Kur’ân’ın Nüzûlü ve Metinleşmesi – 1.Ünite

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kur’ân’ın Nüzûlü ve Metinleşmesi

Giriş

Problemlere kalıcı ve gerçekçi çözümler üretmek için Kur’ân’ı sağlıklı bir şekilde anlamak, yorumlamak ve uygulamak hayatî bir önem taşımaktadır. Bunun için vahyin mahiyetini, başlangıcını, keyfiyetini, çeşitlerini, geliş şekillerini, yazılmasını, nüzûl aşamalarını ve ayrıca bize ulaşana kadar hakkında yapılan çalışmaları doğru bir şekilde öğrenmek gerekmektedir.

KUR’ÂN’IN NÜZÛL SÜRECİ: VAHİY

Vahyin Tanımı

Vahy, v-h-y ( وحى ) kelimesinin mastarı olup sözlükte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, seslenmek, gizli konuşmak, fısıldamak, emretmek, telkîn etmek, ilham etmek, işâret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına intikal ettirmek, elçi göndermek ve içgüdü gibi anlamlara gelmektedir. Vahyin terim olarak tanımı ise şöyledir: “Yüce Allah’ın insanlara ulaştırılmasını istediği mesajlarını peygamberlerine, alışılmışın dışında gizli bir yolla süratli bir şekilde bildirmesidir”.

Vahyin Başlangıcı

Bir gün ona melek gelip “oku” dedi. O da “ben okuma bilmiyorum” cevabını verdi. (Hz. Peygamber olayın devamını şöyle anlatmaktadır): (Ben okuma bilmiyorum dediğim zaman) melek beni kucaklayıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine “oku” dedi. Ben de ona “okuma bilmiyorum” dedim. Yine beni kucaklayıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp tekrar “oku” dedi. Ben de tekrar ona “okuma bilmiyorum” dedim. Beni tekrar kucaklayıp üçüncü defa takatim kesilinceye kadar sıktı.

Sonra beni bırakıp, اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ، خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ، اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ، عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ /“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti” (Alak (96), 1-5) dedi. Bunun üzerine (kendisine vahyedilen bu âyetlerle birlikte) korkudan yüreği titreyerek oradan ayrıldı ve Hatice bint Huveylid’in yanına gelip “beni örtünüz, beni örtünüz” dedi. Korkusu gidinceye kadar onu örttüler. Ondan sonra Resûlullah, başından geçen hâdiseyi Hatice’ye anlatarak “kendimden korktum” dedi. Hatice, “öyle deme, Allah’a yemin ederim ki Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın, işini göremeyenlerin işini görür/ağırlığını taşırsın, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, hak yolunda zuhur eden hâdiselerde halka yardım edersin”. Daha sonra Hatice, Hz. Peygamber’i alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü.

Bu zat, Cahiliye zamanında Hıristiyan olmuş bir kimse olup İbranice okuma-yazma bilir ve İncil’den Allah’ın dilediği miktarda bazı şeyleri İbranice yazardı, gözleri görmezdi. Hatice Varaka’ya, “amcam oğlu, bak dinle, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka “ne var kardeşimin oğlu” diye sorunca, Resûlullah gördüğü şeyleri kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: “Bu gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya gönderdiği Nâmûs’tur (melektir). Ah! Keşke senin davet günlerinde genç olsam. Kavminin seni (yurdundan) çıkaracağı zaman keşke hayatta olsam”. Bunun üzerine Resulullah, “onlar beni (yurdumdan) çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da, “evet, senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş yani, vahiy tebliğ etmiş olan hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramış olmasın. Senin davet günlerine yetişirsem sana yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmeden Varaka vefat etti. Ve o esnada vahiy bir müddet kesildi”.

Vahyin bir müddet kesilmesinden (fetret devrinden) sonra ilk defa Müddessir sûresinin baş tarafının nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.

Vahyin Keyfiyeti

Tebliğ eden (elçi) ile kendilerine tebliğ edilen (muhâtap) arasında iletişimin sağlanabilmesi için şu iki şartın olması gerekir:

1. Mahiyet/ontolojik olarak eşit yani, aynı seviyede olunmalı.

2. Aralarında ortak bir dil/anlaşma vasıtası bulunmalıdır. Aksi halde iletişim gerçekleşemez. Bu sebeple olmalı ki Resûlullah Cebrâil’den vahyi şu iki şekilden biriyle almıştır: Vahyi, ya melek beşer suretine girerek Resûlullah’a getirmiştir veya Resûlullah, beşer suretinden sıyrılıp melek suretine girerek Cebrâil’den almıştır.

Vahyin Çeşitleri

İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan) ve gayr-i metlüv (okunmayan) olarak ikiye ayırmışlardır. Bu hususta Cüveynî’nin taksimi şöyledir:

1. Allah Cebrâil’i, Allah şöyle şöyle yapmanı emrediyor diye Resûlüne gönderir. Cebrâil de Allah’ın dediklerini kavrayarak Hz. Peygamber’e gelir ve Rabbinin söylediklerini ona iletir. Ancak Cebrâil’in Resûlullah’a getirdiği bu ibâre, Allah’tan aldığı ibârenin aynısı değildir. Bu, şuna benzemektedir: Bir hükümdar elçisine, “falancaya git, hükümdar sana, hizmet etmede gayretli ol, ordunu sıkı bir eğitimden geçirerek savaşa hazırla” dese, elçi de bunu, “hükümdar sana şöyle diyor: Hizmetini hiç aksatma, en güzel bir şekilde yapmaya çalış, askerlerin dağılmasına asla fırsat verme, onları savaşa teşvik et” şeklinde ifade etse, bu elçi görevini yerine getirmiş sayılır.

2. Yüce Allah Cebrâil’e, “bu kitabı/metni Peygamber’e aynen oku” diye emreder; Cebrâil de en ufak bir değişiklik yapmadan Allah’ın kelâmını olduğu gibi/harfiyyen Resûlullah’a indirir. Bu da tıpkı hükümdarın elçisine yazılı bir mektup vererek, “bunu falana oku” diye emretmesi, elçinin de bu mektubun bir harfini bile değiştirmeden o kişiye aynen okuması gibidir. İşte bunun birinci kısmı hadîs/sünnet, ikinci kısmı ise Kur’ân olmaktadır.

Dikkat edilirse Cüveynî’nin taksîmine göre hadîs/sünnet de vahiy kaynaklıdır. Şimdi bu konuya kısaca değinmemizde fayda vardır. İslâm düşüncesinde sünnetin vahiy kaynaklı olduğunu kabul edenler ekseriyeti teşkil etmektedir. Bunların ileri sürdükleri delillerin başında Resûlullah’a müstakil hüküm koyma yetkisi veren şu tür âyetler gelmektedir: إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ
الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سمَِعْنَا وَأَطَعْنَا /“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “işittik ve itâat ettik” demeleridir” (Nûr (24), وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا .( 51
أَن يَكُونَ لهَمُُ الخِْيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ /“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur” (Ahzâb (33), 36).

Vahyin Geliş Şekilleri

Yüce Allah şu âyette vahyin üç türlü gelebileceğini haber vermektedir:
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء
إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ
“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder” (Şûrâ (42), 51). Bu âyete göre vahiy üç şekilde gerçekleşmiştir:

1. Allah’ın iletmek istediği mesajları peygamberinin kalbine doğrudan bırakması/yerleştirmesi.

2. Vahyi peygamberine bir perde arkasından bildirmesi. Hz. Mûsâ’ya ağaçtan nidâ etmesi bu tür bir vahiy çeşididir.

3. Vahiy getirmekle görevlendirdiği bir meleği elçi olarak göndermesi. Kur’ân bu şekilde yani, Cebrâil vâsıtası ile indirilmiştir.

Bu bilgilerden sonra şimdi Resûlullah’a vahyin geliş şekillerini görelim:

1. Hz. Peygamber’in uyurken gördüğü sâdık rüyalar. Hz. Peygamber, sonradan meydana gelecek hâdiseleri rüyasında görür ve bunlar aynen onun gördüğü gibi gerçekleşirdi. Bu rüyalara, er-rü’ya’s-sâdika veya errü’ya’s- sâliha denmektedir. Hz. Âişe’nin, “Resûlüllah’ın vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur, hiçbir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi aynen meydana gelmesin” şeklindeki sözlerinin, vahyin bu çeşidine işaret ettiği söylenmektedir. Ancak burada şunu belirtmemizde fayda vardır ki sâdık rüya ile hiçbir âyet ve sûrenin inmediği bildirilmektedir.

Ayrıca Kur’ân vahyinin sâdık rüya ile başladığının kabul edilmesi, İslâm âlimlerinin ekseriyeti tarafından benimsenen, ilk vahyin Resûlullah’a, Alak sûresinin ilk beş âyetinin Hira Mağarası’nda -uyanık iken- inmesiyle başladığı görüşüne de ters düşmektedir. Dolayısı ile sâdık rüya ile vahyin, Kur’ân vahyi değil, ilâhî vahye bir hazırlık safhası ya da vahyin çok yakında inmeye başlayacağının bir işareti olduğunu kabul etmek daha doğru görünmektedir. Bu durumun altı ay kadar devam etmesi de bu görüşü desteklemektedir.

Önemine binâen şunu bir daha vurgulamak lazımdır: Resûlullah’ın gördüğü rüyaların aynen meydana gelmesi doğrudur. Ancak rüyada vahyedilip de Kur’ân’a kaydedilmiş herhangi bir âyet ya da sûre yoktur. O halde vahyin ilk şeklinin sâdık rüya olduğunu kabul etmek doğru görünmemektedir.

2. Cebrâîl’in aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi. Cebrâil’in aslî suretiyle vahiy getirmesi iki defa meydana gelmiştir: Birincisi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcında olmuştur.
وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ /“Andolsun ki o Cebrâil’i apaçık ufukta görmüştür” (Tekvir (81), 23) âyeti buna işâret etmektedir. İkincisi ise, Miraç’ta Sidretu’l-Müntehâ’da vâki olmuştur. وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى /“Andolsun onu, bir kez daha Sidretu’l-Müntehâ’nın yanında görmüştür” (Necm (53), 13-14) âyetleri de bu ikincisine işâret etmektedir. Resûlullah’ın Cebrâil’i, aslî suretiyle üç defa gördüğü ve bu üçüncüsünün yine Hıra mağarasında Cebrâil’in, Müddessir sûresini indirdiği esnada gerçekleştiği de rivâyet edilmektedir.

3. Cebrâil’in görünmeden çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesi. Hz. Peygamber’e gelen vahyin en ağır şekli bu idi. Vahyin bu şekli, tehdîd ve vaîd ifade eden âyet ve sûrelere mahsustu. “Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra o benden ayrılırdı” hadîsi vahyin bu şekline işaret etmektedir.

4. Hz. Peygamber uyanık iken meleğin görünmeksizin onun kalbine ilâhî vahyi ilkâ etmesi. “Rûhu’l-Kuds kalbime şöyle üfledi: Hiçbir nefis ecelini ve rızkını tüketmeden ölmeyecektir. O halde Allah’tan korkunuz ve rızkınızı aramakta güzel bir yol tutunuz” haberi bu tür vahye işaret etmektedir.

5. Cebrâil’in insan suretine girerek vahiy getirmesi. “Bazen melek bana, insan şekline bürünerek gelir. Benimle konuşur. Ben de onun söylediklerini iyice bellerim” hadîsi vahyin bu türüne işaret etmektedir. Meleğin daha ziyade Dıhye el-Kelbî şekline girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği belirtilmektedir.Resûlullah’a en kolay gelen vahiy şekli budur.

Vahy Esnasında Görülen Haller

Vahiy esnasında Hz. Peygamber’de şu haller meydana gelmiştir:

1.Resûlullah’ın, en soğuk günlerde bile alnının terlemesi.

2. Resûlullah’ın üzerine büyük bir ağırlığın çökmesi.

3.Resûlullah’ın yanında bazen horultuya, bazen de arı uğultusuna benzer bir ses işitilmesi.

 4.Resûlullah’ın sırt üstü yatarak üzerinin örtülmesi ve yüzünün kızarması.

Bunlardan başka vahiy inerken Resulullah’ın uykusu gelir, vücudu kaskatı kesilir ve ağırlaşır, üzerine sekînet iner, gözlerini belli bir noktaya dikerdi.

Vahiy esnasında Hz. Peygamber’de bu olağan dışı durumları gören müşrikler ona bazen kâhin, bazen de şâir ve mecnûn demişlerdir. Şu âyetler, Hz. Peygamber’in bu tür iftiralara ve asılsız isnatlara maruz kaldığını haber vermektedirler: وَقَالُوا … إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ /“Sen mutlaka mecnûnsun!… dediler” (Hicr (15), وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَّجْنُونٌ .( 6 /“Bu öğretilmiş bir delidir! dediler” (Duhân (44), 14). قَالُوا … بَلْ هُوَ شَاعِرٌ /“Belki de o şâirdir… dediler” (Enbiyâ (21), 5).

Ancak Allah, bu iddiaları şu tür âyetleriyle yalanlamıştır: مَا بِصَاحِبِهِم مِّن جِنَّةٍ /“Arkadaşlarında (yani Hz. Muhammed’de) delilik yoktur” (Arâf (7), 184). فَمَا أَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍ /“Rabbinin lütfuyla Sen ne kâhinsin, ne deli/mecnûn” (Tûr (52), 29). Resûlullah’ta, müşrikler tarafından kendisine isnat edilen bu tür olumsuzlukları çağrıştıracak en ufak bir emâre bile târîhen görülüp tesbit edilmemiştir. O, apaçık bir uyarıcıdır. Kendisine vahyedilen Kur’ân da, ne şâir, ne kâhin ve ne de şeytan sözüdür: وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ … وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ /“O bir şâirin sözü değildir!… Bir kâhinin sözü de değildir” (Hâkka (69), 41- وَمَا .( 42 هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجِيمٍ /“O (Kur’ân) kovulmuş şeytanın sözü değildir” (Tekvîr (81), 25). O, kesinlikle, Yüce Allah’ın dışında başka birinin sözü değildir, Allah tarafından indirilmiş ilâhî mesajlar bütünüdür: وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى مِن دُونِ اللّهِ لاَ رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ … /“Bu Kur’ân Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir… Onda şüphe yoktur. O, âlemlerin Rabb’i tarafından indirilmiştir” (Yûnus (10), 37).

İlham ile “kalpleri tasfiye edilmiş kişilere âni olarak verilen tefekkür ve istidlal dışı bilgiler” kastedilmektedir. Vahiyle ilham arasında şu farklar bulunmaktadır:

1.Peygamberler kendilerine indirilen vahyin Allah katından olduğunu kesin olarak bilirler. İlhamın kaynağı belli olmadığı için onu alanlar onun nereden geldiğini bilemezler.

2.Vahiy vasıtalı, ilham ise vasıtasız olarak tecellî eder.

3.Vahiy olayı son bulmuştur, ilham ise devam etmektedir.

4.Vahiy bağlayıcıdır, ilham ise bağlayıcı değildir.

5.Vahiy umumî ve küllî, ilham ise hususî ve cüzîdir.

6.Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişmez; ilham ile elde edilen bilgiler ise birbirleriyle çelişebilir.

İlhamdan bahsedilince, keşf kavramına da kısaca değinmekte fayda vardır. Terim olarak keşf, “duyular ve akıl yoluyla bilinme imkânı olmayan gaybî hakîkatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye bildirilmesidir”. Aynı kökten gelen mükâşefe ise, “kalp gözünün açılması ve gayb âleminin görülmesini sağlayan hâl” anlamındadır.Ayrıca basîret, ferâset, ilm-i ledün, marifet, tecellî, sezgi vb. kavramlar da keşf ve mükâşefe gibi “insanda kalp gözünün açılıp gaybî bilgilerin kalbe doğması” ortak anlamında birleşmektedirler.

Vahiy Katipleri

Mekke’de ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh’tır. Medîne’de ise ilk vahiy kâtipliği yapan kişi Übeyy b. Ka’b’tır. Ondan sonra Zeyd b. Sâbit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka vahiy kâtiplerinin bazılarının isimleri şöyledir: Ebû Bekir, Ömer b. el- Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Osman b. Affân, Zübeyir b. Avvâm, Halid b. Velîd, Amr İbnu’l-Âs, Huzeyfe İbnu’l-Yemân, Âmir b. Füheyre, Mu’âviye, Şurahbil b. Hasene, Muğîre b. Şu’be, Muâz b. Cebel, Abdullah b. Erkâm, Sâbit b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Abdullah b. Revâha, Talha b. Ubeydillah, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Huvaytıb b. Abdi’l-Uzzâ, Hâlid b. Sa’îd, Hanzala b. er- Rabî’, Cehm İbnu’s-Salt, el-Huseyin en-Nemerî, Muhammed İbnu’l-Mesleme ve Ebân b. Sa’îd.

Vahyin Yazıldığı Malzemeler

Resûlullah, kendisine indirilen âyet ve sûreleri, o devirde kullanılmakta olan yazı malzemelerine yazdırıyordu. Bu malzemeler şunlardır:

1.Hurma ağacının, yaprakları, kabukları ve yapraklarının orta damarları.

2. İnce beyaz taşlar.

3. Kürek ve kaburga kemikleri.

4.İşlenmemiş deri.

5.İnce deri (rakk).

6.Çanak-çömlek parçaları.

7.Parşömen parçaları.

8.Tahtadan yapılmış levhalar.

9.Bez parçaları.

Vahye Ait Bazı Terimler

El-Hadarî: Hz. Peygamber seferde ve misafirlikte bulunmadığı zamanlarda inen vahiylerdir. Kur’ân’ın ekserisi bu şekilde nâzil olmuştur.

Es-Seferî: Hz. Peygamber yolculukta veya savaşta bulunduğu sırada nâzil olan vahiylerdir. Meselâ Nisâ sûresinin 176. âyeti, Hz. Peygamber seyir halinde iken indirilmiştir.

En-Nehârî: Gündüz nâzil olan vahiylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ekserisi gündüz vahyedilmiştir.

El-Leylî: Geceleyin inen vahiylerdir. Meselâ Kasas sûresinin 56. âyeti, geceleyin; Tevbe sûresinin 118. âyeti, gecenin son üçte birinde inmiştir.

Es-Sayfî: Yaz mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. Meselâ Nisâ sûresinin 176. âyeti, yazın Haccetu’l-Vedâ’da nâzil olmuştur.

Eş-Şitâî: Kış mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. Meselâ Nûr sûresinin 11- 26. âyetleri soğuk bir günde nâzil olmuştur.

El-Firâşî: Hz. Peygamber yatağında iken nâzil olan vahiylerdir. Meselâ Mâide sûresinin 67. âyeti, Hz. Peygamber Ümmü Seleme’nin yanında iken indirilmiştir.

El-Ardî: Hz. Peygamber yeryüzünde iken nâzil olan vahiylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in hemen hepsi Resûlullah yeryüzünde iken indirilmiştir.

Es-Semâî: Hz. Peygamber semâda iken inen vahiylerdir. Meselâ Bakara’nın 285. âyetinin Resûlullah Miraç’ta iken indirildiği rivâyet edilmektedir. Ancak bazı âlimler bunu kabul etmemektedirler.

Vahyin Nuzül Aşamaları

Vahyin, Yüce Allah’tan Hz. Peygamber’e inişine kadar olan nuzül aşamaları şunlardır:

Levh-i Mahfûz’a İnmesi

Her ne kadar “nuzül” ifadesi geçmiyorsa da şu âyetlerden Kur’ân’ın ilk önce, Levh-i Mahfûz’a, O’nun katından indiği anlaşılmaktadır: بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ /“Hayır o şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfûz’dadır” (Büruc (85), 
وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ .( 21-22 /“O, katımızda bulunan Ana Kitap’ta (Levh-i Mahfûz’da) mevcut, yüce ve hikmetle dolu bir kitaptır” (Zühruf (43), 4). Levh-i Mahfûz’un mâhiyeti, nerede olduğu, Kur’ân’ın oraya ne zaman ve nasıl indirildiği, hangi dil ve yazı ile kaydedildiği konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü bunlar tamamen gaybî konulardır.

Beytü’l-İzze’ye İnmesi

Kur’ân, aynı zamanda yakın sema da denilen Beytü’l-İzze’ye Levh-i Mahfûz’dan indirilmiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Kur’ân, Levh-i Mahfûz’dan Beytü’l-İzze’ye toptan indirilmiştir. İbn Abbas’ın “Kur’ân, dünya semâsına Kadir gecesinde toptan indirildi. Oradan da yirmi küsur yıl boyunca parça parça nâzil oldu” şeklindeki sözleri, Kur’ân’ın Beytü’l-İzze’ye toptan, buradan da Resûlullah’a parça parça indirildiğini haber vermektedir. İslâm âlimleri, şu âyetlerin Kur’ân’ın buraya inişiyle ilgili olduğunu öne sürmektedirler: شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الهْدَُى وَالْفُرْقَانِ /“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır” (Bakara (2), إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ .( 185 الْقَدْرِ /“Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir gecesinde indirdik” (Kadr (97), إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي .( 1 لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ /“Biz onu (Kur’ân’ı) mübarek bir gecede indirdik” (Duhân (44), 3).

Kur’ân’ın, birinci âyet Ramazan ayında, ikinci âyet ise bu ayın içinde bulunan Kadir gecesinde indirildiğini haber vermektedir. Üçüncü âyetteki mübârek geceden maksadın da Kadir gecesi olma ihtimali kuvvetlidir. Ayrıca, yukarıdaki âyetlerde geçen ve “toptan indirme” anlamına gelen “inzâl/ إنزال ” kelimelerinin kullanılması da Kur’ân’ın Beytu’l-İzze’ye birden indirildiğinin bir işareti olarak görünmektedir. Aynı kökten gelen “nezzele/ نزّل ” ise, parça parça indirme demektir. Buna göre Kur’ân, Ramazan ayının Kadir gecesinde Levh-i Mahfûz’dan Beytu’l-İzze’ye toptan indirilmiştir. Ancak bazı âlimler Kur’ân’ın buraya indirilmiş olduğunu kabul etmemektedirler. Ancak şu hikmetler dikkate alınırsa, Kur’ân’ın Beytu’l-İzze’ye toptan indirilişinin faydadan hâli olmadığı anlaşılmaktadır:

1. Diğer ilâhî kitaplardan farklı olarak Allah Kur’ân’a iki farklı özellik vermiştir: Hem toplu ve hem de parça parça iniş. Bu da O’nun, gerek Kur’ân’a ve gerekse Kur’ân’ın kendisine indirildiği Hz. Peygamber ve onun ümmetine vermiş olduğu önemi gösterir.

2. Bir kitabın bir tek sicile değil, birden fazla sicile kaydedilmesi, yine ona verilen değeri gösterdiği gibi ayrıca onun, her safhada titizlikle korunduğunu ortaya koyar.

3. Allah, gökler âlemindeki varlıklara, bu Kur’ân’ı son Peygamber’e indireceğini bildirmiş, böylece onları bu muazzam olaya şahit tutmuş olmaktadır.

Hz. Peygamber’e İnmesi

Kur’ân’ın bizzat Hz. Peygamber’e Yüce Allah tarafından indirildiğini kesin bir dille ifade eden şu âyetlerle başlayalım: وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لأُنذِرَكُم بِهِ وَمَن بَلَغَ /“Bu Kur’ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu” (En’âm (6), كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ .( 19 ِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الحَْمِيدِ ? رَِّ /“(Bu Kur’ân), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır” (İbrâhim (14), 1).

Kur’ân-ı Kerîm, yaklaşık olarak yirmi üç yıl süren bir zaman diliminde bazen bir, bazen birden fazla âyet, bazen de bir sûre olarak indirilmiştir. Kur’ân’ın böyle parça parça indirilmesi Arap dilinde “Tencîmu’l-Kur’ân” terimiyle ifade edilmektedir. Bu terim, Kur’ân’ın -Hz. Peygamber’e- toplu olarak bir defada değil, peyderpey, parça parça indirilmesi demektir.

Vahyin Hz. Peygamber’e Parça Parça İndirilmesinin Hikmetleri

Kur’ân’ın Resûlullah’a parça parça indirilmesinin birçok sebep ve hikmeti vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1. Kur’ân’ın parça parça indirilmesiyle Müslümanlara büyük bir kolaylık sağlanmıştır. Eğer Kur’ân’ın tamamı birden indirilmiş olsaydı, muhâtaplar onun bütün hükümleriyle bir anda mükellef olacaklardı. Bu durumda, asırlardan beri benimsemiş oldukları şirk, bâtıl inanç, edindikleri kötü âdet ve alışkanlıklarından birden sıyrılmak gibi zorluklarla karşı karşıya kalacaklardı.

2. Kur’ân’ın parça parça inmesiyle, büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen Arapların Kur’ân’ı anlamaları ve uygulamaları kolaylaşmıştır.

Eğer Kur’ân birden nâzil olmuş olsaydı, ümmî olan Arapların onun ulvî manalarını anlamaya güçleri yetmezdi. Dolayısı ile Kur’ân, parça parça inerek kolayca anlaşılması sağlanmıştır. Nitekim yukarıda da zikredilen şu âyetler aynı zamanda bu hususa da işaret etmektedirler: “İnkâr edenler: Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk” (Furkân (25), 32). “Biz onu, Kur’ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik” (İsrâ’ (17), 106).

3. Kur’ân, parça parça inmekle, ona inanmayanların iç yüzleri açığa çıkmıştır. Münafık ve müşrikler İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapma konusunda birleşmişlerdi. Özellikle münâfıklar mü’minler için daha büyük bir tehlike oluşturuyordu. Zîrâ münâfıklar, Müslümanlarla iç içe yaşıyor, birlikte ibâdet ediyorlardı. Bu açıdan münâfıkların gizli niyetlerinin bilinmesi için Kur’ân’ın peyderpey nüzûlü gerekiyordu. Şu âyet bu hususu apaçık ortaya koymaktadır: “Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır” (Tevbe (9), 64).

4. Müslümanların sordukları sorularla müşrik, münkir ve münâfıkların şüphe ve itirazlarına anında cevaplar verilmiştir. Kur’ân’da, gerek inananların ve gerekse inanmayanların Hz. Peygamber’e yönelttikleri çeşitli sorular ve bunlara verilen cevaplar bulunmaktadır. Ayrıca bu soruların hepsi, toplu olarak da sorulmamıştır. Durum böyle olunca, Kur’ân’ın peyderpey nuzülü gerekiyordu. Şimdi Müslümanların sorularına şu âyeti misal verelim: “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki o bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın” (Bakara (2), 222). İnanmayanların sorularına dair de şu misali verebiliriz: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir” İsrâ’ (17), 85).

5. Hz. Peygamber ve ashâbına moral ve güç kaynağı olmuştur. Hangi konuda olursa olsun vahyin devamlı olarak gelmesi, Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber’e verilen üstün değer, destek ve yardımın devam ettiğinin açık bir göstergesiydi. Ayrıca her gelen vahiy yeni bir sevinç, heyecan, güç ve moral kaynağı oluşturuyordu.

6. Zaman zaman meydana gelen hâdiseler sebebiyle ortaya çıkan problemlere taze çözümler getirmiştir. Hz. Peygamber’in risâleti süresinde bazı yeni olaylar zuhûr ediyor ve bunlara yeni çözümler gerekiyordu. Olayın meydana gelmesinden hemen sonra çözüme dair inen bu âyetler çok etkili oluyordu. Bunun en bâriz misâli ifk hâdisesi üzerine inen, Nûr sûresinin 11-21. âyetleridir.

7. Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı hatalar zamanında düzeltilmiştir. Bunun en güzel misâllerinden biri şu olaydır: Münâfıkların ileri gelenlerinden Abdullah b. Übeyy’in oğlu, Hz. Peygamber’e gelerek ölen babasının cenâze namazını kıldırmasını ondan istemiş, Hz. Peygamber de onun bu talebini yerine getirmiştir. İşte bu olaydan hemen sonra şu âyet inmiştir: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler” (Tevbe (9), 84).

8. İlâhî irade tarafından değiştirilmesi gereken bazı hükümlerin zamanı gelince değiştirilmesine imkân sağlanmıştır (nâsih-mensûh).

9. Kur’ân’ın bir beşer kelamı değil, ilâhî bir kitap olduğunu göstermeye vesile olmuştur. Bilindiği gibi Kur’ân âyetleri, çeşitli sebeplere binâen farklı yer ve zamanlarda peyderpey indirilmiş ve bu iniş sırasına göre de tertip edilmemiştir. Böyle olmasına rağmen Kur’ân’ın bütün âyet ve sûreleri arasında, hepsi de aynı anda ve bir defada nâzil olmuş gibi akıllara durgunluk verecek şekilde uyum ve ahengin bulunması, onun bir beşer kelâmı değil, ilâhî bir kelam olduğunun bir göstergesidir. (Güngör, 1995).

10. Kur’ân, edebiyatçılara meydan okumuştur. Eğer Kur’ân bir bütün halinde toptan inseydi onlar, “bu çok uzun bir kitaptır, biz bu kadar uzun bir kitabın benzerini nasıl meydana getirelim” diye itirazda bulunabilirlerdi. İşte Kur’ân, peyderpey indirilerek böyle bir mazeretin önüne geçilmiştir.

11. Kur’ân, toptan indirilmiş olsaydı bu durum onun, önceden başkaları tarafından düşünülüp tertîb edildiği şüphesini doğururdu.

KUR’ÂN’IN MUSHAFLAŞMA SÜRECİ

Kur’ân’ın Ezberlenmesi 

Hz. Peygamber’in Ezberlemesi: Hz. Peygamber kendisine indirilen âyet ve sûreleri Allah’ın lütfuyla önce ezberler, sonra tebliğ ederdi. İbn Abbas’tan gelen şu rivâyet bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Cebrâil Hz. Peygamber’e vahiy getirdiğinde Resûlullah, unutmamak maksadıyla gelen vahyi devamlı tekrar ettiği için sıkıntı çekerdi. Bunun üzerine Allah, لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ إِنَّ عَلَيْنَا جمَْعَهُ وَقُرْآنَهُ فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ /“onu hemen okumak için dilini kımıldatma. Onu toplamak ve okumak bize düşer. O halde biz onu okuduğumuzda sen onun okunuşunu takip et” (Kıyâme (75), 16-18) âyetlerini indirdi”. Şu âyet de bu hususa işaret etmektedir: سَنُقْرِؤُكَ فَلَا تَنسَى إِلَّا مَا شَاء اللَّهُ /“Sana Kur’ân’ı okutacağız. Allah’ın dilemesi dışında sen onu hiç unutmayacaksın” (Alâ (87), 6-7).

Sahâbenin Ezberlemesi: Hz. Peygamber, inen âyetleri ezberledikten sonra önce erkeklere, sonra da kadınlara okuyordu. Bu, onun en önemli görevlerindendi: يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لمَّْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ /“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun” (Mâide (5), 67). Onu dinleyenler yazı biliyorlarsa dinlediklerini yazıyorlar ve yazdıkları bu metinleri ezberliyorlardı; yazı bilmeyen veya o anda yazma imkânı olmayanlar ise, Resûlullah’ın -namaz ve vaaz esnasında olduğu gibi- çeşitli vesilelerle okuduğu Kur’ân’ı bizzat kendisinden dinleyerek ezberlemeye çalışıyorlardı.

Bu kısa bilgilerden sonra şimdi de sahâbeyi Kur’ân’ı ezberlemeye sevk eden belli başlı sebepleri sıralayalım:

  1. Güçlü bir hâfızaya sahip olmaları.
  2.  Namazda belli bir miktarda Kur’ân okumanın farz/vâcip oluşu.
  3. Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymanın gerekli olması.
  4.  Resûlullah’ın, Kur’ân eğitimi ve öğretimi ile bizzat ilgilenmesi.
  5. Kur’ân okuyanlara verilecek sevap ve mükâfâtın büyük olması. (Demirci, 1996).

Kur’ân’ın Yazılması

Hz. Peygamber ümmî idi yani, okuma yazma bilmiyordu. Şu âyetlerden onun okuma-yazma bilmediği/ümmî olduğu açıkça anlaşılmaktadır: وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ /“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı” (Ankebût (29), وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ .( 48 /“İşte böylece sana da emrimizle Kur’ân’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” (Şûrâ (42), لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يؤُْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ .( 52
لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ /“Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve O’nun sözlerine inanırîmân edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız” (Arâf (7), 158).

Kur’ân’ın yazdırıldığına dair pek çok delil bulunmaktadır. Onlardan bazıları şunlardır:

1. Her şeyden önce Kur’ân’ın bir isminin de “yazılı metin” anlamına gelen “el-Kitâb” olması, onun yazıldığını göstermektedir.

2. Şu âyetler, Kur’ân’ın yazıldığını ortaya koymaktadırlar: فَمَن شَاء ذكََرَهُ فِي
صُحُفٍ مُّكَرَّمَةٍ مَّرْفُوعَةٍ مُّطَهَّرَةٍ بِأَيْدِي سَفَرَةٍ كِرَامٍ بَرَرَةٍ /“Dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır. O, değerli sahifelerdedir, tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde, kâtiplerin ellerindedir, değerli ve güvenilir katiplerin” (Abese (80), 12- رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ .( 16 /“(İşte o apaçık delil) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. En doğru hükümler vardır şu sahifelerde” (Beyyine (98), 2-3). Âyetlerde geçen “sahife” kelimeleri, açıkça yazıya işaret etmektedirler. وَالطُّورِ وَكِتَابٍ مَّسْطُورٍ فِي رَقٍّ مَّنشُورٍ /“Andolsun Tûr’a (Mûsâ’nın vahiy aldığı Sinâ Dağı’na). Yayılmış/işlenmiş ince deri üzerine satır satır yazılmış olan Kitaba” (Tûr (52), 1-3). Görüldüğü gibi bu âyette, Kur’ân’ın yazıya geçirildiği çok açık olarak ifade edilmiştir.

3. Bir hadîsinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmışsa onu imhâ etsin”. İşte bu hadîs Kur’ân’ın yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

4. Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde, kız kardeşi Fâtıma’nın elinde bulunan Tâhâ sûresinin baş tarafının yazılı bulunduğu sahîfe de Kur’ân’ın yazıldığını gösteren önemli bir delildir.

5. Abdullah b. Ömer şöyle demektedir: “Biz, Kur’ân üzerimizde iken düşman ülkesine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o yazılı metinlerin düşman eline geçme korkusu idi”.

6. Konuyla ilgili olarak Berâ b. Âzib şu olayı anlatmaktadır: لاَّ يَسْتَوِي
الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ
وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلاًّ وَعَدَ اللّهُ الحُْسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا

/“Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nisâ (4), 95) âyeti nâzil olunca Resûlullah bana, “Zeyd’i çağır, kalem ve mürekkep getirsin” dedi. Zeyd, elinde kalem, mürekkep ve üzerine yazı yazılacak malzeme ile geldiğinde Hz. Peygamber ona bu âyeti okuyarak yazdırdı”

Kur’ân’ın Toplanması (Cem’)

Resûlullah hayatta iken Kur’ân’ın tamamının yazılı olduğunu, ancak resmî olarak bir cilt halinde toplanmadığını belirtmiştik. Kur’ân’ın o dönemde bir cilt halinde toplanmayışının sebeplerinden bazıları şunlardır:

1. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe vahiy devam ediyordu. Bu nedenle bazı âyetlerin neshedilme ihtimali vardı. Hal böyle olunca Kur’ân’ın bir kitap haline getirilmesi bazı karışıklıklara sebep olabilirdi.

2. Âyet ve sûreler nuzül tarihine göre sıralanmıyordu. Bazen, daha önce inen bir sûreye, sonradan inen bazı âyetler ilave ediliyordu.

3. Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber’in vefatı arasındaki süre, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasına yetecek kadar değildi. Âlimlerin çoğuna göre bu süre 9 gecedir. Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasının en önemli sebebinin, Yemâme savaşında 70 (bazılarına göre 500 veya 700) kurrâ sahabînin şehid edilmesi olduğu öne sürülmektedir.

Bu savaştan sonra Hz. Ömer’in bir âyeti sorduğu, kendisine, “onu falan biliyordu, o da Yemâme’de şehit oldu” denilmesi üzerine onun, إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ
رَاجِعُونَ /”Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” (Bakara (2), 156) âyetini okuyarak, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanması gerektiğini düşündüğü rivâyet edilmektedir. Sonra bu düşüncesini Hz. Ebû Bekir’e açarak onu, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplama konusunda ikna etmiştir. Kur’ân’ı bir araya toplamak için Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kuruldu. Zeyd b. Sâbit’in bu işin başına geçirilmesinin nedenleri şunlardır:

1. Zeyd, uzun süre vahiy kâtipliği yapan bir kişi idi.
2. Resûlullah hayatta iken Kur’ân’ın tamamını toplamıştı.
3. Zeyd, Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve onu en güzel şekilde okuyan sahâbîlerden biriydi.
4. Zeyd’in kırâati, Hz. Peygamber’in son arzada Cebrâil’e sunduğu kırâat idi.
5. Zeyd, çok zeki bir kişiydi.
6. Zeyd, bütün Müslümanların güvenini kazanmış olan biriydi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd’e şu talimatı vermişti: “Peygamber’in mescidinin girişine oturun, biri size Allah’ın kitabından bir âyeti iki şâhitle birlikte getirdiği zaman onu kaydedin”. Halifenin talimatının ardından Hz. Ömer de mescidin kapısında durdu ve Peygamber tarafından yazdırılmış âyetlere sahip olanların bunları getirmeleri gerektiğini ilan etti. Getirilen âyetlerin kabul edilmesi için öne sürülen iki şâhitten maksadın ne olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bu görüşlerden bazıları şunlardır:

1. Âyet veya sûrelerin Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına tanıklık eden iki şâhidin getirilmesi.
2. Kur’ân âyet veya sûrelerini getirenin, onları ezbere bilmesi birinci şâhit, onları bir malzeme üzerine yazılı olarak getirmesi de ikinci şâhittir.
3. Getirilen Kur’ân âyet ya da sûrelerinin, Kur’ân’ın nâzil olduğu vecihlerden olduğuna dair iki kişinin şâhitlik yapması.

Âlimlerin bir kısmı birinci, bir kısmı da ikinci görüşü tercih etmektedirler. İlgili kaynaklarda üçüncü görüşü savunana pek rastlanmamaktadır. Ancak en sağlam yol olduğu belirtilen birinci görüş hakkında şöyle bir tenkit vardır: Vahyin Resûlullah’a, hemen her şart ve ortamda, meselâ gece veya gündüz, savaş, yolculuk, misafirlik vb. durumlarda geldiğini ve dolayısı ile gelen vahyin, Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına tanıklık edecek iki kişinin bulunmasının biraz zor olduğu, bunun pratikte her zaman için mümkün olmayabileceği ifade edilmektedir. Bu itibarla ikinci görüşün fiilen daha kolay bir şekilde uygulanmaya müsâit olduğu belirtilmektedir. Bu görüşte olanlara göre (aşağıda anlatılacak olan), Ahzâb sûresinin 23. âyeti ile Tevbe sûresinin son iki âyetinin Huzeyme b. Sâbit el-Ensârî’nin yanında bulunmasından maksat, söz konusu âyetlerin yazılı metinleridir. Hz. Peygamber’in vefâtından altı ay sonra başlayan Kur’ân’ı toplama faaliyeti, yaklaşık olarak bir yıl sürmüştür.

Toplanan bu nüshaya Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir. Kur’ân’ın toplanma işi bitince Zeyd b. Sâbit onu baştan sona okumuş ve Ahzab sûresinin 23. âyetinin eksik olduğunu fark etmiş, bizzat kendisinin de Resûlullah’tan dinleyerek öğrendiği bu âyeti sadece, Huzeyme b. Sâbit’in yanında bularak Mushaf’taki yerine kaydetmiştir. Sonra Kur’ân’ı bir defa daha baştan sona okumuş, bu defa Tevbe sûresinin son kısmının (yani son iki âyetinin) eksik olduğunu fark etmiş, onları da sadece Huzeyme b. Sâbit el- Ensârî’nin yanında bularak Mushaf’taki yerlerine yazmıştır. Sonra, eksik olup olmadığını anlamak için bir daha baştan sona okuyarak tetkik etmiş, bu defa en ufak bir eksiklik bulamamıştır.

Toplanan bu Mushaf’ın bazı özellikleri şunlardır:

1. Bu nüsha en ince ilmî tespit usulleriyle toplanmıştır.
2. Bu nüshaya, ancak tilâveti mensûh olmayan âyetler alınmıştır.
3. Bu nüsha yedi harfi ihtivâ etmektedir. (Yedi harf konusu ikinci ünitede ele alınacaktır).
4. Bu nüshanın doğruluğu, hem ümmetin icma’ı ve hem de tevâtürle sâbittir. İşte, böylesine titizlikle toplanan bu Mushaf, Hz. Ebû Bekir’e teslim edilmiş ve vefâtına kadar onun yanında kalmıştır. Onun vefâtından sonra Hz. Ömer’e, onun da vefâtıyla Hz. Ömer’in kızı Hafsa’ya verilmiştir. Hz. Osman bu Mushaf’ı esas alarak Kur’ân’ı çoğaltmıştır.

Kur’ân’ın Çoğaltılması (İstinsâh)

Ermenistan ve Azerbeycan’ın fethi sırasında Kur’ân’ı, Ubey b. Ka’b’ın kırâatına göre okuyan Suriyeli askerlerle, onu Abdullah b. Mes’ûd’un kırâatına göre okuyan Iraklı askerler arasında kırâat ihtilafları çıktı. Hatta içlerinden birbirlerini tekfir edenler oldu. Orduyu kumanda eden Huzeyfe İbnu’l-Yemân bu duruma çok üzüldü. Medîne’ye döner dönmez evine gitmeden Hz. Osman’ın huzuruna çıkarak, “ey mü’minlerin emîri! Şu ümmet, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarında düşmüş oldukları ihtilafa düşmeden önce sen bu işin çaresine bak” dedi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hafsa’ya haber gönderip elinde bulunan Mushaf’tan nüshalar çıkartılacağını, bu iş bittikten sonra Mushaf’ının kendisine iâde edileceğini söyleyerek bu asıl nüshayı ondan istedi. Hafsa da Mushaf’ı Osman’a gönderdi. Hz. Osman, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. ez-Zübeyr, Sa’îd b. el-Âs ve Abdurrahman b. Hâris’ten ibaret bir heyet meydana getirerek onlara Kur’ân’ı istinsah etmelerini emretti.

Bu heyette, Kesîr b. Eflah, Ubey b. Ka’b, Nafi b. Zurayb, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Mâlik b. Ebî Amr ve Enes b. Mâlik’in de bulunduğu rivâyet edilmektedir. Ancak bunların devamlı komisyon üyesi olmayıp, ihtiyaç halinde asıl komisyon üyelerine yardım ettikleri belirtilmektedir.

Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltacak olan heyete, şu prensiplere göre çalışmaları talimatı verdi:

1. Çoğaltmada, Ebû Bekr döneminde toplanan Mushaf esas alınacaktır.
2. Çoğaltılacak nüshalara, Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınacak, geriye kalan altı harf alınmayacaktır.
3. Bu nüshalara tilâveti neshedilmiş âyetler yazılmayacaktır.
4. Heyetteki üyeler arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf çıkarsa, Kureyş lehçesi tercih edilecektir.
5. Birkaç Kur’ân nüshası istinsah edilerek çeşitli beldelere gönderilecektir. Bu beldelere gönderilen Kur’ân nüshalarına uyan diğer nüshalar aynen kalacak, uymayanlar bunlara göre tashîh edilecek, tashîhi mümkün olmayanların ise ya imhâsı ya da mürekkeplerinin silinmesi sağlanacaktır.
6. Sûreler bu gün elimizdeki Kur’ân’larda olduğu şekilde tertîb edilecektir.
7. Çeşitli maksatlarla kaydedilen birtakım özel not ve kayıtlar bu Mushaflara yazılmayacaktır. Heyet arasında sadece, Bakara sûresinin 248. âyetinde geçen “ettâbût/
التابوت ” kelimesinin sonundaki “te” harfinin yuvarlak mı yoksa açık/uzun “te” ile mi yazılacağı konusunda ihtilaf çıktı. Söz konusu harf, Hz. Osman’ın emri doğrultusunda açık/uzun “te” ile yazıldı. Heyet, hicretin 25. yılında başladığı istinsah işini beş yılda bitirdi.

Mushafların istinsahı sona erince sahîfeler Hafsa’ya iade edildi. İstinsah edilen nüshaların her biri, ayrı ayrı baştan sona büyük mescitte alenî olarak okundu. Böylece bu nüshalar ashâbın tasvîbinden geçmiş oldu. İstinsah edilen nüshaların adedi hakkında farklı görüşler vardır. Bu sayının dört, beş, yedi ya da sekiz olduğu öne sürülmektedir. Söz konusu nüshaların beş adet olup ikisinin Medîne’de kaldığı (ki bunlardan biri Hz.Osman, diğeri de Medîne ahâlisi içindi), diğerlerinin de Basra, Kûfe ve Şam’a gönderildikleri konusunda herhangi bir ihtilafın bulunmadığı bildirilmektedir. Ancak bu nüshaların toplamının sekiz adet olup adı geçen şehirlere ilave olarak Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de gönderildikleri rivâyet edilmektedir.

Ancak âlimlerin bir kısmı, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e bunlardan herhangi bir nüsha gönderilmediği görüşündedirler. Bu nüshalar ilgili şehirlere, onların kırâat vecihlerini bilen kişilerle birlikte gönderilmişlerdir. Bu zâtlar, götürdükleri nüshalarını o şehirlerin ahâlisine okutmuşlar ve ihtiva ettikleri kırâat vecihlerini de öğretmişlerdir. Bu gün, Hz. Osman döneminde çoğaltılan bu nüshalardan, Londra’daki India Office kütüphanesinde, Topkapı Sarayı’nda ve Taşkent’te birer adet bulunduğu belirtilmektedir.

Kur’ân’ın, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanmasının ve Hz. Osman döneminde çoğaltılmasının sebeplerine bakılınca, aralarında şöyle bir farkın olduğu göze çarpmaktadır: Kur’ân’ın, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanmasındaki asıl amaç, onun zayi olmasını önlemek, Hz. Osman döneminde çoğaltılmasındaki asıl gaye ise, Hz. Peygamber’in sarâhaten tasvip ettiği kırâat şekilleri dışında kalan diğer bütün kırâat farklılıklarını ortadan kaldırarak Müslümanlar arasında birliği sağlamak/bölünmeyi engellemek olmuştur.

Kur’ân’ın Harekelenmesi ve Noktalanması

Hz. Osman döneminde çoğaltılan Mushaflar, noktasız ve harekesiz olarak yazılmıştı.

Rivâyete göre Basra vâlisi Ziyâd b. Sümeyye, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’ye mürâcaat ederek ondan Kur’ân’a, yanlış okumaları önlemek için bazı işaretler koymasını istedi. Başlangıçta Ebû’l-Esved ed-Dü’elî bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Ziyâd bir adama, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’nin geçtiği yolun üzerinde oturup bir âyeti yanlış okumasını tenbih etti. Bu adam, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî yoldan geçerken, “Allah ve Resûlü, müşriklerden uzaktır” anlamına gelen أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ (Tevbe (9), 3) âyetindeki رَسُولُه kelimesinin lam harfini esre ile okudu. Dolayısı ile mana da, “Allah, müşriklerden ve Resûlünden uzaktır” şeklinde bozuldu.

Bunu duyan Ebû’l- Esved ed-Dü’elî, “insanların durumunun böyle olduğunu tahmin etmiyordum” diyerek adama müdâhale etti ve sözlerine devamla, “Allah, Resûlünden uzak olmaktan berîdir” dedi. Sonra da Ziyâd’ın teklifini kabul ederek ondan kâtip istedi. Ziyâd ona otuz kadar kâtip gönderdi. E’l-Esved ed-Dü’elî, Abdu’l-Kays’dan olan birini tercih etti. Kâtibe, “bir eline Mushaf’ı, diğer eline de mürekkep renginden farklı olan bir boya al, bir harfi fetha okuduğumu duyunca onun tam üstüne, kesre okuduğumda altına, ötre okuduğumda önüne veya ortasına bir nokta, tenvinli okuduğumda ise iki nokta koy” şeklinde talimat verdikten sonra Kur’ân’ı yavaş yavaş okumaya başladı. O okudukça kâtip de noktaları koyuyordu. Noktalanması tamamlanan sayfayı kâtip Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’ye veriyor, o da bu sayfayı kontrol ettikten sonra devam ediyorlardı. Bu iş, Kur’ân’ın noktalanması bitinceye kadar devam etti.

İlgili kaynaklara göre bu noktalar tarihte ilk defa Ebû’l-Esved ed- Dü’elî tarafından îcâd edilmiştir. Sonra Kur’ân’a, yazılış şekilleri birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak için noktalar konmuştur. Bunları koyanın, Nasr b. Âsım veya Yahyâ b. Ya’mer olduğu rivâyet edilmektedir. (Bu noktaları her ikisinin birlikte koyduğu da nakledilmektedir). Bu tür noktalama, Nasr b. Âsım veya Yahya b. Ya’mer’in kendi îcâdları değildir. Şu anki bilgilerimize göre bunun tarihi, mîlâdî 267 yılına kadar geriye gitmektedir. Daha sonra Halil b. Ahmed Kur’ân’a, bugünkü harekeleri koymuştur.

Resmü’l-Mushaf (Mushafın Yazısı)

Resmü’l-Mushaf’ı, “Kur’ân’ın kelimelerinin ve harflerinin yazılışında Osman b. Affân’ın tasvip ve tercih ettiği imlâ şekil ve tarzı” diye tanımlamak mümkündür. Buna Resm-i Osmânî de denmektedir. Hz. Osman döneminde Mushaf çoğaltılırken bu günkü yazım kurallarından farklı bir yazı stili kullanılmıştır. Bu farklılıklardan bazıları şunlardır:

1. Hazif yapılması. Yani kelimeden harf düşürülmesi demektir. Meselâ “yâ eyyühâ/ ياأيها ” ibaresini yazarken, ye harfinden sonra elifi yazmamak gibi.

2. Fazladan harf ilave edilmesi. Meselâ çoğul ya da çoğul hükmünde olan kelimelerin sonunda bulunan vavdan sonra elif ilave etmek gibi.
3. Bedel. Yani bir harfin yerine başka bir harfin yazılması. Meselâ salât ve zekât kelimelerinde olduğu gibi.
4. Fasl ve vasl. Vasl, kelimenin son harfinin, onu takip eden kelimenin baş harfiyle kaynaştırılması demektir. “ مِنْ مَا ” kelimelerinin “ مِمَّا ” şeklinde bitiştirilerek yazılması gibi. Fasl ise tam tersine, kelimenin son harfinin, onu takip eden kelimenin ilk harfiyle kaynaştırılmaması demektir. Meselâ ألا“ /ellâ” kelimelerinin “ أَنْ لا ” şeklinde ayrı olarak yazılması gibi.

5. İki kırâata da elverişli olacak şekilde yazma. Bir kelime iki kırâat şekliyle okunabiliyorsa, o kelime iki kırâata göre de okunacak şekilde yazılmıştır. Meselâ “ ملك ” kelimesinin birden fazla okunuş şekli vardır. Bu kelime, “ ملك ” şeklinde yazılırsa, hem “ ملك ” ve hem de “ مالك ” olarak okunabilir. Dolayısı ile söz konusu kelime Osmânî Mushaf’ta, “ ملك ” olarak iki kırâata göre de okunacak şekilde yazılmıştır. (Ersöz, 1996).

Tefsir Tarihi ve Usulü dersimizin Kuran’ın Nuzul ve Metinleşmesi konusu sitemize eklenmiştir.Vurgulama ve Arapça ayet ve lafızlarda düzenleme yapılacaktır.

Dersimizden AÖF , İlahiyat ve DHBT Dersleri adına istifade edebilirsiniz.

Kur’ân’ın Nüzûlü ve Metinleşmesi – 1.Ünite

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir