin sonucudur. İnsan bunlarla fiile yönelir ve özgür iradesiyle onu seçer ve yapar. İnsanın iyi ve kötü bütün fiillerinin yaratılması Allah’ın kudretiyledir. Burada görüleceği üzere bir fiilin meydana gelmesinde biri Allah’a diğeri de kula ait olmak üzere iki yön vardır. Buna göre fiile yönelmek, onu seçmek insana, fiili yaratmak ise Allah’a ait olmaktadır. Diğer bir ifadeyle fiil gerçekleşme (kesb) yönüyle insana, yaratma yönüyle de Allah’a aittir.

Büyük Günah

Mâtürîdîlere göre Müslüman bir insan işlediği büyük günah sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O bu dünyada hakiki mümindir, ona mümin muamelesi yapılır. Fakat işlediği günah sebebiyle de ayıplanır ve günahkâr Müslüman anlamında fasık olarak nitelendirilir. Bir kimse Müslüman olduktan sonra Allah’ı inkâr etmedikçe veya Allah’a ortak koşmadıkça ya da Allah’ın açıkça haram kıldığı bir şeyi helal veya helal kıldığı bir şeyi haram saymadıkça İslam Dininin dışına çıkmaz, küfre girmez.Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahların bağışlanmasına vesile olur. tövbe etmekle de her türlü günah affolunabilir.

Amel- İman İlişkisi

Mâtürîdî mezhebine göre iman tasdikten ibarettir. Kişi Allah ve resullünü gönülden tasdik ederse mümin ve müslim vasfını kazanır. Bu anlayışın bir sonucu olarak onlar iman ve ameli iki ayrı olgu olarak kabul etmişlerdir. Buna göre amellere inanmak ayrı şey, farz olduğunu bildiği halde yapmamak ayrı şeydir. Örneğin namazın farz olduğuna inanmamak küfür, farziyetine inandığı halde onu kılmamak küfür değildir. Böyle bir kimse günahkâr mümindir.

İslam’a girmenin şartı ameller değil, Allah’ı tasdiktir. İnsanlar amelleri terk etmekle mümin vasfını kaybetmezler, fakat tasdiki kaybettikleri anda iman vasıflarını kaybetmiş olurlar. Müminlerin iman vasfının amellerden önce olması, amel ve imanın ayrı şeyler olduklarını gösterir.

Nübüvvet

Bir kimsenin peygamber olduğunun kanıtı Allah tarafından kendisine verilen mucize olabildiği gibi, bir insanın eğitim yoluyla kazanması mümkün olmayan erdemlere sahip olması, iyiyi doğruyu öğütlemesi, kötülüğü yasaklaması, dünya ve âhiret saadetini temin edecek ilkeler getirmesi de başka kanıtlar olarak değerlendirilebilir.

Peygamberlerin sıdk, ismet, fetanet, tebliğ, emanet gibi niteliklere sahip olması zorunludur. Bunlar peygamberlik iddiasında bulunan kişide bulunması gereken asgari koşullardır. Mâtürîdîlere göre Allah kadın peygamber göndermemiştir. Dolayısıyla kadınlar peygamber olamazlar. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Yüce Allah’ın ona peygamberliğinin kanıtı olarak verdiği en büyük mucizesi Kur’ân-ı kerimdir.

Kur’ân’ın lafız ve mana bakımından bir benzerinin meydana getirilememesi, geçmiş ve geleceğe ait ğayb haberlerini içermesi, birey ve toplum için vazgeçilmez bilgiler içermesi, öğrenim görmemiş ümmi bir insan tarafından getirilmiş olması Kur’ân’ın i’câz yönlerini oluşturmaktadır. Hz. Muhammed’in (sav) getirdiği dinin önceki peygamberlerin mesajını tekit etmesi, o peygamberlerce daha önceden müjdelenmesi, tebliğine karşılık herhangi bir menfaat ve ücret beklentisi içinde olmaması, iyiliği emredip kötülükten sakındırması, insanı maddi ve manevi kirlerden temizleyen ibadetler getirmesi O’nun peygamber olmasınındiğer kanıtlarıdır.

EŞ‘ARÎLİK

Önderi Ebû’l- Hasan el-Eş‘arî’ye (ö. 324/ 935-936) nispetle Eş‘arîlik (el- Eş’ariyye) adını alan bu mezhep muhalifleri tarafından müşebbihe ve mücbire gibi isimlerle de anılmıştır. İlahi sıfatlar, kulların fiilleri, iman-amel ilişkisi ve bunlara bağlı konularda kendine özgü fikirler ortaya koyan Eş‘arîlik, Mâtürîdîlik ile birlikte Ehl-i sünnet kelâmını oluşturmaktadır.

Eş‘arîliğin Tarihi Gelişimi

Kuruluş ve Mütekaddimîn Dönem

Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, önceleri Ahmed b. Hanbel’in itikadına bağlı biri olarak ortaya çıkmasına ve el-İbane an usûli’d diyâne adlı eserinde bunu ortaya koymasına rağmen Hanbelîlerin yoğun eleştirilerine muhatab olmuştur. Bu durum onu Risâle fî istihsânu’l-havd fi imi’l-kelâm adlı eserini yazmaya zorlamıştır.

Eş‘arî’nin vefatından sonra bu çizgiyi takip eden âlimler sayesinde Eş‘arîlik, sistemli bir kelâm ekolü haline gelmiştir. Bu ekolün en önemli simalarından birisi Bâkıllânî’dir. O, kelâm ilmine ilişkin yazdığı eserlerle Eş‘arî kelâmının sistemleşmesi hususunda önemli katkıları olmuştur.

Nitekim et-Temhid adlı eserinde cevher, araz, âdet gibi kavramlarla mezhebin kozmolojiye ilişkin görüşlerini temellendirmiştir. Ona göre evrende olup biten her şey yüce Allah’ın müdahalesiyledir. Bu görüşüyle o, evrenin kendisinde güç vehmeden tabiatçıları reddetmiştir. Aynı zamanda o, bilgi kaynaklarından haberi ve dolayısıyla vahyi inkâr eden, buna bağlı olarak geçmiş peygamberleri ve onların gösterdikleri mucizeleri reddeden bazı Hint inanç sahipleri ve Budistlerle de mücadele etmiştir.

Eş‘arî ekolünün köşe taşlarından biri hiç kuşkusuz Cüveynî’dir (ö. 487/1085). Gazzâli’nin de hocası olan Cüveynî, Nizâmiye medreselerinde birçok talebe yetiştirmenin yanı sıra Eş‘arî ekolün kelâma ilişkin en sistematik eserlerini vermiştir. eş-Şâmil fî usûli’d-dîn adlı eseri kelâm ilminin bütün konularını kapsayan hacimli bir eserdir. Bu eserinde o, kelâm ilminin temel problemlerini sistematik bir biçimde ortaya koymuştur.Bunun muhtasarı konumunda bulunan Kitâbu’l-irşâd adlı esri de kelâm konularını derli toplu bir biçimde kapsayan ve Eş‘arî ekolün düşüncelerini yansıtan önemli bir eserdir.

Cüveynî, ünlü sufî Kuşeyrî ile birlikte Selçuklu sultanı Tuğrul Bey (429-455/10381063) zamanında Şiîlerin yanında Eş‘arîlere yönelik yıldırma politikası güden veziri Amîdulmülk el-Kundurî’nin baskılarından kurtulmak için Hicaz bölgesine göç etmek zorunda kalmıştır. Sonraki Selçuklu veziri Nizamülmülk zamanında tekrar Nişabur’a dönmüş ve Nizamiye müderrisliğine getirilmiştir. Bu medresede Gazzâlî’nin yetişmesini sağlamıştır.

Müteahhirîn Dönem

Eş‘arîlerin Gazzâlî (450-505/1058-1111) ile başlayan dönemine Mütaehhirîn dönem denilmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği Bakıllânî tarafından Eş‘arî ekolün metodu haline getirilen delilin geçersiz olması ile medlûlün de geçersiz olacağı şeklinde formüle edilen inikâs-ı edille’nin terk edilmesi ve Aristo mantığının bir mihenk taşı kabul edilerek kelâm ilmine sokulmuş olmasıdır.

Gazzâlî kuşkusuz İslam düşüncesinin yetiştirdiği en yetkin simalardan biridir. Onun yazdığı el-İktisad fi’l-i’tikâd, İlcâmu’l- avâm an ilmi’l- kelâm ve Kıstâsu sıarti’l-mustakîm gibi irili ufaklı birçok eser onun kelâm ilmine katkısını ortaya koymaktadır. Esasen ansiklopedik bir âlim olan Gazzali’nin filozoflarla polemikleri esnasında ortaya koyduğu Makâsidu’lfelâsife ve Tehâfütü’l- felâsife adlı eserleri onun tanınmasında en çok rol oynayan eserleridir. Ona ait Mihakku’n-nazar, Mi’yaru’l- ilim mantığa dairdir; el-Munkizu mine’d-dalâl ise düşünce serüvenini anlattığı bir otobiyografi eseridir.

Gazzâlî’nin hem İslam dünyasında hem de batı dünyasında etkileri olmuştur. İslam dünyasında en büyük etkisi özellikle felsefe ile kelâmı yakınlaştırmasıdır. Yine onun sayesinde mantık kitabı ilk defa medrese müfredatına girmiştir. Batı düşüncesinde de önemli etkileri olan Gazzâlî özellikle el-Munkiz mine’d-dalâl adlı eserinde hakikate ulaşmaya çalışırken takip ettiği ve edilmesini istediği şüphecilik metoduyla başta Descartes olmak üzere batılı filozofları etkilemiştir.

Gazzâlî sonrası dönemde dinler ve mezheplere objektif bakışıyla bilinen Şehristânî önemlidir. Özellikle onun Mu‘tezilî alim Ebû Haşim’in ortaya attığı ve Eş‘arîler’den Cüveynî’nin benimsediği hâl teorisine yönelttiği eleş tiriler kendisinden sonra gelen kelâmcıların tekrar Eş‘arî görüşe dönmelerini sağlamıştır. Bunun yanı sıra başta İbn Sina olmak üzere Felsefecilere yönelttiği eleştiriler de dikkat çekicidir. Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209) ile birlikte kelâm-felsefe evliliği artık tamamlanmış ve birliktelik resmiyet kazanmıştır. Onun hem felsefe hem de kelâmdaki baskın kişiliği el-İmâm olarak tanınması ve anılmasını beraberinde getirmiştir.

Nitekim onu takip eden Seyfeddîn el-Âmidî (ö. 631/1233), Kâdî Beydâvî (ö.685/1286) Adududdîn el-İcî (ö.756/1355) eliyle bu birliktelik perçinlenmiş oldu. Kelâmın nikahı altına giren felsefe artık bağımsızlığını neredeyse yitirdi. Ancak yine bu birliktelikle kelâmın renginde de felsefe tonu hâkim hale geldi.

Teftazanî (ö. 792/1390) şerh ve haşiye döneminin en seçkin simasıdır. Onu Cürcânî (ö. 816/1413) takip etmiştir. Teftazanî yazdığı Şerhu’l-Akâid ve Şerhu’l-Mekâsıd adlı eserler ile Cürcanî’nin kaleme aldığı Şerhu’l-Mevâkıf adlı eser Osmanlı dönemi dâhil olmak üzere medrese programlarında kelâm ders kitabı olma hüviyeti kazanmıştır.

Bu arada Eş‘arî ekolün tasavvufa meyleden yönüne işaret etmekte yarar vardır. Bu yönelimde ünlü sufî ve er-Risâle müellifi Kuşeyrî’nin (465/1072) etkisi büyüktür. Celaleddîn Devvanî (ö. 918/1512) bu yönelimi daha da ileri götürerek Muhyiddin İbn Arabî’nin vahdet-i vucûd anlayışı ile Eş‘arî kelâm düşüncesini uzlaştırmaya çalışmıştır.

Eş‘arîliğin Temel Görüşleri

Eş‘arî ekolüne mensup âlimler arasında genel çerçevede fikir birliği bulunmakla birlikte zaman zaman ihtilafların ve farklı görüşlerin olduğu da görülmektedir.

Uluhiyet

Allah’ın varlığına ilişkin bilgiler doğuştan değil, istidlal ile ulaşılan bir bilgidir. İnsanların Allah’ın varlığı konusunda farklı düşünmelerinin temelinde yatan sebep de budur. Allah’a ilişkin bilgi zaruri olmuş olsaydı insanlar Allah’ın varlığından şüphe etmez ve herkes O’na inanmak zorunda kalırdı.

Eş‘arî anlayışa göre Allah vardır, birdir, ezeli ve ebedidir; eşi-benzeri yoktur. O madde değildir, cisim değildir, araz değildir; herhangi bir yönde ve bir mekanla sınırlı değildir. Allah’ın ezeli sıfatları vardır. Âlim, kâdir, hay,mürîd, mütekellim, semî’, basîr oluşu, O’nda ilim, kudret, hayat, irâde, kelâm, sem’, basar sıfatlarının bulunduğu anlamına gelir.

Diğer bir ifadeyle yüce Allah bir ilimle âlim, bir kudretle kâdir ve bir irâde ile mürîttir. Eş‘arî ekol haberi sıfatlar olarak ifade edilen ve Yüce Allah’a izafe edilen vech, yed, istiva gibi sıfatları tevil edip etmeme konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. İmam Eş‘arî’nin bize ulaşan eserlerinde onun haberi sıfatları te’vil etmeden Allah’a izafe ettiği fakat Allah’ın zatına layık olacak manaları bulunduğuna hükmeden bir anlayışa sahip olduğu Bakıllani’nin de bu görüşü devam ettirdiği görülmektedir.

Fakat Cüveynî, Bağdâdî, Gazzâlî gibi Eş‘arî kelâmcılar ise haberî sıfatların Arap dilinin te’vile imkan sağlayan üsluplarından yararlanılarak Allah’ın zatına layık bir biçimde teşbih ve tecsime düşmeden tevil edilmeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.

Eş‘arî kelâmcılar Allah’ın âhirette görülmesi meselesini, hem aklın hem de naklîn etkin olduğu bir alan olarak görmüşlerdir. Allah’ın görülmesini, Allah’ın var olmasına bağlayan Eş‘arî kelâmcılar “var olan her şey görülebilir, Allah vardır, öyleyse Allah da görülebilir” şeklinde bir önerme ile bunu temellendirmişlerdir.

Kaza-Kader ve İnsanın Özgürlüğü

Eş‘arîlere göre yaratan, yoktan var eden yalnızca Yüce Allah’tır. Onun dışında ne bir yaratıcı ne de yoktan var eden (ihtira’) vardır. Havadis yani sonradan var olan her şey Yüce Allah’ın kudretiyle var olmuşlardır. Bu konuda insanın kudretiyle ilişkili olan fiillerle yalnızca Yüce Allah’ın kudretiyle ilişkili olan şeyler arasında fark yoktur.

Hepsini Allah yaratmıştır. Bu genel prensipten hareket eden Eş‘arîlere göre insanın ihtiyari fiilleri de Allah tarafından yaratılmışlardır. O fiillerin yaratılıp meydana getirilmesinde kulun kudretinin bir tesiri yoktur.

Yüce Allah insanda fiillerini kendisiyle kesbedeceği/kazanacağı bir kudret yaratır insan da bu kudretle fiillerini kesb eder.Fakat fiilin meydana gelmesinde bu kudretin bir etkisi yoktur. İnsanda bulunan kudret her fiil için ayrı ayrı yaratılmaktadır.

Nübüvvet

Tarih de Yüce Allah’ın insanlara kendi emir ve yasaklarını ileten insanların/ peygamberlerin varlığına tanıklık etmektedir. Yüce Allah’ın tarih boyunca insanlara kendi cinslerinden peygamberler gönderdiği ve bu peygamberlerin insanlara peygamber olduklarının kanıtı olarak mucizeler gösterdikleri mütevatir haberle bize ulaşmıştır ki mütevatir haber kesin bilgi ifade eder. Nübüvvetin imkan dâhilinde olduğunun bir başka delili de duyu vasıtaları ve akıl yoluyla ulaşılamayan bir çok bilgiye peygamberlerin sahip olması ve bunları halklarıyla paylaşmış olmalarıdır.

Eş‘arîlere göre bir kişinin peygamber olduğunun kanıtı gösterdiği mucizedir. Mucize tabiatta hakim bulunan kanunları aşan ilahi bir fiil olup peygamberin doğruluğunu tasdik eden bir kanıttır. Bundan dolayı Yüce Allah her peygambere kavminin benzerini meydana getirmede aciz kalacağı bir mucize bahşetmiştir. Peygamberde bulunması gereken nitelikler konusunda ekole mensup âlimler arasında bir ittifak sağlanamamıştır.

Peygamberlerin yaşadıkları dönemin en zeki insanları olmaları, tebliğini engelleyecek bedeni ve ruhi kusurlardan uzak olmaları gerektiği konusunda bir ittifaktan söz edilebilirse de örneğin peygamberlerin cinsiyeti konusunda bir ittifak söz konusu değildir.

Eş‘arî ekolüne mensup kelâmcıların çoğu nebinin erkek olmasının şart olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bundan dolayı da Asiye, Meryem gibi üstün nitelikleri ile ön plana çıkan tarihi şahsiyetlerin peygamberlik mertebesine ulaştıklarını ve peygamber olmalarının ihtimal dâhilinde olduğunu söylemişlerdir. İbn Fûrek ve Teftazanî ise bu mesleğin zor ve aktif bir görev olduğunu, dolayısıyla bunu yürütecek kimsenin zorlukların üstesinden gelebilecek erkekler olmaları gerektiğini iddia etmişlerdir.

EŞ‘ARÎLER VE MÂTÜRÎDÎLER ARASINDAKİ FARKLAR

Kimileri aradaki farkları 50’ye çıkarırken kimileri bunları 13’e, kimileri de sekize kadar indirmişlerdir. Dolayısıyla kimilerinin fark olarak gördüklerini başkaları fark olarak görmemişlerdir. Esasen Eş‘arî ekole mensup iki âlimin görüşleri de karşılaştırılırsa bu kadar bir fark çıkabilir.

1. Cüz’i İrade: Mâtürîdîlere göre insanda müstakil bir cüz’’i irade vardır ve bu irade itibarî bir varlığa sahip olup Allah tarafından yaratılmamıştır. Eş‘arîlere göre ise insan müstakil bir cüz’î iradeye sahip değildir, iradeyi insanda yaratan Yüce Allah’tır.

2.Tekvîn: Mâtürîdîlere göre Yüce Allah’ın kendisiyle fiillerini gerçekleştirdiği bir tekvîn sıfatı vardır. Bu da irade, kudret gibi sübûtî sıfatlardandır. Eş‘arîlere göre ise Allah’ın sübûtî sıfatları arasında tekvîn diye bir sıfat yoktur. Kudret sıfatı yaratma işlevini yerine getirir.

3.Güç yetirilemeyenin teklif edilmesi (Teklifu mâ lâ yutâk): Eş‘arîlere göre Yüce Allah insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi yapmasını isteyebilir ve onunla mükellef kılabilir, Mâtürîdîlere göre ise böyle bir sorumluluk yüklemek caiz değildir, zira bunda herhangi bir hikmet yoktur.

4.Nübüvvet: Mâtürîdîlere göre peygamber olmanın şartlarından biri erkek olmaktır. Eş‘arîlere göre ise, peygamber olmak için erkek olmak şart değildir, kadınlar da peygamber olabilirler.

5.Sebep ve hikmet: Eş‘arîlere göre Allah’ın fiilleri hikmetli olmak ve birsebebe bağlı olmak zorunda değildir. Çünkü Allah dilediğini yapandır veAllah yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtürîdîler ise Allah’ın fiillerininbir hikmete bağlı olduklarını ve bir sebebe dayandıklarını ileri sürmüşlerdir.Zira Allah boşuna iş yapmaz. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak iseboşunadır/abestir.

6.İbadet mükellefiyeti: Eş‘arîlere göre kâfirler iman etmekle yükümlü oldukları gibi, ibadet etmekle de yükümlüdürler, ibadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kâfirler iman etmekle yükümlüdürler, ibadetle değil, ayrıca ceza görmezler.

7.İrtidat: Eş‘arîlere göre irtidat eden kimse tekrar İslam dinine dönerse amelleri de geri döner. Mâtürîdîlere göre ise amelleri geri dönmez.

8.Ümitsizlik halinde yani son nefeste tövbe (tevbe-i ye’s): Eş‘arîlere göre bu durumdaki bir tövbe geçerli değildir. Mâtürîdîlere göre ise geçerlidir.

DHBT Dersleri olarak DHBT Sınavlarında Bu Üniteden Mutlak Manada Soru Çıkmıştır. O yüzden Kelam’a Giriş dersimizin bu ünitesine ait çalışmamızı eksiksiz yapmamız gerekmektedir.

Ehl-i Sünnet Kelâmı – Kelama Giriş 5.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir