Kur’ân’ın Manalarına Dair İlimler – 8.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

GİRİŞ
Kur’ân, manaların kalıpları olan lafızlar üzerinden mesajlarını ileten bir hidâyet kitabıdır. Onun ilettiği ve delalet ettiği hakikatler insanın anlam arayışında hayati öneme sahiptir. O halde Kur’ân’ın mana ve yorumu en sağlıklı şekilde ortaya konmalıdır. Bu amaca hizmet edecek olan aşağıdaki konu ve kavramlar, tefsîr usulünde büyük önem taşımaktadır.

MUHKEM-MÜTEŞABİH

Muhkem-Müteşâbih, Kur’ân’da sözlük ve terim anlamlarıyla geçen önemli kelimelerdendir. Özellikle terim anlamlarıyla bu kelimeler Kur’ân’da teknik bir bölümlemeyi ve farklı bir yaklaşımı gündeme getirirler.

Muhkem-Müteşâbih Kelimelerinin Sözlük ve Terim Anlamları

Muhkem, h-k-m ( حكم ) kökünden türemiş bir isimdir. H-k-m fiil kökü ise Arapça’da hüküm vermek, hükmetmek, sağlam ve dayanıklı olmak gibi anlamlara gelir. Müteşâbih ise, ş-b-h ( شبه ) kökünden türer. Ş-b-h fiil kökü ise, benzemek, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzer olmak, benzediği için de şüphe uyandırmak gibi anlamları ifade eder.

Hûd sûresi 1. âyet Kur’ân’ı, âyetleri muhkem kılınmış bütün bir kitap olarak tanıtırken, Zümer sûresi 23. âyet de Kur’ân’ın tüm âyetlerinin müteşâbih olduğunu belirtir.

Bu âyetlerde her iki kelime sözlük anlamlarında kullanılmıştır. Kur’ân, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır derken, âyetlerinin sağlam ve sâbit, nazım ve üslubunun kusursuz güzellikte olduğu kastedilmektedir. Âyetleri müteşâbih olan Kur’ân’dan söz edilirken ise, bütün âyetlerin doğruluk, sağlamlık, çelişkiden uzaklık, lafız ve mana bakımından eşsiz güzellik ve etkileyicilik gibi yönlerden birbirine benzediği ifade edilmektedir.

Muhkem-müteşâbih kelimelerinin terim/ıstılah manaları: Muhkem, delaleti açık, manası başka bir konuyla karışmayacak derecede net olan ve tek manası bulunan âyetlere denir. Demek ki muhkem âyetlerin manaları, başka bir konuyla karıştırılmayacak şekilde kolaylıkla anlaşılmakta, manalarını anlamak için başka bir izah veya delile ihtiyaç duyulmamaktadır.

Müteşâbih ise birçok manaya ihtimali olan ve bu manalardan birini tayin edebilmek için hârici bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir. Bu tür âyetler de muhtemel manalar çoğu zaman eşit derecede birbirine benzerler, benzedikleri için de karıştırılırlar. Türkçe’deki “şüphe” kelimesi de bu kökten gelmektedir.

Kur’ân’da Muhkemler ve Müteşâbihler

Kur’ân’daki muhkem-müteşâbih konusunu kavrayabilmek için Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetini dikkate almak lazımdır. Çünkü bu âyet, muhkem müteşâbih konusunda teknik içeriğe sahip merkezi önemde bir âyettir:

ِمْ زَيْغٌ ? َاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوِ ? هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَاِ
فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأَوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ
رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ

“Sana Kitabı (Kur’ân’ı) indiren O’dur. Onda bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve te’vîline yönelmek için onun müteşâbih kısmının ardına düşerler. Halbuki onun te’vîlini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, hepsi Rabbimizden derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür” (Âl-i İmrân (3), 7).

Görüldüğü gibi bu âyette Kur’ân’ın iki kısımdan oluştuğu ifade edilmiştir. Buna göre bir kısım âyetler muhkemdir ve bunlar Kur’ân’ın özünü ve temelini oluştururlar. Kur’ân’ın diğer kısım âyetleri ise -+-müteşâbihlerdir. Bu âyetler müteşâbih olduğundan onların mahiyet ve keyfiyeti bilinemez. 

Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Kur’ân, bu tür âyetlerin te’vîllerini ancak Allah’ın bileceğini ifade etmektedir. Ne var ki müteşâbihler muhkem âyetlerin ışığı altında değerlendirilirler. Ancak kalpleri Allah’a tam teslim olmamış kimseler, kendilerini ve diğer insanları şaşırtmak için sadece müteşâbihlerin peşine düşerler. Bunu yaparken anlamı açık olan muhkemlere ise hiç iltifat etmezler, onların gereğini yerine getirmezler, bütün işleri müteşâbihlerdir.

Açık olanın dediğini yapıp kurtulmak varken, onlar kapalı olanın ardına düşerler. Böylece hem kendilerini hem de başkalarını şüphe ve yanlışa düşürürler. Oysa ilimde kökleşmiş olanlar muhkem âyetlerin dediklerini uygularlar ve müteşâbihler söz konusu olduğunda ise “biz Kur’ân’ın tamamına inandık.

Yani Kur’ân’ın hem muhkem hem müteşâbih kısımlarına iman ettik, çünkü hepsi Rabbimizin katından gelmiştir” diyerek teslim olurlar. Böylece bu akıllı insanlar, Hz. Peygamber’in “seni şüpheye düşüreni bırak, şüpheye düşürmeyene bak” şeklindeki evrensel tavsiyesini de yerine getirmiş olurlar.

Kur’ân’da Müteşâbih Âyetlerin Bulunmasının Sebepleri

Muhammed Şehrur Kur’ân’da müteşâbihlerin yer almasını şöyle bir temsille izah eder: Farzedelim ki ömrünün son günlerini yaşayan büyük bir âlim, sahip olduğu bütün bilgileri üç yaşındaki oğluna aktarmak istiyor. Bunun için âlimin önünde sadece şu iki seçenek bulunmaktadır: Ya bilgileri, çocuğun yaşı ve öğrenme yeteneği arttıkça tedrici olarak verecektir ki bu seçenek mümkün gözükmemektedir, çünkü âlim doksan yaşındadır, ömrü buna büyük ihtimalle yetmeyecektir. Ya da âlimimiz sahip olduğu bilgilerin mükemmel bir çekirdeğini çocuğa bir defada verecektir.

Çocuk büyüyüp olgunlaşırken bu mükemmel çekirdeği her okuduğunda farklı bilgi pencereleriyle karşılaşacak, üstelik daha önce öğrendikleriyle sonradan öğrendikleri çatışmayacaktır. Bu mükemmel çekirdekte sabit nass, hareketli muhteva bulunacaktır. Beşeri planda belki de hiç mümkün olamayacak olan bu mükemmel çekirdek, Allah kelamı Kur’ân’ın müteşâbihleri sayesinde mümkün haldedir. (Şehrur, 2001).

Müteşâbihlerin insanı imtihan eden araçlardan biri olduğu da ifade edilebilir. Acaba insan önünde açık ve kesin olarak duran muhkem nasslara mı uyacaktır? Yoksa muhkemleri bırakıp muhtemel anlamları olan, şüpheli işlerin arkasından mı gidecektir?

Muhkem ve Müteşâbih Âyetlerin Mahiyeti

Muhkem âyetler; anlamları açık, anlaşılmasında dışarıdan bir delile ihtiyaç duymayan, tek bir veche imkan tanıyan âyetlerdir. Mücâhid’in İbn Abbâs’tan naklettiği görüşe göre muhkemler, daha çok helal ve haramı açıklayan âyetlerdir. İbn Abbas’dan gelen bir başka izaha göre de “muhkemler nâsih, helâl, haram, hudûd, ferâiz, imân edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbihler ise, mensûh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve imân edilen, ancak amele konu olmayan hususlardır.

Söz gelimi Kur’ân’ın “namaz kılın, zekat verin” (Bakara (2), 43, 83, 110, 277) emirleri ile “Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın” (Enam (6), 151; İsrâ (17), 33), “fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” (İsrâ (17), 31), “zinaya yaklaşmayın” (İsrâ (17), 32) gibi yasakları muhkem alana ait birkaç misaldir. Dikkat edilirse bu ifadeler herkes tarafından açık olarak anlaşılmakta ve başka hususlarla da karıştırılmamaktadır.

Şimdi de müteşâbihlerin ne tür âyetler olduğu üzerinde duralım. Râgıb İsfahânî, müteşâbih âyetlerin şu üç kısımda incelenebileceğini ifade eder:

1. Bilinmesi mümkün olmayan mutlak müteşâbihlerdir ki bunları ancak Allah bilir. Meselâ kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimse bilemez.

2.İnsanın sebeplere sarılarak manasını bilebileceği izâfî müteşâbihlerdir. Meselâ garib lafızlarla muğlak hükümler böyledir.

3.Bilgisi sadece ilimde derinlik kazanmış bazı kimselere tahsis edilmiş müteşâbihlerdir. Bu kısma misâl olarak Peygamberimizin “Allah’ım onu dinde âlim kıl ve ona te’vîli öğret” diye dua ettiği İbn Abbas hatırlanabilir.

Genel olarak usûl âlimleri müteşâbih âyetleri şu iki kısımda değerlendirmişlerdir:

1. Muhkemlerle karşılaştırıldığında manası bilinebilenler.
2. Hakikatini bilmeye imkân bulunmayanlar.

Bazı kelam ve tefsîr âlimlerinin müteşâbihi, lafzî ve manevî olarak iki kısma ayırmaları da bu tasnifi hatırlatmaktadır. Buna göre Kur’ân’daki peygamber kıssaları ile bir lafzın değişik siyaklarda farklı şekillerde gelmesi, kevnî yasalara ilişkin tespitler lafzî müteşâbih kısmına girerken, Allah’ın zât ve sıfatlarının mahiyeti, ölüm sonrası hayata ait tasvirler, hurûf-ı mukatta’a ve melek, cin, şeytan gibi gaybî varlıklar manevî müteşâbih kısmına girmektedir.

Müteşâbihlerin kökeninde Yüce Allah’ın muradının gizlenmesi bulunmaktadır. Bu gizlilik ve müteşâbihlik; 1. lafızda, 2. manada, 3. lafız ve mananın her ikisinde de olabilir.

Lafızda müteşâbihliğe şu örnekleri vermek mümkündür: Abese sûresinin 31. âyetinde geçen ve hayvanların otladığı mera manasına gelen “ebben/ ”أَبًّا lafzı, çok az kullanıldığından garib bir kelimedir ve manası herkes tarafından çok iyi bilinmemektedir. فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ /“Üzerlerine yürüdü ve onlara sağ eliyle vurdu” (Saffat (37), 93) âyetindeki “yemîn” kelimesi ise “sağ el, kuvvet ve yemin” manalarına gelen müşterek bir lafızdır. Acaba bu âyette bu üç anlamın hangisi kastedilmiştir sorusu lafızda müteşâbihliğe misâldir. 

Müteşâbihliğin manada olmasına gelince bu gruba; Allah’ın sıfatlarını, kıyamet hallerini, cennet nimetlerini, cehennem azabı gibi hususları misâl vermek mümkündür. Çünkü insan aklı Allah’ın sıfatlarının mâhiyet ve hakikatini kavrayamadığı gibi âhiret hallerine ilişkin durumları da bilemez.

Müteşâbihliğin hem lafız hem de manada olmasına misâl olarak وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ
تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا / “İyilik ve erdem evlere arkalarından girmeniz değildir” (Bakara (2), 189) âyetini verebiliriz. Acaba “eve arkadan girmek” ne demektir? Bu ifade hem lafız hem mana açısından müteşâbihtir. Arapların câhiliye dönemindeki âdet ve uygulamaları bilinmezse bu âyet tam olarak anlaşılamaz. Nitekim cahiliye devrinde Araplar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan ya da çatıdan/üstten bir delik açıp oradan girip çıkar, bunu da bir iyilik ve erdem olarak görürlerdi.

Müteşâbih Sıfatlara Âlimlerin Yaklaşımı

Müteşâbih sıfatlar hakkında ulemâ iki mezhebe ayrılmıştır: Birincisi selef mezhebidir. Buna göre Allah’ın müteşâbih sıfatları bilinir gibi görünse de, bu sıfatların Allah’a isnadı beşer açısından imkansızdır. Bu durumda yapılması gereken şey bu sıfatların delaletlerini Allah’a havale etmektir.

Yani, bu sıfatlara sadece olduğu gibi inanmak ve mahiyetine ilişkin bir yorumda bulunmamak gerekir. Bu yaklaşıma sahip âlimlere misâl olarak Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik b. Enes, İmam Şafiî gibi isimleri saymak mümkündür. Meselâ büyük mezhep imamı Mâlik b. Enes’e Allah’ın arşa istiva etmesi sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, bu konuda soru sormak ise kötü bir şeydir, bidattır.”

İkincisi ise halef mezhebidir: Bu yaklaşımda olan âlimler ise manaları sadece Allah tarafından bilinenler hariç, müteşâbihlerin belli usul ve kurallar çerçevesinde te’vîl edilebileceğini, Allah’ın zâtına yakışır bir manaya hamledilebileceğini kabul ederler.

Hasan-ı Basrî’den itibaren bazı mütekaddim âlimlerle hemen hemen tüm kelamcılar bu yaklaşımı benimsemişlerdir. Yukarıda “istiva” kelimesine selef mezhebinin yaklaşımını İmam Malik misalinde görmüştük.

Aynı kavrama halef mezhebi ise istikrar manası vererek te’vîl etmiştir. Yine bu yaklaşım içinde Allah’ın gelmesi, emrinin gelmesi; Allah’ın yüzü (vech) zâtı; gözü (ayn) yardım ve inâyeti; eli (yed) kudreti olarak te’vîl edilmiş, Allah’ın fevkiyyeti de cihet olarak değil yücelik yönünden anlamlandırılmıştır.

HURÛF-I MUKATTA’A (Kesik Harfler)

Kur’ân’da bazı sûrelerin başında bazen bir, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelen rumuzlar bulunmaktadır. Bu harflere kesik harfler manasında “el-hurûfu’l-mukatta’a” adı verilmektedir. 

Söz konusu harfler şunlardır: Elif lâm mîm, Elif lâm râ, Elif lâm mîm râ, Elif lâm mîm sâd, Kâf hâ yâ ayn sâd, Tâ sîn mîm, Tâ sîn, Yâ sîn, Tâ hâ, Hâ mîm, Sâd, Nûn, Kâf / (الم، الر، المر، المص، كهيعص، طسم، طس، يس، طه، حم، ص، ن، ق ) Tam bir âyet olup olmadıkları ihtilaflı olan bu harfler, 27’si Mekkî, 2’si Medenî olmak üzere toplam 29 sûrenin başında bulunmaktadır.

Hurûf-ı Mukatta’anın Tefsîri

İslâm âlimleri Kur’ân’daki kesik harflerin tefsîri hususunda ihtilafa düşmüşler, çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Güvenilir hadis kaynaklarında konuyla ilgili aşağıdaki hadis dışında herhangi bir bilgi ve haber bulunmamaktadır. İbn Mes’ud’dan rivâyet edilen bu hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kim Yüce Allah’ın kitabından bir harf okursa, bir iyilik yazılır, iyilikler de on katıyla değerlendirilir. Ben ‘elif-lâm-mîm’ bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim bir harftir diyorum”. Fahreddîn Râzî hurûf-ı mukatta’anın ne anlama geldiği konusunda temelde şu iki yaklaşımın bulunduğunu belirtir:

1. Bu harflerin bilgisi sadece Yüce Allah’a aittir. Bunların bilgisi başkalarından gizlenmiştir. Hz. Ebu Bekir’in “her kitabın bir sırrı vardır, bu kitabın sırrı da bazı sûre başlarıdır” şeklindeki sözü bu yaklaşımı ortaya koyar. Şa’bî’nin şu sözü de bu yöndedir: “Bu harfler müteşâbihât kısmındandır, biz onların zahirlerine iman eder, bilgilerini de Yüce Allah’a havale ederiz.”

2. Bu harflerin manaları vardır ve bu manaların araştırılmasında bir sakınca yoktur. Âl-i İmran sûresinin 7. âyetinin yasakladığı husus, müteşâbih âyetlerin manası ve tefsîrini aramak değil, te’vîlini bilme iddiasıdır. Ancak bu görüşü benimseyenler ortaya yirmiden fazla görüş atmışlardır. Bu konuda ortaya konan görüşleri;

1. Hurûf-ı mukatta’ayı hece harfi kabul eden görüş,
2. Bu harfleri belli kelimelerin kısaltması veya anahtarı olarak gören görüş olarak iki kısma ayırmak mümkündür.

Kesik harfleri hece harfleri olarak gören 1. görüş mensupları şu tür manaları ortaya atmışlardır:
a. Başında bulundukları sûrelerin isimleridir.
b. Kur’ân’ın isimleridir.
c. Bu harfler iki sûreyi birbirinden ayırma işlevi görürler.
d. Bu harfler Kur’ân’a dikkat çekmektedir. Çünkü inkarcılar Kur’ân okunurken gürültü çıkarıyorlar ve insanları etkilemesine engel olmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla bu harfler, Kur’ân’a atıfta bulunan devamındaki âyetlere dikkat çekmek üzere nazil olmuştur.
e. Bu harfler yemin için gelmişlerdir ve üzerlerine yemin edilmiştir.
f. Bu harfler ebced hesabıyla bazı önemli olayların tarihine işaret ederler.

g. Bunlar münferid harflerdir. Bu harflerin amacı müşriklerin dikkatini çekmektir. Kur’ân, bunlarla meydan okumuştur. Yani bu şu demektir: “Ey inanmayanlar! Kur’ân’ın kelimeleri ve âyetleri hepinizin bildiği bu harflerden meydana gelmiştir. Siz de elinizdeki bu imkanları kullanarak Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirmeye çalışın. Siz onun benzerini meydana getiremediğinize göre bu Kur’ân mu’cizedir”. Âlimlerin çoğu tarafından tercih edilen görüş budur.

Hurûf-ı mukatta’ayı belli kelimelerin kısaltması veya anahtarı olarak gören 2. görüş ise şu anlamları gündeme getirmiştir:

a. Bunlar ilahî isim veya sıfatların kısaltmasıdır. Ancak bu görüşte olanlar birbirlerinden oldukça farklı sonuçlar çıkarmışlardır. Nitekim bu harfleri ism-i a’zamın bazı sûrelerin başlarına dağılmış şekilleri olarak kabul eden bazıları elif-lam-ra, hâ-mim ve nun harflerinin rahmân ismini ortaya çıkardığını ileri sürmüşlerdir. Buna göre Meryem sûresinin başındaki kâf-hâ-yâ-ayn-sâd harfleri de bu harflerle başlayan ilahî isimleri sembolize etmektedir. Aynı şekilde elif-lam-mim başlangıcının “Ben Allahım, bilirim” ( أنا اللهُ أعْلَم ) ; elif-lam-ranın “Ben Allahım, görürüm” ( أنا اللهُ أَرى ); elif-lam-mim-sad harflerinin ise “Ben Allahım, bilirim ve hükmederim” ( أنا اللهُ أَعلمُ وأُفصل ) anlamlarına geldiğini ileri sürenler de olmuştur. Ünlü Arap dilcisi Zeccâc da bu görüşü tercih etmiş ve Arapların belli bir kelimeye yine o kelimeden alınmış bir harfle işaret etmenin adetleri olduğunu ifade ederek şiirlerden örnekler vermiştir.

b. Bu harflerden bazısı Allah’ın, bazısı da diğer varlıkların isimlerinin kısaltmasıdır. Meselâ elif-lammim harflerindeki elif Allah’a, mim Muhammed’e, lam ise Cebrâil’e delalet eder ve “bu kitap Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla Muhammed’e indirilmiştir” anlamına gelir. Söz konusu harflerin benzer kısaltmalara işaret ettiğini ileri sürenler, Arapların nesir ve nazımlarında bu tür kısaltmalara gittikleri tespitinden hareket ederler. Ancak Arap dilciler bu tür kısaltmaların düşünülebilmesi için siyakın hazfedilen hususa işaret etmesini şart koşarlar.

Hurûf-ı mukatta’aya yönelik çeşitli tasavvufi anlamların da yüklendiği görülmektedir. Söz gelimi Hakîm Tirmizî, Allah’ın kesik harflerle başlayan sûrelerde anlatılan tüm hüküm ve kıssaları bu harflere gizlediğini, sonra da bu hususları sûrede açıkladığını, fakat bu şifreleri ancak peygamber ve velilerin çözebileceğini ileri sürer.

Müteşâbih olduğunda ihtilaf bulunmayan hurûf-ı mukatta’a hakkında ileri sürülen görüşler, son derece subjektif ve doğruluğu test edilemeyen yorumlardır. Benzer keyfilikteki yorumları Batılı oryantalistlerin de ileri sürdüğü görülmektedir. Meselâ Aloys Sprenger adlı oryantaliste göre Şuara ve Kasas sûrelerinin başlarındaki tâ-sin-mîm, Kur’ân’a temiz olanlardan başkasının dokunamayacağını bildiren Vâkıa sûresinin 79. âyetinin kısaltmasıdır.

Regis Blachere de elif-lam-mimin, Fatiha sûresinin ilk âyetinin kısaltması olduğunu ileri sürer. Buna rağmen batıda kesik harfler hakkındaki en garip teoriyi Nöldeke ortaya atmış ve bu harflerin Kur’ân’a ait olmadığını, Kur’ân’ın toplanması sürecinde ilgili sûrenin kendisinden temin edilen sahabînin adının sembolü olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre elif-lam-ra Zübeyr’e, elif-lam-mim-ra Mugire’ye, ha-mim ise Abdurrahman’a işaret etmektedir. Bu harflerin, Hz. Peygamber’in Yahudi varlığını gözetmeye başlamasıyla kullanıldığı ve çeşitli kabalistik anlamlar içerdiği iddiası da Loth adlı başka bir oryantaliste aittir.

KUR’ÂN’DA ÇELİŞKİ VEHMİ (MÜŞKİLÜ’LKUR’ÂN)

Şâyet Kur’ân, Allah’tan değil de başka bir kaynaktan gelmiş olsaydı onda pek çok ihtilaf ve çelişki bulunurdu. Böyle bir yanlışlık olması durumunda zaten Kur’ân karşıtları bunu kullanır, İslâm’ı yok etme yolunda muhakkak gündeme getirirlerdi.

Ama böyle bir itiraz, nazil olduğu dönemde olmadığı gibi, hiçbir şekilde günümüze kadarki tarihi süreçte de olmamıştır, olmayacaktır da. Bu hakikat Kur’ân tarafından şöyle ifade edilir: “Eğer o (Kur’ân), Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, elbette onda birçok ihtilaf bulurlardı” (Nisa (4), 82). Gazali’ye göre âyette zikredilen ihtilaftan maksat, Kur’ân’ın kaynağıyla ilgili cevabı verilemeyen ve izah edilemeyen ihtilaflardır.

Yoksa, çok anlamlı (müşterek) bir kelimenin hangi anlamında kullanıldığı şeklindeki bir ihtilaf kastedilmemiştir. Zira herhangi bir şey hakkında insanların farklı görüş ve düşünceleri olması normaldir. Öte yandan Kur’ân’dan farklı olarak insanlar arasında araz ve ahvâl ihtilafı da görülebilmektedir. Ancak Kur’ân tek bir kaynaktan geldiğinden başı ile sonu arasında hiçbir çelişki ve ihtilaf yoktur. Hakikat böyle olmakla birlikte, henüz Kur’ân’ın çeşitli özelliklerine vakıf olmayan ve bu konuda yeterli alt yapısı bulunmayan bazıları onun birtakım âyetleri arasında ihtilaf bulunduğunu zannedebilir.

Başka bir ifadeyle bir âyetin manasının başka bir âyetin manasıyla çeliştiğini düşünebilir. Böyle bir vehme düşmüş kimseye cevap verilmesi ve vehminin giderilmesi gerekir. İşte bu tür izahları yaparak vehimleri ortadan kaldırmaya çalışan Kur’ân ilmine “Müşkilü’l-Kur’ân” denir. Müşkil kelimesi; zorluk, problem, sıkıntı gibi anlamlara gelir. Terkip halindeki Müşkilü’l-Kur’ân ifadesi ise daha çok bilgi azlığı nedeniyle uyanan vehimleri giderip tatmin edici cevaplar hazırlayan ilim dalı demek olur. Âyetler arasında çelişki gibi görünen hususlar için şu misalleri verilebiliriz: “Hani Musa ile kırk gece sözleşmiştik” (Bakara (2), 51). “Musa ile otuz gece sözleştik ve ona on gece daha kattık” (Arâf (7), 142). Görüldüğü gibi Yüce Allah Hz. Musa ile sözleştiği gecenin sayısı hakkında, birinde kırk, diğerinde ise otuz sayısını vermektedir.

İki sayı birbirini tutmadığı için çelişki vehmi görülebilir. Oysa ikinci âyette sözleşilen otuz geceye on daha ilave edilmek suretiyle toplam kırk sayısı ortaya çıkmaktadır. Buna göre Bakara sûresindeki âyet istikrar bulmuş nihaî sayıyı verirken, Araf sûresindeki âyet süreci detaylı olarak vermekte, sonuç olarak o da aynı sayıya ulaşmaktadır. Böylece çelişki vehmi ortadan kalkmaktadır. “Size helal olan ve hoşunuza giden kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenin. Şâyet adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir tane kadın alın.” (Nisâ (4), 3). “Ne kadar isteseniz kadınlar arasında adaleti sağlamaya asla güç yetiremezsiniz.” (Nisâ (4), 129).

Görüldüğü gibi bu iki âyet arasında çelişki izlenimi uyanmaktadır. Birinci âyette dörde kadar evlilik yapmaya izin verilmekte, adaleti sağlayamama endişesi halinde ise tek evlilik emredilmektedir. İkinci âyette ise her şart altında kadınlar arasında adaletin sağlanamayacağı ifade edilmektedir. Bu işkâlin çözümü konusunda âlimler şu açıklamayı yapmışlardır: İlk âyette gerçekleştirilmesi istenen adalet, eşler arasında hukuku eşit derecede tutmaya çalışan ve mümkün olan bir adalettir.

Meselâ eşlerden birisine bir bilezik veya bir elbise alındığında diğerine de alınması bu adaletin kapsamına girmektedir. Bu, mümkün olan ve sağlanabilir bir adalettir. Bu şekilde adaleti  sağlayamamaktan endişe edenlere Yüce Allah tek evliliği emretmektedir. 

Asla sağlanamayacağı bildirilen ikinci âyetteki adalet ise, duygusal ve kalbî boyuttaki adalettir ve insan buna kâdir değildir. Yani kişinin eşlerinden birisini diğerlerinden daha çok sevmesi halidir ki bu kontrol edilemeyen beşeri bir gönül halidir. İbn Atiyye bu durumu tam adalet diye niteler.

Çelişki Vehmini Ortadan Kaldıran Kurallar

Müşkilü’l-Kur’ân ilminde âyetlerin birbirine zıt görünümlerini ortadan kaldırmaya yönelik çeşitli kaideler geliştirilmiştir. Bu kuralları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

1. Hüküm hususunda Medenî olanlar Mekkî olanlara tercih edilir.
2.İki hükümden biri Mekkelilerin durumuna, diğeri Medinelilerin durumuna âit olursa, Medinelilerin ahvâli tercih edilir.
3.İki hükümden birisinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer âyetin ise sadece lafzı bunu iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden âyet tercih olunur.
4.İki âyetten her biri zahirde bir hükme işaret ettikleri halde; âyetlerden biri umum, diğeri tahsis olarak hükme işaret ediyorsa, bu durumda tahsis içeren âyet tercih edilir.

Âyetler Arasında Çelişki Vehminin Doğmasının Nedenleri

Âyetler arasında zıtlık ve çelişki vehmi, cehaletten, bir konunun çeşitli açılardan farklı şekillerde görülebileceğini algılayamamaktan kaynaklanır. Şimdi bu hususu misâllerle inceleyelim:

1. Ortaya çıkan hüküm, çeşitli şekillerde göründüğü için çelişki vehmi uyanabilir. Meselâ Kur’ân’da Hz. Âdem’in yaratılış safhasından bahsedilirken onun bir yerde topraktan (Âl-i İmrân (3), 59), bir yerde balçıktan (Hicr (15), 26, 28, 33), bir yerde cıvık çamurdan (Saffât (37), 11), bir yerde de kupkuru balçıktan (Rahmân (55), 14) yaratıldığı ifade edilmektedir. Dikkat edilirse âyetlerde yukarıdaki anlamları karşılamak üzere kullanılan “salsâl/ صلصال ”, “hame/ حمأ ” ve “türâb/ تراب ” kelimeleri esasında farklı kelimeler olmakla beraber hepsinin aslî unsuru topraktır ve bu kelimelerle topraktan yapılan yaratmanın değişik aşamalarından/safhalarından söz edilmektedir. Yani aralarında herhangi bir çelişki yoktur.

2. Konu Farklılığı. Çelişki aynı konuya ait hükümler arasında söz konusu olur. Aralarında çelişki bulunduğu sanılan âyetler incelendiğinde farklı konulardan bahsedildiği görülebilir ve böylece çelişki vehmi ortadan kalkar.

Meselâ Kur’ân’da bir âyette “kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz” (Bakara (2), 174) denirken, başka bir âyette de “Rabbine andolsun ki onların hepsine yapmakta oldukları şeyleri soracağız” (Hıcr (15), 92-93) denmektedir. Hem konuşmaz, hem de soracak denmesi arasında çelişki vehmi uyanabilmektedir. Oysa birinci âyette geçen onlarla konuşmaz ifadesi ikram ve lütuf makamında olup Allah’ın onlara iltifat etmeyeceği manasındadır. İkinci âyette geçen soracak ifadesi ise azarlama ve kınama makamındadır. Farklı makamlar arasında ise çelişki söz konusu olmaz.

3. Fiilin farklı yönlerine işaret edilmesiyle ortaya çıkan çelişki vehmi. Bir küpün değişik yönlerden değişik hacimleri vardır. Bunun gibi bir metnin de farklı yerlerden farklı görünümleri vardır. Dolayısıyla birbirlerinin aynısı olmadıkları gerekçesiyle görünümdeki farklılıklar arasında bir çelişkiden söz edilmesi tutarlı olmaz. Meselâ Kur’ân’da “onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü” (Enfâl (8), 17) denerek Müslümanların Bedir savaşında öldürdükleri müşrikler hakkında bir tespitte bulunulmaktadır. Acaba savaş meydanında öldürülen müşrikleri gerçekten de Müslümanlar öldürmemişler midir? Oysa bu âyette Müslümanların elleriyle gerçekleşen öldürme fiili, Allah’ın temelde izin ve imkân vermek suretiyle insanların fiillerini gerçekleştirmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Başka bir ifadeyle fiil, kazanma (kesb) ve doğrudan işleme (mübaşeret) yönüyle insana aitken; bu fiil yaratma ve tesir yönünden insana değil Allah’a aittir. Dolayısı ile burada herhangi bir çelişkili durum söz konusu değildir. 

4. Hakikat ve mecaz ayırımına dikkat edilmemesinden kaynaklanan çelişki vehmi. Meselâ “insanları sarhoş olmuş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir” (Hacc (22), 2) âyetinde sarhoşluk teması mecaz olarak geçmektedir. Sarhoşluk sadece alkollü içeceklerden oluşur, o halde bu âyette çelişki vardır denemez. Âyette kıyametin dehşetinden dolayı insanları mecazî olarak sarhoş gibi görürsün denilirken, sarhoşluğun alkolden kaynaklanacağı düşünülerek hakikate izafetle de onlar sarhoş değildir denilmektedir.

5. Çeşitli vecihlerle oluşan farklılıklardan kaynaklanan çelişki vehmi. Meselâ Kur’ân’da nefislerin, rasûller (En’am (6), 61), melekler (Nahl (16), 28), ölüm meleği (Secde (32), 11) ve bizzat Allah (Zümer (39), 42) tarafından öldürüldüğü zikredilmektedir. Müfessir Begavî bu âyetlerin arasını şöyle te’lîf eder: Meleklerin öldürmesi ruhları kabz ve nez’ etme (alma ve çekme) iledir. Ölüm meleğinin (melekü’l-mevt) öldürmesi dua ve emir iledir. Allah’ın öldürmesi ise ölümü yaratmış olmasıyladır. Buna göre rasûllerle, melekler, ölüm meleği Azrail’in emir ve komutasında görev yapan, deyim yerindeyse alt kademe meleklerdir. Dolayısıyla bu ifadeler arasında herhangi bir çelişki ve tutarsızlık söz konusu değildir.

Kur’ân’da bu gibi vehimleri izah eden tefsîrler yanında müstakil eserler de meydana getirilmiştir. Meselâ İbn Kuteybe’nin Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân adlı eseri bu alanda oldukça önemlidir. O bu eserini filozof ve reycilerin eleştirilerine karşı Kur’ân’ın doğruluğunu savunmak için telif etmiştir.

KUR’ÂN’IN SİYAKI (ÂYETLER VE SÛRELER ARASI MÜNASEBET)

Siyak ilkesi Kur’ân’ın doğru anlaşılıp tefsîr edilmesine katkı sağlayan en önemli mana ilimlerinden birisidir. Arap dilinde sürmek, salmak, sevk etmek, göndermek gibi anlamlara gelen siyak kelimesi, ıstılah olarak bir ifadenin etrafındaki birimler diye tanımlanabilir. Batı dillerinde context kelimesiyle karşılanan siyak ifadesi için Türkçe’mizde “bağlam” ve “ortam” ifadeleri kullanılmaktadır. Türkçe’de bağlam ve ortam kelimeleri, bir ifadenin hem metin hem de tarih yönüne işaret etmektedir.

Aynı kapsamı “siyak” terimi için de düşünmek mümkündür. Siyak kelimesiyle daha ziyade Kur’ân’ın metin yönü kastedilmektedir. Başka bir ifadeyle siyak, bir ifadenin önünde ve arkasındaki birimlerle sergilediği ilişkiler bütünüdür ve bu ilişkiler merkezî ifadenin doğru ve sağlıklı anlamlandırılıp yorumlanmasında çok önemli katkılar sağlamaktadır.

Meselâ Kur’ân’daki bir hükmün illeti ve ibarenin asıl maksadı nedir? İfade hakikat midir, mecaz mıdır? Çok anlamlı bir kelime bu kez hangi anlamında kullanılmıştır? Meşhur kırâatler farklılık arz ettiğinde hangisi tercih edilir? Zamirlerin mercii nedir? Mükerrer âyetlerdeki farklılıkların sebebi nedir? Bu ve benzer pek çok Kur’ânî meselenin çözümüne siyak ilkesi önemli katkılar sağlamaktadır. Ayrıca siyak ilkesi Kur’ân’ın yanlış anlaşılıp isabetsiz neticeler çıkarılmasını da önler.

Siyak Çeşitleri

Kur’ân’a siyak açısından baktığımızda, onu en küçük biriminden en büyüğüne kadar değerlendirmeye tabi tutmak mümkündür. En küçük Kur’ânî birim, harflerdir ve bir araya gelerek kelimeleri meydana getirirler. Merkezî konumdaki bir harf şekil ve telaffuz gibi yönlerden çevresindeki diğer harfleri etkiler. Nitekim dilbilgisindeki büyük ve küçük ünlü uyumu kuralı bu temel düşünceden beslenir. Binaenaleyh siyak ilkesi doğrultusunda geliştirilen Kur’ân sınıflandırmasında;
1. âyet içi siyak münasebeti,
2. âyetler arası siyak münasebeti,
3. farklı konular arası siyak münasebeti,
4. sûre içi siyak münasebeti,
5. sûreler arası siyak münasebeti,
6. bütün Kur’ân içi siyak münasebeti olmak üzere altı temel unsur yerini almaktadır.

1. Âyet içi siyak münasebeti: Bu münasebet esasında sadece Kur’ân için değil, tüm metinler için geçerlidir ve hükümler çoğu zaman bir cümlede değil, tüm ibare bütünlüğünde ortaya çıkarlar. Bu tür münasebetler bazen Kur’ân’ın tek bir âyetinde tezahür edebilmektedir. Meselâ Bakara (2) sûresinin 275. âyetinin “faiz yiyenler (mahşerde) ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar” şeklindeki cümlesi çok ağır ve tehditkâr bir ifadedir.

Bu âyet faiz yemenin haram olduğunu kesin olarak bildirmekle birlikte bu ağır cezanın salt faiz yemekten kaynaklanmadığı, haramı haram kabul etmemekten neş’et ettiği aynı âyetin şu cümlesinden anlaşılmaktadır: “Bu (cezaya dûçâr kılınmaları) onların zaten alış veriş de faiz gibi demelerindendir”. Şu halde faizcilerin, tefecilerin âhirette çarptırılacakları ağır ceza, onların faizi haram görmeyerek ve onu helal olan ticaretle aynı tutarak, başka bir ifadeyle helali ve haramı inkar ederek yemelerindendir. İşte bu mana, bir âyetin siyak bütünlüğü içinde ortaya çıkmaktadır.

2. Âyetler arası siyak münasebeti: Siyak ilkesinin en fazla işletildiği Kur’ânî sınıflamalardan birisi bu gruptur. Konunun önemini vurgulamak üzere Zemelkânî İsra sûresiyle Kehf sûresinin arasındaki münasebeti zikrettikten sonra “ilgi ve irtibat, sûreler arasında bile zuhur edince artık âyetler arasındaki irtibat münasebeti evleviyetle ortaya çıkar” der. Âyetler arası siyak ilişkisi durumunda sağlıklı bir anlama ve yorumlama için “acaba bu âyet önceki âyetle irtibatlı mı, yoksa müstakil midir?

Müstakil ise, komşu âyetlerle ne tür ilişkisi vardır? Niçin bu bağlamda gelmiştir?” gibi soruların cevaplanması gerekmektedir. Bu gruba örnek olarak Kalem sûresinin 23. âyetinde geçen “gizli gizli fısıldaşarak yürüdüler” cümlesini ele alabiliriz. Sadece bu cümleden, fısıldaşarak yürüyenlerin kim oldukları ve hangi konuda fısıldaştıkları anlaşılamamaktadır.

Âyet siyakıyla birlikte, yani aynı sûrenin 22. âyeti okunduğunda bu kimselerin ürünlerini toplamaya giden bostan sahipleri oldukları, 24. âyet okunduğunda ise ürünleri devşirirken pay istemeye gelen yoksulları bostanlarına sokmama ve onlara hiçbir şey vermeme konusunda fısıldaştıkları anlaşılmaktadır.

3. Farklı konular arası siyak münasebeti: Kur’ân’da yer alan konular, kendi siyak çerçevelerinde müstakil olarak ele alınmış görünümü verseler bile bunlar, Kur’ân’ın diğer komşu konularıyla doğrudan veya dolaylı bir irtibat içindedir. Bu tesbiti şöyle ifade etmek de mümkündür: Kur’ân’da yer alan her unsur, bir yandan kendi anlam çerçevesinde bir görev ifa ederken; öte yandan komşu birimlerle anlamlı ilişkiler yürütür. Meselâ Bakara sûresinin 190-195. âyetleri savaş ve cihaddan bahsederken, 196- 203. âyetler ise hacdan söz eder.

Yani savaş ve cihaddan bahseden âyetlerle hacdan bahseden âyetler arka arkaya gelmiş, cihad ve hac komşu olmuş, birlikte bir siyak ilişkisi oluşturmuşlardır. Bilindiği gibi savaş ve hac ibadetinde kullar hem can hem de malla imtihan edilirler. Bu itibarla cihad ve hac en zor ibadetlerdendir. Hz. Peygamber, “cihadın en güzeli, kabule şâyân olan hacdır” buyurarak cihadla hac konuları arasındaki münasebeti göstermiştir.

4. Sûre içi siyak münasebeti: Kur’ân’ın 114 sûresinden her biri, çeşitli meseleler ihtiva etmekle birlikte, üzerinde genellikle deveran ettiği temel mesajlara sahiptir. Sûrelerde yer alan bu çeşitli meseleler bir yönüyle kendi özel hükümlerini icra ederken, diğer yönüyle de sûrenin ana konusuna katkı sağlarlar. Bunu bir halıyı inceleyen kimsenin haline benzetmek mümkündür.

Bu şahıs halının sadece küçük bir kısmana bakıp oradaki nakışları tetkik edecek olursa siyah, beyaz, yeşil türü renklerin bir araya getirildiğini görür, belki kendisinde renk, desen ve motif uyumu algısı da uyanmaz. Fakat gözünü daha geniş bir alana çevirip baktığı nakışların simetriklerini gördüğünde desendeki ahengi kısmen anlar ve bundan zevk alır.

Bununla da yetinmeyerek halının tamamına toplu bir tarzda baktığında daha büyük unsurlar arasındaki renk ve desen ahengini müşahede eder ve bundan aldığı haz daha da büyük olur. Sûre içi siyak ilişkisine misâl olarak Taha sûresi verilebilir.

Taha Mekkî bir sûredir. Hem nüzul, hem de tertip açısından Meryem sûresinden sonra Habeşistan’a hicret ile İsrâ mucizesi arasında nazil olmuştur. Sûrenin genel hedefi, kavminin ilahî daveti kabul etmemeleri neticesinde ortaya çıkan bela ve musibetlere karşı Hz. Peygamber’i sabırlı olmaya teşvik etmektir. Nitekim Tâhâ sûresinin bütün âyetleri incelendiği takdirde sözü edilen hedefe hizmet ettiği görülmektedir.

Daha net bir sahne görüntüsü için sûredeki âyetleri şu dört farklı gruba ayırmak mümkündür;
I. Sabırlı olmaya teşvik (1-8. âyetler),
II. Hz. Musa kıssası (9-114. âyetler),
III. Hz. Adem kıssası (115-127. âyetler),
IV. Çıkarılması gereken dersleri ihtiva eden sonuç bölümü (128-135. âyetler). Hz. Peygamber kavmini İslâm’a çağırmakta, ancak onlar inatla bu daveti reddetmekte ve düşmanlık yapmaktadır. Bunda Hz. Peygamber’in bir kusuru olmadığından üzülmesine gerek yoktur.

Sûrenin ikinci bölümünde büyük bir mücadelenin içinde bulunmuş olan Hz. Musa ile, Firavun’un eziyet ve işkencelerine katlanmış olan insanların kıssasının anlatılması, Hz. Peygamber ve inananlar için etkili birer örnek ve tesellidir.

Ardından da sûrenin Hz. Âdem kıssasını anlatması yine aynı esasa hizmet etmiş, ilkinden son peygambere gelinceye kadar İslâm daveti mücadelesinin zorluk ve meşakkatlerle dolu olduğu ifade edilmiştir.

Sonuç kısmında ise sûrenin, baş taraflarda zikredilen sabra ve tahammüle teşvik konusuna atıf yapan âyetlerle tamamlanması, aynı bütüne katkı sağlayan bir üslup örneği olmuştur.

5. Sûreler arası siyak münasebeti: Âyetler arası siyak ilişkisi, âyetlerin vahyin kontrolünde, tevkîfî yolla tertip edilmesine bağlıdır. Bunun gibi sûreler arası münasebetin varlığından söz edebilmek de, sûrelerin ictihâdî yolla değil, vahyî yönlendirmeyle tertip edilmiş olmasına bağlıdır. Başka bir ifadeyle âyetlerin ve sûrelerin vahiyle tertip edildiklerini gösteren delillerden birisi de, aralarında kurulabilen siyak münasebetidir. Bu itibarla âlimlerin çoğu, sûreler arasında da bir ilişki ve irtibatın bulunduğunu kabul etmiş ve bu münasebeti göstermeye çalışmışlardır. 

Sûreler arası siyak ilişkisine misâl olarak Fatiha ile Bakara sûresini vermek mümkündür. Zira Fatiha sûresinin 5. âyetinde mü’min kulların dilinden “(Ya Rab) bizi dosdoğru yola hidâyet eyle” duası yer almaktadır. Bakara sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde ise “Elif lâm mîm. İşte bu kitap, kendisinde hiçbir şüphe yoktur, takva sahipleri için yol göstericidir, hidâyettir” cümleleri Allah’ın, kullarının hidâyet isteme duasına icabet ederek onlara yol gösterdiğini ortaya koymaktadır. Çeşitli açılardan bu tür siyak ilişkilerini bütün sûreler arasında kurmak mümkündür.

6. Bütün Kur’ân içi siyak münasebeti: Daha önce de geçtiği gibi Kur’ân içinde hiçbir ihtilaf ve çelişki barındırmayan bir kitaptır. O halde Kur’ân’ı bütüncül bakışla anlayıp yorumlamak, başka bir ifadeyle “kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara (2), 85) tehdidine muhatap olmamak, tek bir âyet veya âyet grubuyla hükmetmekte acele etmeyip bütün Kur’ân’ı dikkate almaya bağlıdır.

Buna misâl olarak Kur’ân’ın şefâata bakışını incelemek mümkündür. Bilindiği gibi pek çok âyette Allah’tan başka hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bildirilmektedir. Bunların bazıları şunlardır: “De ki şefaatin tamamı Allah’a aittir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur” (Zümer (39), 44); “Rablerinin huzurunda haşredilmekten korkanları uyar ki onların Allah’tan başka hiçbir dostları ve şefaatçileri yoktur” (En’am (6), 51). Sadece bu âyetleri okuyan bir kişi, ahiret gününde Allah’tan başka kimsenin şefaat edemeyeceği sonucuna ulaşabilir.

Ancak Kur’ân’ın aynı konuyla ilgili başka âyetleri de vardır ve bu âyetler, Allah’ın izin verdiği bazı kimselerin şefaat edebileceğini dile getirmektedirler: “O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha (20), 109); “Rahmân’ın katından söz alanların dışında hiç kimse şefaate sahip olamaz” (Meryem (19), 87); “O’nun katında, O’nun izin verdikleri dışında kimsenin şefaati fayda vermez” (Sebe (34), 23). Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığı gibi Yüce Allah’ın sevdiği ve razı olduğu kimseler şefaat edebileceklerdir. İmkansız olan husus, Allah’a rağmen şefaat etmektir. Çünkü putlar ve Allah katında hiçbir kıymeti olmayanlar, değil başkasını, kendilerini bile kurtaramayacaklardır.

KUR’ÂN’IN İ’CAZI (İ’CÂZU’L-KUR’ÂN)

İ’câz ve Mucizenin Tanımı

Sözlükte i’caz kelimesi âciz bırakmak, kararlı ve azimli olmak, yaptığını iyi yapmak gibi manalara gelir. Bu doğrultuda, bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı âciz bırakan olağan üstü duruma, hârikulâde işe mucize denir.

Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi Kur’ân’dır. Çünkü okuması yazması bile olmayan bir insanın böyle bir kitabı getirebilmiş olması, Allah’tan vahiy almasından başka hiçbir sebeple açıklanamaz. Mucize olgusu, inkârcı Arapların ve sonraki nesillerin Kur’ân’a karşı koyma konusunda aciz kaldıklarını, Hz. Peygamber’in ise risâlet davasında mutlak doğru olduğunu göstermektedir. 

Hz. Peygamber Kur’ân mucizesi ile inkarcı Araplara şu üç merhalede meydan okumuştur:

1. Kur’ân ile meydan okuma: “De ki: Andolsun bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek olsalar, yine de onun benzerini meydana getiremezler” (İsrâ (17), 88). Görüldüğü gibi Hz. Peygamber hem Araplara, hem de onlardan başka tüm insan ve cinlere Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymaları konusunda meydan okumuştur.

2. On sûre ile meydan okuma: İkinci aşama olarak Hz. Peygamber muarızlarına Kur’ân’ın on sûresinin benzerini getirmelerini şart koşmuştur. Şu âyetler, bu aşamadaki meydan okuyuşu dile getirmektedirler: “Yoksa onu (Kur’ân’ı) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka kime sözünüz geçiyorsa (yardımınıza) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Eğer (onlar talebinize) cevap veremiyorlarsa, bilin ki o (Kur’ân) ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir” (Hûd (11), 13-14).

3. Bir sûre ile meydan okuma: Bir başka aşama olarak da Hz. Peygamber Kur’ân’dan bir sûre getirme talebi ile meydan okumuştur. İlgili âyet şöyledir: “Yoksa onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Onun benzeri bir sûre getirin” (Yûnus (10), 38). Benzer meydan okuma şu âyette de tekrar edilmiştir: “Eğer kulumuza indirdiğimiz konusunda herhangi bir şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin” (Bakara (2), 23).

İ’cazda Sarfe Teorisi

Bu teoriye göre Kur’ân’ın benzeri rahatlıkla ortaya konabilirdi, ancak Allah buna engel olmuştur. Allah’ın engel olması yüzünden Kur’ân’a karşı koymaya, benzerini getirmeye yönelmiş himmetler; başarısız olmuş, sonuçsuz kalmıştır (sarfu’lhimem ani’l-muârada).

Daha açık bir ifadeyle Allah tartışmasız kudretiyle Arapları Kur’ân’a muaraza etmekten alıkoymuş; onların edebî yetenek ve kudretlerini ellerinden alarak başarıya ulaşmalarına engel olmuştur. Şâyet Allah kudretini kullanarak meseleye müdahale etmeseydi, belagat ve fesahatın altın çağını yaşayan Arap edipler, Kur’ân’ın bir benzerini, hatta ondan daha güzelini de ortaya koyabilirlerdi. İşte bu ilahi müdahale önceki peygamberlere verilen hissî mucizeler gibi bir mucizedir.

Bu teori Mutezilî imam İbrahim Nazzâm’a isnat edilir. Bu teori, âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından reddedilmiştir. Sarfe teorisinin bu haliyle Yüce Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyet hikmetini zedelediği söylenebilir. Çünkü kullarının elinden mücadele güçlerini aldıktan sonra, “haydi gücünüz yetiyorsa Kur’ân’ın bir benzerini yapın” demesi rahmân ve rahîm olan Rabbimiz için mümkün gözükmemektedir.

İslâm âlimleri sarfe teorisinin doğru olmadığına dair birtakım deliller öne sürmüşlerdir. Bu teori doğru olarak kabul edilirse;

1. Tahaddî (meydan okuma) zamanının geçmesiyle Kur’ân’ın icazının da ortadan kalkması gerekirdi. Halbuki Kur’ân’ın icazı halen devam etmekte ve bundan sonra da devam edecektir.

2. Kur’ân, muarazayı men etmekle acizliğe düşerdi.

3. Kur’ân değil, sarfenin/menetmenin bizzat kendisi muciz olurdu.

Kur’ân’ın İ’caz İçin Yeterli Olan Miktarı

Kur’ân’ın i’caz için yeterli olan miktarı hakkında İslâm âlimlerinin çeşitli görüşleri vardır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir:

1. Mutezile âlimleri i’cazdan söz edebilmek için bütün Kur’ân’ın devrede olmasını gerekli görürler. Buna göre Kur’ân’ın bir kısmı, i’caz için yeterli değildir.

2. Bazı âlimler “doğru iseler, onun gibi bir söz getirsinler” (Tur (52), 34) âyetine dayanarak i’câzın tam bir sûre olmasa bile kısa ya da uzun bir Kur’ân pasajıyla gerçekleşeceğini söylemişlerdir.

3. Diğer bir grup âlim ise Kur’ân’ın kısa da olsa tam bir sûre veya tam bir sûre miktarı olan bir veya bir kaç âyetle i’câzın gerçekleşebileceğini ifade etmişlerdir.

Kur’ân’ın İ’caz Yönleri

Kur’ân’ın i’caz yönleri, içinde bulunduğu ve bulunacağı zaman içerisinde değişebilecek, yenilenebilecek bir niteliğe sahiptir. Bununla beraber Kur’ân’ın, şu ana kadar tespit edilen mucizevî yönlerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Dil ve Nazım Yönüyle İ’caz: Her şeyden önce Kur’ân, Arap dilinin mucizesi olmuştur. Nitekim şiiri, nesri, hikmetleri, meselleri, belagat ve fesâhatı, beyan, hakikat ve mecazı, îcâz ve ıtnâbı gibi birçok özelliği ile Arapça, zirvelere çıkmış bir dildir. Buna rağmen mevcut Arapça örnekleri, Kur’ân karşısında aczini itiraf etmiş, lügavî i’câzı karşısında hakîr ve âciz olarak duraklamış, üslûbu önünde saygı ile eğilmiştir.

2. İlmi İ’caz: Kur’ân’ı gönderen Yüce Allah aynı zamanda zerreden kürreye tüm varlığın da sahibidir, yarattığı her şeyi en iyi bilendir. Allah Kur’ân’da yarattığı varlıklardan söz etmiş; güneşten, aydan, balıklardan vs. bahsederek insanın zihin ve bakışlarını hidâyet maksatlı olarak dış dünyaya yönlendirmiştir. Bu anlamda Kur’ân’daki bir âyetle dış dünyadaki herhangi bir varlık arasında fark yoktur, hepsi de Allah’a delâlet etmekte, O’nu konuşmaktadır. Başka bir ifadeyle Kur’ân, tenzîlî âyetlerden; varlık da tekvînî âyetlerden oluşur.

Bu bakımdan Yüce Allah’ın vahyettiği Kur’ân’da varlık kanunlarına ve niteliklerine aykırı bir durumun olmaması son derece doğaldır. Ayrıca hangi dönem gelirse gelsin, kesin kanıtlarla ulaşılan bir kevnî gerçek, Kur’ân’la asla çelişmemekte, aksine Kur’ân’ı tasdik etmektedir. Okuma yazması bile olmayan bir beşer hüviyetiyle Peygamberimizin getirdiği Kur’ân’da, nâzil olduğu dönemin beşeri bilgi düzeyiyle ifade edilmesi imkansız olan hakikatlerin söylenmesi, Kur’ân’ın beşer sözü değil, Allah kelamı olduğunun çok açık bir delilidir. İnkarcılar ise böyle bir Kur’ân’ın benzerini getirmekten elbette aciz kalmışlardır ve kalmaya devam edeceklerdir.

3. Gaybî İcaz: Kur’ân, insanların bilmeye imkân bulamadıkları gayb haberlerini ihtiva eder. Kur’ân’ın bu tür gayb haberlerini; geçmişe, nazil olduğu ana ve geleceğe ait olmak üzere üç bölüme ayırmak mümkündür. Meselâ geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin gayb haberleri maziye; Peygamberimiz zamanında iç yüzleri açığa vurulan münafıkların durumu nazil olduğu ana; Bizanslıların İranlılarla savaşacakları gibi haberler ise geleceğe ait gayb haberleridir. Bu yönden de Kur’ân mucizedir.

4. Medeniyet İnşası Yönüyle İ’caz: Kur’ân hem beden, hem ruh açısından insanı tatmin edecek yolları gösteren bir rehber kitaptır. İnsanın tüm zayıf noktalarıyla kabiliyetlerini son noktasına kadar dikkate alan Kur’ân, tüm insanlık için en güzel yaşama modelini sunmuştur.

Kısaca inanç esasları, ibadetleri, ahlaki emir ve yasakları ile insanın hem bu dünyada, hem de ebedi ahiret hayatında mutlu olmasının yollarını göstermiştir. Aksi takdirde insan ne kadar maddi refah içinde olursa olsun, bedenî ve şehevî arzularını hangi noktaya kadar yerine getirirse getirsin yine de tatmin olmayacak, aradığı mutluluk ve huzuru asla bulamayacaktır.

Gerçek huzur, Kur’ân’ın bildirdiği tevhid, namaz, zekat, oruç, ahlaklı ve dürüst olmak gibi hayat veren esaslarını özümsemekte ve yaşamaktadır. Bütün bu esasları özümsemiş insanların kurdukları dünya, elbette dünyanın en medeni ve en insancıl medeniyetidir. Bu ilke ve esasları, hiç bir beşerin kendiliğinden tespit etmesi ve gerçekleştirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, bu yönüyle de Kur’ân mucizedir.

ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Üslup dilde ağaçlar arasındaki yol, fen, yön, yaklaşım, kibirlilik hali ve aslan boynu gibi anlamlara geldiği gibi konuşanın sözündeki tarzı anlamında da kullanılır.

Kur’ân’ın üslubu denildiğinde ise mesajlarını, hükümlerini, tespitlerini, öykülerini vs. anlatırken izlediği anlatım tarzı, ifâdey-i merâm yöntemi anlaşılır. Kur’ân’ın kendine özgü bir üslubu vardır ve bu tarz, alışılagelmiş üsluplardan farklıdır. Bu üslup Arap edebiyatının dehalarını çok etkilemiştir.

Bedevî Arabın düşkün olduğu ses harmonisi en mükemmel şekliyle Kur’ân üslubunda görülmüştür. Hem de bu harmoni onların alışageldikleri şiir ve nesir tarzlarından da farklı ve onlardan çok daha yüksektir. Kur’ân için nesir veya şiir diyenler olmuşsa da, ilmî incelemeler bu iddiaları geçersiz kılmıştır.

Nazmın ve nesrin ötesinde olan Kur’ân üslubunun her halde en iyi tanımını “Kur’ân ne şiir, ne de nesirdir, O sadece Kur’ân’dır” diyen Tâha Huseyn yapmıştır. Bu tanıma çağdaş bir Arap edebiyatçısının “Arap dili nazım, nesir ve Kur’ân’dan ibarettir” şeklindeki sözünü de ilave edebiliriz.

KUR’ÂN’IN GRAMER YAPISI (İ’RÂBU’LKUR’ÂN)

Bir dildeki ses, kelime yapılışı, kelime dağarcığı, anlam değişmeleri, cümle kuruluşu, cümle içi unsurların yapıları ve görünümleri gibi hususları inceleyerek düzenli hale getiren kurallar bütününe gramer denir. Gramer kuralları her şeyden önce doğru anlama ve anlatma için gerekli olan yol haritasını çizer. Çünkü bu kurallar, aynı sistem içinde hareket eden fertler için, bir bakıma, ortaklaşa kullandıkları trafik işaretleridir.

Kur’ân’ın gramer yapısını inceleyen ilim dalına Kur’ân’ın irabı (İ’rabu’l- Kur’ân) denir. İ’rabu’l-Kur’ân ilmi, Kur’ân kelimelerini ve cümlelerini gramer yönünden incelemekte ve tahlil etmektedir. Bu sayede cümlenin fiil, fâil, meful, mübteda, haber gibi temel ögeleri yanında yardımcı unsurlar belirlenir, haziflerin olup olmadığı ortaya konur ve böylece Kur’ân’ın doğru olarak anlaşılıp tefsîr edilmesi sağlanır.

Bu bakımdan Kur’ân’ı anlamak ve tefsîr etmek isteyen bir kimse onun gramer yapısını çok iyi bilmelidir. Ayrıca ortaya çıkan gramatik değişiklikle ne tür anlam değişikliklerinin ortaya çıktığını da bilmek gerekmektedir. 

Kur’ân’ın sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını doğrudan ilgilendirdiği için Hz. Peygamber, Kur’ân’ın gramatik yapısının ve kelimelerinin taşıdığı manaların iyi öğrenilmesini teşvik etmiştir.

Kur’ân’ın Manalarına Dair İlimler – 8.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir